Bir duygu ve bir erdem arasında sevgi
Leylâ bizi mecnûn etti, o ise başkasına aşık
Bize meftûn olan da var biz de onu sevmedik
Aile çevresinden işittiğim cümlelerden biridir: "Sev seni seveni gözü kör ise, sevme seni sevmeyeni Mısır'a sultan ise!" Hiç kuşkusuz böyle sözler asırların birikimini, insan hikayelerini, yaşanmış acıları, çekilmiş çileleri ve tecrübeleri nesilden nesle aktaran engin bir aklın hülasasıdır. İnsanlar en sık rastlanan bir insani duygu üzerinde epey bilgelik üretmiş, bu vadide sütten ağzı yananlar başkalarına yoğurdu üfleyerek yemelerini salık vermiş, sevgiyi karşılıklılık ilkesine bağlamış, tek taraflı olanı ise marazi bir hal sayarak utanç veya istihza ile karşılamışlardır. Metin Erksan'ın 'Sevmek Zamanı' filmi 'gerçeklikten sapan' mücerret aşk temasını eleştirir: Bir resme aşık olmak ile resimdeki kadını sevmek arasındaki çelişkiyi yaşayan kahraman aşık olduğu fotoğrafı göle atınca tarihin yükünden özgürleşmiş olur. Bu bakış açısının izlerini taşıyan sinema ve çağdaş edebiyatta aşk bir erkek ile bir kadın arasındaki karşılıklı duygu yoğunluğu şeklinde işlenegelmiştir. Üstelik kadim edebiyat ve sanatta ele alınan temalar da bu gözle yeniden yorumlanır: Artık Leyla ile Mecnun arasındaki aşkı kız-erkek aşkı şeklinde anlarız, Yusuf ile Züleyha, Kerem ile Aslı birbirini seven fakat "zalim" insanların araya girdiği vuslatı ukbaya kalmış hikayelerdir. Bu itibarla sevgiyi salt bir ahlak, insanı kemale erdiren kurucu değer şeklinde ele almak büyük bir dirençle karşılaşır. Halbuki şu sorunun cevabını bulmak gerekir: Karşılıklı olan bir duygu halini niçin sevgi diye isimlendirelim ki? Duygularımız dahili ve harici âmillerin etkisiyle harekete geçer, onlara göre artar veya azalır. Böyle bir duygu için özel kabiliyet gerekmediği gibi terbiye edilecek ve geliştirilecek bir şeyden de söz edemeyiz. Hal böyle iken tasavvuf şiirinin en önemli kısmını teşkil eden bir literatür nasıl ortaya çıktı?
BİR BABANIN ÇOCUĞUNU SEVMESİ SEVGİ MİDİR?
Düşünmenin en iyi yanı insanın mutlak emin olduğu konular hakkında söz söyleme cesareti vermesidir. İnsanlar kendi varlıklarından veya çevrelerindeki nesnelerin varlığından tereddüde kapılmaz; varlığın mahiyeti ve niteliği üzerinde konuşmalar ise düşünce tarihinin ana konularıdır. Bir filozof 'atılan ok gidiyor mu yoksa gitmiyor mu?' dediğinde öteki filozof 'karşısına geç de gör' demediği için felsefe yapılır. Felsefe okumanın/yapmanın ehemmiyetini hareket bahsindeki tartışmalarında geçen kaplumbağa ve aşil hikayesinden fark ederiz: Duyularımızın hiç tereddüt etmeden verebilecekleri cevaba rağmen öyle bir soruyu sorabilmek doğru ve kesinlik nedir üzerinde düşünmeyi öğretir. Böyle sorular tabiattaki varlık durumlarıyla ilgilidir, ilgilileri ise azdır zaten. Bu nedenle böyle tartışmalar "önündeki çukuru görmeden gökteki yıldızlar üzerinde konuşan" belirli bir zümreye mahsus 'zararsız tartışmalar' sayılabilir. Lakin mesele insan ve onun hayatını kuran temel konulara geldiğinde işin mahiyeti değişir: Doğa hakkında en kesin kanaatlerimizi sorgulayan insanlar bu kez 'Sevmek diye bir şey var mı yok mu?', 'Bir ebeveyn çocuğunu sever mi sevmez mi?', 'Çıkar ilişkisinin dışında bir erdem alanı var mıdır yok mudur?' dediğinde hepimiz tartışmanın bir parçası haline geliriz. Felsefenin sınırlı bir insan gurubunu ilgilendiren bir konuşma alanı olmak yerine her insan tekini ilgilendirmeye başladığı yer burasıdır: müşterek insan durumları hakkındaki soruşturma! Adalet, erdem, sevgi, dostluk gibi insana mahsus olduğunu düşündüğümüz kurucu değerler böyle bir tahlil süreciyle hakiki anlamlarını bulur.
Soru şuydu: Bir ebeveyn çocuğunu sevebilir mi? Soruyu soran filozof, bir anne veya baba ile çocuk arasındaki 'çıkar ilişkisini' hesaba katarak böyle bir ilişki dahilinde sevgiden söz edip edemeyeceğimizi tahlil etti. Hiç kuşkusuz ortada bir 'menfaat' ilişkisi vardır: çocuk babaya muhtaç olduğu kadar baba da çocuğa muhtaçtır. Baba bu çıkarları için çocuğunu sahiplenir, ona emek verir, onunla ilgilenir vs. En sonunda emek verdiği çocuğunu daha çok sever. Kadim filozoflar her insanda yaratılıştan gelen böyle bir duyguya sevmek veya sevgi demenin bir yanılsama olduğunu düşünürler. Çünkü bu ilişkide insanı yönlendiren şey 'menfaat' duygusudur: çocuğun insana sağlayacağı prestij, fayda ve en önemlisi onun babanın biyolojik bir 'parçası' olmasıdır. Bir çocuğu seven anne ve baba gerçekte kendinden başkasını seviyor değildir. Duygularımızı veya davranışımızı yönlendiren çıkarlarımız ise onları 'sevgi' gibi üst bir terimle gizlemek sadece bir dil oyunu olabilir.
Konu üzerindeki tartışmalar uzundur, lakin bu alanda görüş beyan edenler şu iki konuda ısrarla durdu: Birincisi 'fayda ve menfaat' ilişkisinin dışına çıkarak bir erdem ve ahlak olarak sevmekten söz edebilir miyiz? Soruya verilen cevap olumludur; en azından sofistlerle metafizikçiler arasındaki tartışmada metafizikçiler soruya olumlu cevap vererek sevgiyi bir duygu hali olmaktan çıkarttı ve onu üst-kurucu erdem seviyesine taşıdılar. İnsan hiçbir fayda ve zarar hesabı yapmadan sevebilir; hatta severse bir erdemden söz etmiş oluruz. Böyle bir yaklaşım hiç kuşkusuz insanı yücelten, onun zihni imkanlarını öven, onu duygularından özgürleşerek akılla hareket edebilen varlık seviyesine çıkarmak demektir. İkinci mesele ise 'Böyle bir sevginin neticesi nedir?' sorusudur. Bu sorunun cevabını ise ilk cevabı tam olarak kabul eden sufiler verdiler: Onlar için birinci merhale sevgide ve bütün erdemlerde karşılıklılık ilişkisinden kurtularak özgürleşmektir. İnsan karşılıklılık ilişkisinden kurtulunca gerçekte duyguların etkisinden kurtulmuş demektir. 'Kalp' dediğimiz şey de duyguların ve dış dünyanın etkisinden arınmış, iman ile şereflenmiş aklın ta kendisidir. Öyle bir akıl –iman etmiş akıl- veya gönül rehberliğinde insan, ferdiyet yolunda terakki eder, aşk 'ateşinde pişer', hamlıktan arınır, hakiki insan haline gelerek evrenselleşir.
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.