Arama

Mustafa Özcan
Aralık 13, 2020
Me too furyası mı?

Cinsel taciz suçlamaları ve itiraflarının peş peşe gelmesi ve ardından bir intiharla tavan yapması bana Hasan el Benna'nın entelektüel torunu Tarık Ramazan'ı ve maruz kaldığı bu tür iddiaları hatırlattı. Üzücü bir durum. Nikolay Sarkozy ile birlikte fikri münazaralara ve ekran kavgalarına girmiş entelektüel bir isim. Babaları, Hasan el Benna'nın damadı aynı zamanda dava ulağı ve sefiri olan Said Ramazan'dır. Baba oğul ve dede müthiş yetenekler. Batı'da yayınlanmış ve Türkçeye de çevrilmiş eserlerin sahibi. Oxford gibi kurumlarda derslere girmiş birisi. Asil bir aileden geliyor. Ancak son yıllarda birtakım Müslüman asıllı hatta gayri Müslim kadınlar kendilerine tasallut ettiğini ve mağdur olduklarını iddia etmeye başladılar ve meseleyi yargıya taşıdılar. Meseleyi şaşkınlıkla takip ettik. Birisi ortaya çıkınca, 'bana da bana da' tarzında yeni müşteki ve itirafçılar ortaya salınıyor ve sahneye iniyorlar. Fransız yargısı belki de intikam saikiyle kendisini mahkum etti. Esasen Sarkozy ve onun muadili ve emsali Yahudi asıllı olan IMF eski Başkanı Dominique Strauss-Kahn çapkın isimler arasında anılıyorlar. Ama başlarına Tarık Ramazan'ın başına gelen gelmedi. Gizli bir el onları koruyor, kolluyor mu yoksa? Bu konularla gündeme geliyorlar ama hiç aldırdıkları bile yok. Kimi partnerleri de onlar gibi pişkin ve derileri kalınlaşmış ve ar ve utanma damarları çatlamış. Hassas duygularını kaybetmişler. Son sıralarda kadınlar onurlarını korumak ve kurtarmak için sahne aldılar. Ama bu da yanlış yöntemler üzerinden gerçekleşiyor. Sözgelimi çıplak protesto eylemlerinde bulunuyorlar böylece işin ciddiyetini zedeliyor ve sulandırıyorlar.

Tekrar Tarık Ramazan'a dönecek olursak; İstanbul'da tanıştığımız bu zatın bu tür yüz kızartıcı eylemler işleyebileceğini doğrusu aklım almamış ve ihtimal vermemiştim. Bundan dolayı bu konu hakkında savunma pozisyonuna geçtim ve kendisini savunan ve aklayan yazılar kaleme aldım. Bunun nedeni, Fransız yargısının önyargılı olması ve güven vermemesi aksine Tarık Ramazan'a da olan güvenimdi. Lakin müşteki kadınların sayısı gittikçe artıyordu. Ben de konu hakkında giderek şaşkın ve müşkil bir vaziyete düşüyordum. Tarık Ramazan lehine önyargılı davranmıştım. Bilgim olmadan fikrim olmuştu. Ama sözgelimi Trump ile ilgili benzeri iddialara biraz da onun savrukluğu nedeniyle katılıyordum ama sonuçta Tarık Ramazan vakur bir ilim adamıydı. En sonunda selefi ekolden gelen ve lehte önyargısı olmayan belki aleyhte peşin hükmü olan bir arkadaşa danışma ihtiyacı duydum. Benim şaşırmama şaşırdı ve neden olmasın dedi. Onun bu serinkanlı değerlendirmesi önce beni allak bullak etti. Sonra 'neden olmasın?' diye kendi kendime sordum. Onun serinkanlı tutumu beni konuyu yeniden değerlendirmeye itti. En azından eski pozitif önyargılı tutumumu bırakmıştım. Beşer şaşar.

Benzeri bir durum şimdi Türkiye'ye intikal etti ve bizim ülkemizde de yaşandı ve onun ötesine geçti; durum yargıya aksetmeden İbrahim Çolak adlı suçlamaların odağındaki isimlerden birisi intihar yolunu seçti. Bizleri de şok etti. Hasan Ali Toptaş isminden sonra onun da ismi gündeme bu iddia veya suçlamalar dolayısıyla geldi. Önce intihar haberleri gelince Hasan Ali Toptaş kastediliyor sandık. Ardından bahse konu ismin İbrahim Çolak olduğunu fark ettik. Fotoğrafları basında yer alınca gözüm bir yerlerden kendisini ısırdı. Lakin Ankara ve İhtiyar Kitabevi ile bağlantılı çıkınca göz aşinalığının beni yanıltabileceğine kanaat getirdim. Ama yakından bakınca ve ismi İbrahim olunca merakım depreşti ve internet üzerinden biraz gezinti yaptım ve Trabzon-Sakarya güzergahından olduğunu öğrenince kendisinin tanıdığım kişi olduğunu anladım. Tabii ki hem olaya ve hem de intiharına derinden üzüldüm. Durum aynen Şirazlı Sadi'nin terennüm ettiği gibidir:

Sen ki başkalarının mihnetinden keder duymuyorsan, sana insan demek yakışık almaz!

Kendisiyle Sakarya merkezde İXİR Sahaf Kitabevinde tanışmıştık. Zaman zaman yeni kitapları görmek ve edinmek için buraya giderdim. Bu dükkana uğradığım yıllarda ortaklardan birisiydi. Piyasanın daralmasıyla birlikte arkadaşlardan birisi kitabevini ötekine devretmişti. En son Aziziye Camii taraflarında karşılaşmıştık. Arap Baharı sonrasıydı, yıl muhtemelen 2011 olmalıydı. O sıralarda gördüğüm kadarıyla İran'a sempatik bakıyordu. Patlak veren Arap Baharı ve bahusus Suriye meselesiyle ilgili benim değerlendirmemi merak ediyordu. Ben de bu işten Esat ile İran'ın zincirleme zararlı çıkabileceğini söyledim. Bu aynı zamanda benim görmek istediğim onun da görmek istemediği bir sonuçtu. Bu analiz kendisinin hoşuna gitmemişti daha doğrusu İran'ın böyle bir sonuca yuvarlanmasına gönlü razı olmuyordu. Ona sevgi gözüyle bakıyordu. Bu gelişme karşısında üzüldüğü her halinden belli oluyordu. 1980'li yılların idealist gençlerindendi. Sakarya, İran yanlısı akımın güçlü olduğu menzillerden birisiydi. Zaman zaman yıkılmadan evvel Yeni Camii Kıraathanesinde o tür gençlerle sohbet ederdik. Vakıa ve realizm rüzgarları ese ese idealizmi çatlatmış ve aşındırmıştı. Herkes bir tarafa savrulmuştu. 'Güvendikleri dağlara kar yağmıştı' denildiği gibi güvendikleri ideolojiler de söylem ile eylemi farklı vadilere dağılınca parlaklıklarını ve revnakını kaybetmişti. Bizim nesil esasında talihsiz bir nesil. 1970'li yıllarda idealizm rüzgarlarına kapılmış ve 1990'lı yıllarda ise etekleri yere değmişti. Bu idealizme veda etmek ve çürümeye çağrı değil elbet. Bununla birlikte ideallerimizin arkasında daha sıkı durma ve idealizmin sınırlarını daha doğru tayin etmek anlamına geliyor. Beşeri haller ideolojileri gölgeliyor. Hadisler İslam'ın en parlak dönemlerinde bile Medine'ye hicret edenlerin az da olsa bir kısmının at-avrat peşinde koşturduklarına dair atıflar içeriyor. En azından 'ameller niyetlere göredir' hadisinde bu yönde gönderme var. Onun ötesinde Malik Bin Nuveyre meselesinde Halit Bin Velit suçlanmıştır. Bununla birlikte genel duruma bakarak Hazreti Ebubekir Hazreti Ömer gibilerin aleyhte tavrına rağmen Halit Bin Valid'i kayırmış ve kollamıştır. Ona diğer alanlardaki yararlılıkları nedeniyle siper olmuştur. Şiiler bildik nedenlerden dolayı ve toptan Sünnileri suçlamak için bu meseleyi kaşımış, kurcalamış durmuşlar ve dillerine dolamışlar ve Halit Bin Velid'i suçlamışlardır. Bir seriyede La ilahe illallah dediği halde muhatabını öldürmesi nedeniyle Hazreti Peygamber tarafından paylanması örneğinde olduğu gibi Malik Bin Nuveyre'nin öldürülmesi ve eşinin ganimet payı olarak alınması meselesinde de haklı çıkabilirler. Ama neye yarar? Bununla birlikte Hazreti Hasan'ın 'mizvac/çok evlenen' biri olduğu meselesiyle fazla ilgilenmezler. Görmezlikten gelirler. Onların nazarında bu bir kusur mudur? Belki de değildir.

Kadına ve bilgiye ulaşmanın bu kadar çok kolay olduğu günümüzde kim 'dehensiz' yani dumansız, dikensiz ve tam duru kalabiliyor, yaşayabiliyor? Allah herkesin muini olsun. Mecdelli Meryem'in recm edildiği ve taşlandığı sahnede Hazreti İsa'nın ilk taşı içinizdeki masum kişi atsın veya taşlamayı o başlatsın demesi karşısında ilk taşa kim sarılabildi? Kim tam olarak masum olduğumuzu söyleyebilir?

Allah esirgesin, bazen zaaflarımızın esiri olabiliyoruz. Düşmez kalkmaz bir Allah. Allah İbrahim Çolak'ın taksiratını affetsin.

Mustafa Özcan

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN