Arama

Ekrem Demirli
Ocak 21, 2020
İbnü’l-Arabi’nin vasiyeti: Kanım malım ve ırzım müminlere helal olsun
Sesli dinlemek için tıklayınız.

Bir düşünürün büyüklüğü neyle ölçülür? Büyüklüğün görece olabileceğini hesaba katarsak, onun düşünce hayatına kazandırdığı boyutlar, öncesi ile sonrası arasında doldurduğu yer, mirasa getirdiği yorumlar ve eklediği sorular, geliştirdiği kavramlar, talebeleri ve eserleri! Bütün bunlar nesnelliğe yakın derecede ölçülebilir ve her birisi düşünürün büyüklüğünü anlamaya somut katkı sağlayabilir. Fakat bazen bütün bunlar yeterli gelmez: Socrates geride ne ciddi bir ıstılahat bıraktı ne eser yazdı ne başka bir şey yaptı; hayat öyküsüyle felsefenin bilinebilir tarihinin kurucu ilkesi haline gelerek bütün zamanlarda felsefenin gidişatını belirledi. Belki felsefe bir insan ile özdeşleşecekse onunla özdeşleşebilir: Felsefe yapmanın gayesi Socrates gibi olmak, felsefi hayat ise onun hayatıdır. Niçin böyle oldu ve Socrates ne yaptı? Aslında bir şey yapmadı, sadece öldü ve mağaradan çıkabilme cesaretini gösterdi. Felsefe yapmak tam da odur: Başta alışkanlıklarımız ve zihinsel konforumuz olmak üzere, bizi mağaradan memnun kılan tüm zaaflarımızı bırakabilme cesareti felsefe yapmanın lazım sebebidir. Biz hakikati ancak her türlü zihinsel konforu aşarak ölümü göze alabilecek bir cesaretle keşf edebiliriz. Ona ulaşmanın bedeli yaşamaktan geçebilme cesareti, bulmanın ödülü ise ölüm korkusunu yenmekle erdiğimiz özgürlüktür.

İbnü'l-Arabi'nin hayatı biraz daha farklı: O hakikat için ölmedi lakin hakikat ile ilişkisini ölüm-kalım meselesi olarak inşa etmekle temayüz etti. Her şeyden önce İbnü'l-Arabi geride büyük eserler bıraktı. Fütuhat-ı mekkiyye veya Fusus-ı Hikem insanlık tarihinde eşi az bulunabilecek eserlerdir. Sonra bir çok kavram bıraktı, bir çok soruna yol açtı; çözdüğü sorunlar yol açtıklarına nispetle daha azdır. Bütün bunlar onun ayrıcalıklı yerini anlamaya yetmiyor. Onu eserleriyle özdeşleştirmek kendi cümleleriyle çelişebilir: Eserlerinden söz ederken 'yola kitap yazmak için girmedim, kitaplar yan ürün olarak geldi' demişti. Onun esas kimliği başka bir yerde bulunabilir: ahlaki hayatı!

KISASA KARŞI AFFI YEĞLEMEK: İNSANI ÖLDÜREN ŞEY İNTİKAM DUYGUSUDUR

İbnü'l-Arabi'nin ahlakının temelinde engin merhamet yatar. Bir sözünde 'Rahman'ın tecellisine mazhar oldum, şeriat hakları dışında affedemeyeceğim suç/günah yoktur' demiştir. Allah'a ortak koşmanın dışında, suçların en büyüğü masum birini öldürmektir. Bu itibarla Kur'an-ı Kerim masum cana kast etmenin bütün insanları öldürmek mesabesinde olacağını söyleyerek dikkatimizi insan hayatının değerine ve onun bir emanet olmasına çeker. İslam ceza hukukunda bunun cezası bellidir. Fakat burada bir incelik vardır: Kısasta da başka bir insanın –suçlu dahi olsa- hayatı söz konusudur. Acaba İslam bu konuda ne söyler? Soruyu İslam ceza hukuku ne söyler diye sorarsak cevap bellidir: kısas! Fakat İslam'ı fıkıhtan ve ceza hukukundan daha geniş anlamda ele alırsak, kısas doğru cevap değildir. İslam affetmenin üstünlüğünü tespit eder. Bu itibarla fıkıh bir uzlaşmadır ve daha çok da hayatın vakıası ile dinin realitesi arasında ince bir siyasettir. 'Kim kardeşini affederse, bu, daha hayırlı olur' ise ilahi buyruktur. Kötülüğe mukabil affedici olmak ahlakın zirvesidir. İbnü'l-Arabi bunu izah ederken yaşadığı örnekleri zikreder: Bir hükümdar nezdinde idam mahkumu birisi için tavassutta bulunurken hükümdar kendisine 'Hükümdarın bile affedemeyeceği suçlar vardır' dediğinde İbnü'l-Arabi şöyle cevap verir: 'Demek ki hükümdarlığın suçun aşabileceği ölçüde sınırlıdır.' Neticede idam mahkumunun affedilmesini sağlar. Fakat mesele burada bitmez: Çünkü affetmek toplumu savunmasız bırakmak olmamalıdır: 'Öyle bir ceza ver ki başkalarına ibret olsun, bu da bir daha işleme imkanı bulamasın.' İbnü'l-Arabi bu sözleriyle idamın dışındaki cezalarla insanın ve toplumun hayatını korumanın mümkün olabileceğini düşünür. İslam affetmekle suçlunun hayatını korurken alınacak tedbirlerle -sadece toplum düzenini değil- ahlaklı kalabilmenin vasatını korur.

İbnü'l-Arabi'nin ahlak anlayışı bu noktada ortaya çıkar: 'Biri beni öldürürse varislerim ondan kan talebinde bulunmayacak (kısas).' Bir düşünce doğru olduğu için savunulur; düşünür kendisini doğruya en layık ve öncelikli kişi kabul eder: Affetmek doğru ise ilk affedici ben olmalıyım. Böylece ilahi nassı yorum tarzını önce kendisi için kabul ederek muhtemel katil eylemine mukabil kısası reddeder.

Bir insan canından geçebildikten sonra malının derdine düşecek değildir. İbnü'l-Arabi 'Herhangi birisi benim malımı gasp ederse ona da hakkımı helal ettim' der. Bu ikinci konuda affedici olmak ilkine göre daha kolay görünüyor. Üçüncüsü ise daha farklı bir konudur. "Birisi ırzıma taalluk eden bir isnatta bulunursa ona da hakkımı helal ettim." İbnü'l-Arabi sevenleri çok olan bir düşünürdür; insanlar ona 'kurucu düşünür' anlamında 'şeyh-i ekber' demişlerdi. Fakat onu eleştirenler ve itham edenler de çoktur. Bu, İslam düşüncesinin bir zenginliğidir. Hem yaşarken hem ölümüne kadar hakkında ağır ithamlarda bulunanlar, onu tekfir edenler hep olagelmiştir. İbnü'l-Arabi'nin sevenleri ithamlara cevap vermeye çalışmış, şeyhi müdafaa etmek için eserler yazmışlardır. Bazen düşünürüm İbnü'l-Arabi öyle ithamlar karşısında nasıl yol izlerdi: O haklı haksız ithamlar karşısında muhatabına saygısının gereği görüşlerini izah ederdi (Fütuhat'ın girişi bu amaçla için yazılmıştı). Lakin 'cedel' yaparak hele muhataplarını itham ederek kendini savunma yolunu asla seçmezdi. 'Kendinizi tezkiye etmeyin' ile 'Nefsimi savunmuyorum' nasları onun düsturu olurdu.

Ekrem Demirli

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN