Arama

Prof. Dr. Ömer Türker
Şubat 4, 2020
İslam düşüncesi geleneğinin sürekliliği sorunu (3)

Cumhuriyet dönemi cemaatlerinin bir grubu, Süleymancılık ve Nurculuktan farklı olarak daha geç dönemde ortaya çıkmıştır. İçinde radikalleri, mealcileri, selefîleri ve İrancıları barındıran irili ufaklı bu grupların birtakım müşterek özellikleri vardır.

(i) Bu özelliklerin başında İslam dünyasının başka herhangi bir bölgesinde görülemeyecek ölçüde ümmet şuuru gelir. Aslında bu hareketler, Osmanlının son döneminde İslam dünyasına yönelik evc-i bâlâya ulaşan duyarlılığın hakiki varisleridir. Böylesi bir duyarlılık, Gümüşhanevi dergâhında, yine bu dergâhta yetişen ve bir şekilde onunla ilişkili olan insanların kurup geliştirdiği Milli Görüş hareketinde de görülür. Önde gelen gruplarıyla Nakşilik ve Milli Görüş hareketi ile radikal cemaatler arasındaki en kritik fark, doksanların sonuna kadar radikal grupların devlet karşıtlığı ile rejim karşıtlığını kesin bir çizgiyle ayırmakta zorlanmalarıdır. Böylesi bir tavrın Nurcular içinde de bir gruba hâkim olduğu görülür ama Nurcular devlet karşıtlığını ortak bir tavra dönüştürmemiştir. Yine tarikatlar arasında da devlet karşıtlığı ortak bir tavra hiçbir zaman dönüşmemiştir. Hatta kimi tarikatlarda, hakiki anlamda rejim karşıtlığı dahi ciddiye alınabilecek bir gündem olmamıştır. Bu sebeple Türkiye'deki dinî grupların sayısal olarak çok azı, rejim karşıtlığını devlet karşıtlığı olarak algılamıştır. Çoğunluğun devletle ilişkisi, bir orta Anadolu deyişinde çok güzel özetlenir: "Yüze küskün amma kalbi barışık". Rejim, devletin yalnızca görünen yüzüdür.

Türkiye'de ümmetçilik, neredeyse bütün dinî gruplar için, bir yönüyle Türk cihangirlik mefkûresiyle birleşmiş veya uzlaştırılmış bir ümmetçiliktir. Çünkü Müslümanlıkla özdeşleşmiş bir Türklük kavramı üzerine kurulur. Türk milletinin tarihsel konumu gereği merkezde olduğu bir İslam dünyası tasavvur ederek Müslümanların sorunlarıyla hemhal olmayı amaçlar. Belki de içinde yaşadığımız çağda sürdürülebilir bir ümmetçilik biçimi, Türkiye söz konusu olduğunda böyle olabilirdi. Fakat dinî grupların gizli milliyetçiliği, kısmen Türkiye'nin coğrafi konumunun kısmen Arap dünyasından esen rüzgârların etkisiyle Türk dünyasının sorunlarına karşı akıl almaz bir ilgisizlik içindedir. Şimdilerde çok şey değişmiş olmasına rağmen durum hala böyledir. Doğu Türkistan veya Kırım gibi mazlum Türk bölgeleri, Türkiye'de dinî zümrelerin hiçbir zaman hakiki bir gündemi haline gelememiştir. Dahası, milliyetçi cephenin de böyle bir gündemi olduğunu söylemek zordur.

Diğer yandan Necip Fazıl'ın milliyetçi cepheyle nispete kısa süren birlikteliğini istisna edersek dinî gruplar, sadece milliyetçiliğe değil, milliyetçilere karşı da daima mesafeli olmuştur. Bu, oldukça dikkatli bir tavırdır. Zira milliyetçilerin bir grup olarak değerlendirilmesi ile fert olarak değerlendirilmesi, dinî cemaatler arasında insiyaki şekilde ayrıştırılır. Mesafe, gruba yöneliktir, fertlere değil. Fakat bu mesafenin kaynağı, cemaatlerin hakiki anlamda ırkçılık karşıtlığı değildir. Zira Türkiye'de milliyetçiliği temsil eden asıl grup, hâkim karakteri itibariyle ırkçı değil, muhafazakârdır. Mesafenin sebebi, milliyetçilerin dinî duyarlılığının zayıflığı ve bu zaafı gidermeye yönelik ciddiye alınabilir bir çabadan adeta bilinçli şekilde uzak durmalarıdır. Milliyetçilerin dindarlığı, dinî cemaatler tarafından daima hafife alınmıştır. Bunun, hakiki dindarlıkla bağdaşır tarafı tabii ki olamaz ama grupların farklı özellikleri açısından anlaşılabilir sebepleri vardır. Çünkü milliyetçilik, zayıf ve yönlendirmeye açık bir muhafazakârlık olarak görülmüştür. Bu durum, radikal grupların ikinci ortak özelliğini de ifşa eder.

(ii) Radikal sayılabilecek hareketlerin neredeyse tamamı, İslam'ın ana kaynaklarını tanıma ve yeniden yorumlamayı hedeflemiştir. Aslına bakılırsa modern dönemde kaynaklara dönüş fikrini Türkiye'de gerçek anlamda radikal gruplar temsil eder. Fakat kaynaklara dönüş görüşünün çok değişik temsilleri vardır. Bir kısmı, münhasıran Kur'ân üzerine yoğunlaşır. Bir kısmı, özellikle siyer üzerine yoğunlaşır. Bir kısmı, Kur'ân üzerine yoğunlaşanlardan fikren olmasa da duygu olarak uzak bir şekilde hadis üzerinde yoğunlaşır. Aslında cemaatlerin, özellikle yetmiş ve seksenlerde Kuran, hadis veya siyer üzerine ciddi bir tefekkürü doğurabilecek birikimden yoksun olduğu söylenebilir. Fakat cemaatler, İslam dünyasının geri kalan kısmına ilgilerini, bu yönelişlerini desteklemek için kullanmışlardır. Özellikle Arap dünyasından yapılan tercümeler, kaynakların temel kavramlarını anlamanın anahtarı olarak kullanılmıştır.

Başta Mısır olmak üzere Arap dünyasından yapılan tercümelerin en azından bir kısım kavramları ve siyer bilgisini canlandırmaya yardımcı olduğu söylenmelidir. Yine meal üzerinden Kur'ân okumaları, ilginç bir Kur'ân birikimi oluşturmuştur. Bu birikim, Elmalılı'nın tefsir ve meal çalışmasından, klasik döneme ait kısmî tefsir birikimine ve özellikle diğer ülkelerde yapılan Kur'ân çalışmalarına varıncaya değin pek çok veriden de istifade etmiştir. Fakat bu çaba, muhtemelen şimdiye kadar Anadolu topraklarındaki en ilginç grubu doğurdu: Kur'an'ı şeklen iyi bilen ama kaynakları yorumlama yönteminden, becerisinden ve kültüründen yoksun bir topluluk. Bu, aynı zamanda o zamana dek bilinmeyen bir dindarlık biçimine de kaynaklık etmiştir.

Lakin bu tercümelerin sadece tercümelere önayak olan cemaatlere değil, genel olarak Türkiye'deki İslamî harekete bir bedeli olmuştur: Arap dünyasındaki cihatçı temaların, dinî söylemin temel unsuru haline gelmesi. Arap dünyasındaki İslamî hareketler, Filistin sorunundan derinlemesine etkilendiler. Arap-İsrail savaşının Araplar adına yenilgiyle sonuçlanması ve İsrail'in Filistin'e yönelik ardı gelmez mütecaviz tavrı, Arap dünyasının bütününde bir savaş dili oluşturdu. İsrail'in genişleyen işgali, hem yenilmişlik duygusunu hem de fiilen savaş yapılmadığı halde savaş dilini besledi. Aslına bakılırsa Filistin sorunu, biraz makuliyet sınırlarını aşacak şekilde Müslümanlar için izzet-i nefse dokunan, yaralayıcı bir sorun olarak varlığını sürdürdü. Bu durumun en ciddi sonucu, cihat ve ilgili kavramların tamamının mevcut şartlara göre yeniden açıklanması ve imalarının değişmesiydi. Fakat bu kavramsal dönüşüm, Türkiye'de çok geç fark edildi. Muhtemelen kimileri tarafından hala fark edilmedi. Zira Afganistan'ın işgali, Keşmir sorunu, Çeçenistan'ın bağımsızlık mücadelesi ve Bosna savaşı ilerleyen yıllarda bu temaların belirli zaman dilimlerinde güçlü bir şekilde canlanmasını sağlamıştır. Bu durumun, dinin siyasi hayata bakan yönüne ilginin diri kalmasını sağladığı söylenebilir fakat İslamî kesimin teorik ilgilerine zarar vermiş, yaşanan hayatın derinden tefekkür edilmesi ve özgün bir ahlâkî tavrın geliştirilmesine engel olmuştur.

(iii) Son olarak bu cemaatlerin ortak bir yanına daha dikkat çekmek gerekir: Tamamı öğrenci hareketidir. Cemaatler, Türkiye'de dinî duyarlılıklara sahip bir havas takımı yetiştirmeyi hep arzulaya gelmiştir. Bunda kısmen başarılı oldukları da söylenebilir. Çünkü benimsen görüşleri savunmaya kabiliyetli bir okuryazar grubu yetişmiştir. Fakat öğrenci hareketlerinin bir zaafı vardır: Geniş kitlelerle irtibat kurmakta zorlandıkları gibi okuldan sonra hayata atılan cemaat üyelerinin öğrencilik ideallerini sürdürmesi de çoğu zaman müteazzirdir. Cemaatle ilişkisi devam edenler ise ancak cemaatin öğrenci hareketi oluşuyla uyumlu şekilde kapalı bir yapı oluşturmaya elverişlidir.

Bu sebeple cemaatlerin hem organize olma biçimi hem insan malzemesi, halkın nabzını tutmaktan veya halk hareketi olmaya evrilmekten son derece uzaktır. Demokrasinin gözde rejim olduğu bir dünyada bunun ciddi bir stratejik hata olduğunu tartışmaya bile gerek yoktur. Böylesine siyasî hedefleri olan grupların siyasetin, doğasından aynı ölçüde uzak olması akıl alır şey değildir. Önce Refah Partisinin, sonra AK Partinin siyasi başarılarının genel olarak dinî zümrelerin belirli bir siyasi akım etrafında toplanması bizi yanıltmamalıdır. Çünkü bu akımı oluşturanlar, halkla doğrudan temasta bulunan ve rejim karşıtlığını hakiki bir sorun olmaktan çıkarıp Türkiye'yi yönetmeye talip olanlardır. Bütün bunların kaynağında ise Gümüşhanevî dergâhı yani bir Nakşibendi dergâhı bulunur. Daha önce belirttiğim gibi bunun müstakil olarak tahlil edilmesi gerekir.

Cemaatlerin potansiyelini oluşturan öğrenci kitlelerinin bir özelliği daha vardır: Ekseriyetle ilahiyat dışı alanlarda eğitim görmüşlerdir. Zira doksanların sonlarına kadar dinî cemaatler, ilahiyat ilimlerine hakiki manada ilgi göstermemiştir. Her ne kadar Nurculuk ve Süleymancılık yaygın görünse de öğrenci hareketi olmak bakımından bunlar da aynı kategoride değerlendirilmelidir. Bu durum, cemaatlerin, İslam düşünce mirasıyla hesaplaşmak bir yana yüz yüze gelmesini bile -makuliyet sınırlarının çok ötesinde- geciktirmiştir. İslam düşüncesinin tevarüsü beklenmedik şekilde resmi kurumlarda neşvü nema bulacaktır. Bu resmi kurumları idame ettiren öğrenci kitlelerinin çoğunluğu ise organize olmadığı için tarih yazımının bir parçası haline getirilmeyen zümrelerden gelecektir. Sonraki yazıda bu husus üzerinde duracağım.

Prof. Dr. Ömer Türker

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN