Ahmet Ağırakça
13.12.2025
Ahmet Ağırakça
Sebe’ Melikesinin ve Halkının Müslüman Oluşu
Tüm Yazıları

Sebe’ Melikesinin ve Halkının Müslüman Oluşu

Sebe' Melikesi artık gerçeği anlamıştı. Süleyman (as) bir peygamberdi. Allah'ın lutfuyla, önüne geçilmez orduları ve gücü vardı. Kraliçeye verilen bilgiler ve ona yapılan davet onun ve halkının içinde bulunduğu şirki terk etmesi gerektiğindendi. Aslında Hz. Süleyman'ın aldığı vahyî bilgi ile Melike'nin ona geleceğini öğrendiğinden ona risâletin ve vahyin gücüyle kendisinin nasıl desteklendiğini göstererek bir mucizeye şâhit olmasını -çok değer verdiği o şatafatlı tahtının ondan önce yanına getirildiğini görmesini- istemiş olmalıdır. Bununla kadının kalbinin yatışmasını, gördüğü fevkalade olaylar karşısında Müslüman olmasını arzu etmişti.

Hz. Süleyman (as) ise, ordusuyla kendisine gelecek olan Melike'ye bir sürpriz hazırlıyordu. Onun İslam dinini kabul etmesi halinde müslümanlığını kuvvetlendirecek bir mucize görecekti. Kur'ân-ı Kerim olayın devamını bize şöyle haber vermektedir:

"Süleyman (kendi kurmay yöneticileri ve diğer yardımcılarına) dedi ki: "Ey ileri gelenler! Onlar bana Müslüman olarak teslim olup gelmezden önce, kadının tahtını hanginiz bana getirebilirsiniz? Cin'den bir ifrit dedi ki: "Ben onu sana, sen yerinden kalkmazdan önce getirebilirim. Şüphen olmasın ki, ben buna gücü yeten ve güvenilir bir kimseyim. Elinde kitaptan bir bilgi bulunan kişi dedi ki: "Ben onu sana gözünü açıp kapamadan getiririm." (Süleyman) Tahtın hemen birden yanında durduğunu görünce, dedi ki: "Bu, benim Rabbimin lütfundandır. Acaba şükür mü ederim yoksa nankörlük mü ederim diye beni sınaması içindir. Kim şükrederse kendi lehine şükreder. Kim de nankörlük ederse mutlaka Rabbim (şükre muhtaç olmayan) Ganî'dir, Kerim'dir (sınırsız bir zenginlik ve cömertliğe sahiptir). (Hükümdar kadın) geldiğinde, (ona) şöyle denildi: "Senin tahtın böyle midir?" O da: "Sanki bu, odur" dedi. "Zaten bize bundan önce (bu mucizeler hakkında) bilgi verilmiş olup biz de (bundan dolayı) teslimiyet göstermiştik. Daha önce Allah'tan başka taptığı şeyler ona engel olmuştu. Çünkü o, (güneşe tapan) kâfir bir kavimden idi. O kadına: "Köşke gir" denildi. (Köşkün içinde koridor ve salonlarda yürürken) gördüğü manzarayı derin bir su sanıp eteklerini topladı. (Süleyman): "Gerçekten o, billurdan yapılmış, iyice düzeltilmiş bir köşktür" dedi. (O kadın) dedi ki: "Rabbim, ben nefsime zulmettim ve Süleyman'la birlikte âlemlerin Rabbi olan Allah'a teslim oldum." (en-Neml, 27/38-44).

Hz. Süleyman'ın yanında bulunan ve tahtı hemen getireceğini söyleyen bu kişinin kim olduğu ve elindeki hangi kitaptan bilgi sahibi olduğu açıklanmamaktadır. Fakat Allah'a bağlı bir mümin olduğu belli olan bu kişi, Allah'ın kudret ve kuvvetiyle kendisine verilen bir nimetle bunu gerçekleştirmiştir. Bunun hem Hz. Süleyman'a hem de bu bilge kişiye Allah'ın bir ikramı olduğu muhakkaktır. Bu gibi durumlar insanların fazla gördüğü olaylar olmayıp -nadir görülen- olağanüstü hâllerdir. İşte buna mucize denir. Allah'ın bir ikramı ve lütfu olarak gerçekleşen bu olay karşısında Hz. Süleyman birden Rabbine şükretmiş ve böylesi bir nimetin bir sınama olduğunu düşünerek kendi nefsini yoklamış ve âdeta Allah'a olan itaatini yenilemişti. Allah kulların şükrüne muhtaç değildir. Ancak kulların Allah'a şükretmeye ihtiyaçları vardır.

Ayrıca kraliçe şunu ifade etmiş olmalıdır: Hz. Süleyman'ın (as) bu mucizelerinden daha önceleri haberdar edildiğimiz için biz de onun gösterdiği inanca ve dine teslim olduk." Hükümdar kadın, Yemen'den Kudüs'e gelinceye kadar neredeyse bir aylık mesafe varken tahtının kendisinden önce buraya gelmiş olması bir peygamberin göstereceği mucizeden başka bir şey olmadığını görmüştü.

Kraliçe Hz. Süleyman'ın son derece mükemmel olan güzel bir sanat eseri gibi donatılmış olan köşküne girip de billurdan yapılmış yolda yürürken burada bir suyun aktığını zannetmiş, adeta serap görmüştü. Tahtının Yemen'den getirilip önüne konması başta olmak üzere Hz. Süleyman'dan sudur eden birçok mucize ile karşılaşmıştı. Bütün kuşların ve hayvanların konuştuğu dilleri anlaması, insanların ve cinlerle bütün hayvanların ona itaat etmesi gibi olaylar onu ister istemez etkilemişti. Bunca mucizeler karşısında o güne kadar yanlış ibadetler yaptığını ve güneşi tanrı edinmekle büyük bir yanlışlığın içine düştüğünü kabul edip Hz. Süleyman'a iman ederek teslim olup Müslüman olduğunu açıklamıştı.

Sebe' Halkının İrtidadı ve Helâkı

Bu kadın hükümdarın adı Kur'an-ı Kerim'de geçmemektedir. Ama ne yazık ki tefsir ve İslam tarihi kaynakları bunun adının Belkıs olduğunu kaydederken hiç bir delile dayandırmaları mümkün olmayan bir bilgiyi kaydetmişlerdir. İslam Öncesi Arabların tarihi hakkında çok köklü bilgiler veren Iraklı Tarihçi Prof. Dr. Cevad Ali, Sebe' hükümdarlarının kadın ve erkek bütün isimlerini kaydederken böyle bir isimden hiç söz etmemiştir.[1] Hatta ciddi araştırmacılar ve önemli ansiklopediler de bu bilginin doğruluğunu araştırmadan kadının adının Belkıs olduğunu aktarıp durmaktadırlar. Kur'ân'da kıssa hakkında şu bilgilerle devam edilmektedir:

" Sebelilerin bizzat kendi yurtlarında (ilahi nimeti ve güzelliği yansıtan) bir ibret vardı. (Şehrin) sağ ve solunda ikişer bahçe vardı. (Onlara şöyle dedik:) "Rabbinizin rızkından bol bol yiyin ve Ona sürekli, çokça şükredin. İşte (suyu ve havası) güzel ve hoş bir şehir ve bağışlayıcı bir Rab." (Sebe, 34/15).

Dünya imar ve medeniyet tarihinde ve özellikle tarım alanında muazzam gelişmelerin olduğu bir bölge olan Yemen'de insanlar fevkalade bağ ve bahçelere sahip olmuşlardır. Devletin merkezi olan şehrin her tarafı, bağ ve bahçelerle donatılmıştı. Bol bol her türlü meyve ve sebze vardı.

Allah'ın, kendilerine bunca nimetler vermesine rağmen onlar, bu dinde sebat etmeyip tekrar sapıklığa ve küfre saptılar. Allah (cc) da bunların yaptıkları bu nankörlüğe karşılık onlara rezil ve helâk edici bir azab gönderdi. Rabbimiz Kitab-ı Kerimi'nde olayı şöyle haber vermektedir:

" Fakat onlar (bu nimetlere de şükretmeyip) yüz çevirdiler. Biz de onlara Arim selini gönderdik ve onların iki bahçelerinin yerine buruk yemişli, bir çeşit acı meyvesi olan ağaçlar, çok az da bazı sedir ağaçlarından bir şeyleri bulunan (dikeni çok, meyvesi az ağaçlardan ibaret bozulmuş) iki bahçe verdik. İşte nankörlük etmelerinden dolayı Biz de onları böyle cezalandırdık. Zaten Biz nankörlük edenlerden başkasını cezalandırmayız. Onlar ile bereketlendirdiğimiz şehirler arasında sıra sıra (birinden diğerinin göründüğü) kasabalar var ettik,[2] oralarda gidip gelmelerini takdir ettik. "Oralarda güvenlik içinde, geceler ve gündüzler boyunca gezin" (dedik). Buna rağmen: "Rabbimiz, yolculuklarımızda mesafeleri uzak tut" diye dua etmeleriyle kendi kendilerine zulmettiler. Biz de onları insanlar bu olaylardan ibret alsınlar diye dillere destan olmuş yaşanmış olaylar şeklinde anlatıyoruz. Nankörlüklerinden dolayı onları darmadağın ettik. Şüphesiz bunlarda çok sabreden, çok şükreden herkes için alınacak dersler vardır. İblis insanların aleyhindeki tahmini planını gerçekleştirmişti.[3] İşte ne yazık ki sadece müminlerden bir kesim dışında (çok kimse) İblise uymuştur. Halbuki İblis'in onlar üzerinde bir hâkimiyeti yoktu. Ancak Biz ahirete iman eden kimseler ile ondan yana şüphe içinde olanları ayırt etmek için böyle yaptık (ona fırsat verdik). Her şey Rabbinin gözetimi altındadır." (Sebe, 34/16-21).

Allah'a ve kendilerine gelen peygambere itaat etmedikleri gibi bu nimetlere de şükretmeyip yüz çevirenler oldu. Şükretmemenin cezası olarak da o muazzam tarım alanlarının yıkılması bir an meselesi olmuş ve sedler yıkılmıştı. Allah'ın üzerlerine gönderdiği Arim seli her tarafı yok edince dikeni çok, meyvesi az ılgın ağacına benzeyen ve bunun yanında az bir kısmı da yemen bölgesinde yetişen ve çok da verimli olmayan bir tür kiraz ağacından ibaret bozulmuş bahçeler kalmıştı. Allah, insanlara nimetler verip bunları kullanma bilgisiyle birlikte dünyada rahat bir hayat sürmelerini insanlardan diler fakat bu nimetlere şükretmesini bilmeyen, bu nimetleri paylaşmayanlar aynı şekilde Allah'ın bir sınamasıyla karşı karşıya kalırlar. Bu nimetlere nankörlük edenlerin nimetlerinin ellerinden alınması da dünyadaki bir ceza ve Allah'ın bir takdiridir. Nimete şükretmemenin nankörlük olduğunu ve ceza gerektirdiğini hatırımızdan çıkarmamalıyız.

Mekkelilerin ticari hayatlarını sürdürebilmeleri için Arim selinden sonra Yemen'den Suriye ve Filistin'e, Akdeniz sahillerine kadar uzanan yol üzerinde konaklayabilecekleri kasaba ve şehirlerin iskân edilmiş olması da Allah'ın bir lütfudur. Güneşin doğmasından sonra bir şehirden çıkan bir yolcu veya kervan gün batımından önce bir başka şehre nasıl ulaşabilir? Yüce Allah insanlara yol göstererek onların şehirler kurmalarını kolaylaştırmış ve güvenliklerini bununla sağlamıştı.

Allah bir topluma güzel imkân ve nimetler verir. Bunları insanlar Onun rızasına uygun olarak kullanır ve Ona şükrederlerse nimet devam eder, ama nankörlük eder de Allah'ın birliğine ve emirlerine iman etmekten uzaklaşırlarsa Allah bu nimetleri geri alır. Yemen'de hüküm süren Sebe' Devleti, muazzam bir medeniyet düzeyine ulaşmış fakat Allah'a isyan konusunda da ileri gitmiş ve putlara tapınmaya başlamıştı. Üzerlerine gelen sel felaketleri ile ülkeleri çöle döndü ve yarımadanın dört bir yanına dağıldılar. Gassanîler Suriye'ye, Lahmîler Irak'a, Hilaloğulları Mardin çevresine gelip yerleşmiş ve Yemen'de sahip oldukları birçok nimetten yoksun kalmışlardı. Özellikle özgürlüklerini kaybetmiş, gelip yerleştikleri İran ve Bizans topraklarında bu iki devletin hâkimiyeti alanına girip işgalcilerin ve topraklarına gelip yerleştiklerin devletin dinlerini de kabul etmek zorunda kalmışlardı. İşte nimetlere nankörlük eden her toplum kendinden daha sonra gelenler için birer ibret olup böylesi bir ceza ile karşı karşıya kalabilir. Zira tarih her zaman tekerrür edebilir.

İman etmelerine karşın, Allah'ın kendilerine verdiği bunca nimetler, bağışlar ve özgürlüğe rağmen, bu nimetlere sarılıp şükredeceklerine, İsrailoğulları mantığıyla başka türlü türlü isteklerde bulunmakla Allah'ı gazaplandırdılar. Neticede de Allah, onlara azap etti, onlar darmadağın bir şekilde sağa sola dağılıp gittiler toplum ve devletleri çöktü.

Hz. Süleyman'ın Vefatı

Hz. Süleyman'ın (as) hayatı olağanüstü ve ibretler verici olaylarla dolu olduğu gibi, ölümü de aynı derecede ilginç olmuştur. Bu arada gaybten haber verdikleri, bilinmeyeni bildikleri sanılan cinlerin gerçekten de böyle bir bilgiye sahip olmadıklarını Kur'ân-ı Kerim, Hz. Süleyman'ın (as) ölümünü göstererek ispatlıyor:

" Biz (Süleyman'ın) ölümüne hükmedince asâsını kemiren ağaç kurdundan başkası onlara ölümünü göstermedi. Nihayet (ölüp de) yıkılıp yere düşünce (cinler öldüğünü görüp kaçtılar). Bununla cinlerin gaybı bilmedikleri açıkça ortaya çıktı. Eğer cinler gaybı bilmiş olsalardı bu (içinde tutuldukları) horlayıcı azap içinde devam etmezlerdi." (Sebe, 34/14).

Süleyman (as) Beytu'l-Makdis mabedi'nin binasının sürdürürken cinleri işçi olarak kullanmaktaydı. "Bu sırada vefat edecek olursam mabed bitinceye kadar cinler benim vefat ettiğimi bilmesinler" diye Rabbine dua etmişti. Namaz kıldığı sırada önünde gördüğü Harnub ağacından bir dal kesip onu budayarak kendisine bir asa yapıp mescidi'nin kontrolünü yaparken bu asaya dayanıp duruyordu. Bundan maksadı ölümünü cinlerin bilemeyeceğini ve insanların da cinlerin gaybı bildiklerine olan inançlarının yok olmasını dilemişti. Üzerine dayandığı asanın bir ağaç kurdu tarafından yavaş yavaş kemirildiğini ve asanın içi iyice boşalınca asa kırıldı ve Hz. Süleyman yere yığıldı. Halbuki çoktan vefat etmişti. Yukarıda kaydettiğimiz ayet bunu en açık bir şekilde anlatmaktadır. "… asâsını kemiren ağaç kurdundan başkası onlara ölümünü göstermedi. Nihayet (ölüp de) yıkılıp yere düşünce (cinler öldüğünü görüp kaçtılar). Bununla cinlerin gaybı bilmedikleri açıkça ortaya çıktı. "

Bu bilgilerin senedinde yer alan Ali el-Horasanî hadis rivayetinde münker kabul ediliği için hadis İbn Abbas'tan mevkuf olarak rivayet edilmiş olup zayıf derecesindedir.

Hz. Süleyman (as) kendine has kıldığı bir mihrabta asasına dayanarak namazını kılardı. Cinler ve şeytanlar onu hep böyle görürdü. Nihayet bu şekilde asasına dayanarak ibadet ederken ecelini Rabbimiz takdir etti ve vefat etti. Cinler onun vefat ettiğinin farkında olmadıkları için mescid'in inşasında çalışmaya devam ediyorlardı. Çalışmamaları halinde Hz. Süleyman'ın kendilerini cezalandırmasından korktukları için hep çalışmaya devam ettiler. Onlardan birileri onun yanına girince emrinden çıktıklarında yanar ölürlerdi. Bir gün cinlerden birisi onun yanına girince yanmadığı görülür. Bunun üzerine Cin, Hz. Süleyman'ın (as) yere yığılıp vefat ettiğini görür. Fakat ne zamandan beri vefat ettiği bilinmiyordu. Ancak bazı kanaatlere göre uzun bir zaman önce vefat ettiği düşünülmüştü. Cinler onun öldüğünü bilmedikleri için çalışıp durmuşlardı. Dolayısıyla cinlerin gaybı bilmediklerini insanlar da öğrenmiş oldular. Zaten Kur'ân-ı Kerim bize bunu haber vermektedir. Cinlerin gaybı bilmedikleri hususu bir tevhid inancıdır. Bazı kimselerin cinleri vardır, şöyle yaparlar bunu şunu gerçekleştirirler gibi yalan haber ve bilgiler İslam inancına aykırıdır. Yüce Rabbimiz bunu Hz. Süleyman'ın ölümü hadisesiyle bildirip cinlerin kesin olarak geleceği bilmedikleri hükmünü vermektedir.

Hz. Süleyman'ın (as) ölümü sırasında sözde meydana geldiği anlatılan olaylar ve ölüm meleği ile konuşmaları hakkında çelişkili huafelerle dolu uyduruk hikayeler anlatılır. Peygamberler tarihlerindeki bu gibi bilgiler ya uydurulmuş ya da tamamen İsrailiyattan intikal eden hurafelerdir.

Hz. Süleyman'ın on üç yaşında hükümdar olduğu ve kırk yıl hüküm sürüp 53 yaşında vefat ettiğine dair bilgiler kaydedilmektedir.[4] Süleyman (as) son derece ibadete düşkün olup namaz kılarken ve dua ederken başını gökyüzüne kaldırmaya haya ederdi. Fakirlerle oturup kalkar onların ihtiyaçlarını giderirdi. Onlarla yer sofrasında oturup yemek yer ve sıkıntılarını ve isteklerini dinlerdi. Kendi geçimini sağamak için hurma dallarından sepetler yapıp satar ve bunların geliri ile geçinirdi. Yeryüzünün bütün hazineleri mal ve mülkü kendi emrine verilirken arpa ekmeği yer çok az bir gıda ile beslenirdi. Her ayın ilk altı gününü oruçla geçirir yine her ayın ortasında üç, sonunda da üç gün daha oruç tutardı. İnsanlarla sohbet ederken şöyle derdi: "Yüce Allah bize dünyanın bütün zenginliğini verdi buna sürekli şükretmek gerekir." Ayrıca hikmetli sözlerle konuşmayı ve her zaman sakin olmayı tavsiye ederdi. Kızgınlık anında gazablanmayı terketmeyi, fakirlerle oturup kalkmayı ve onlara karşı mütevazı olmayı emrederdi. Her şeyden önce de kişinin kalbinin Allah sevgisi ile dolu olmasını ve daima Allah'a ibadet edip ona itaat etmeyi gerekli görür etrafındaki herkese bunu tavsiye ederdi. Günahların en büyüğü kötü dost ve arkadaşın kişiyi sürükleyeceği günah ve hatadır. Bütün bunlardan en kötü olanı da ibadetle meşgul olan bir kimsenin bunu terderek masiyetlere dalmasıdır, derdi. Allah'ın selamı üzerine olsun.

Ahmet Ağırakça


[1] Cevad Ali, el-Mufassal fi Tarihi'l-Arab Kable'l-İslâm, Mektebetu Cerir-Avand Dâniş LTD şirketi yayınları, Riyad 1427/2006, II, 202-275. Özellikle hükümdar listelerinin muhtelif varyantları 271-275 sahifeleri arasında tek tek sayılmış ve "Belkıs" diye bir hükümdardan hiçbir bahis olmadığı görülmüştür. Kısaca "Belkıs" adının tarihsel bir temeli yoktur. Ne Güney Arabistan yazıtlarında (Sabaî kitabelerde), Ne de antik Yakın Doğu metinlerinde "Belkıs" adına rastlanmıştır. Ciddi akademik görüşlere bakıldığında Belkıs isminin folklorik ve İsrâiliyyât kaynaklı olduğu açıktır. Açıkça uydurulmuş bir isim olup tarihî bir delili yoktur. Dolayısıyla ne Tevrat'ta ne de Kur'ân'da hatta antik Arap/Sebe'lilerin kitabelerinde böyle bir isim yoktur. İlk defa erken İslâmî rivayetlerde Vehb b. Münebbih, Ka'b el-Ahbâr İsrailiyata dayanarak bu ismi zikretmişlerdir. Daha sonraları Taberî, Sa'lebî ve onlardan sonra gelen tarihçi ve müfessirler tarafından yaygınlaştırılmıştır. Kısaca ciddi tarihî kaynaklarda doğrulanmış bir isim değildir.

[2] Mekkelilerin ticari hayatlarını sürdürebilmeleri için Arim selinden sonra Yemen'den Suriye ve Filistin'e, Akdeniz sahillerine kadar uzanan yol üzerinde konaklayabilecekleri kasaba ve şehirleri ortaya çıkardık.

[3] "Ey Rabbim! Andolsun ki yeryüzünde kötülükleri onlara güzel göstereceğim, içlerinde samimi olan kulların dışındakilerin hepsini yoldan çıkaracağım," diyen İblis, insanları yoldan çıkaracağına dair bu sözleriyle nankörleri bulup hedefini gerçekleştirmeyi başarmıştı. Onun için Hz. Peygamber'in: "Yeryüzünde yaşayan insanların sadece yetmiş kişiden birisi cennete girecektir", buyurması da bunun bir diğer ifadesidir.

[4] Sa'lebi, ag.e., s. 181.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.

YAZAR ARŞİVİ

Ahmet Ağırakça

Ahmet Ağırakça Diğer Yazıları