Karıncalar Diyarı Vâdi en-Neml ve Hz. Süleyman’ın Bir Mucizesi Daha
Hz. Süleyman'ın bir diğer mucizesi de karıncaların diline bilmesi ve o küçücük hayvanın ne dediğini duyup tebessüm etmesi mucizesidir. Yüce Allah bize bu mucizeyi şöyle haber vermektedir: İşte Hz. Süleyman hem peygamber hem kumandan hem de hükümdardı. Sadece insanlardan değil kendisine itaat ettirilmiş cinlerden ve bütün kuşlardan ordular oluşturmuştu. Bütün bu görevleri de Allah'ın kendisine verdiği yetkilerle yerine getiriyordu. Peygamberlerin bir kısmına devlet yönetimi görevi verilmiş, toplumu sevk ve idare etmeleri emredilmiştir. Bir kısmı ise sadece tebliğ yapmış ve bununla görevlendirilmiştir.
"Nihayet karıncalar vadisine geldiklerinde bir karınca: "Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin, Süleyman ve askerleri fark etmeyip sizi ezmesinler" dedi. (Süleyman karıncanın bu) sözünden dolayı tebessüm edip gülerek "Rabbim, bana ve ana babama ihsan ettiğin nimetine şükretmeyi ilham et. Hoşnut olacağın güzel davranışlarda bulunmaya muvaffak eyle! Rahmetinle beni emrine uyan kullarının arasına kat" dedi." (en-Neml, 18-19).
Tüm hayvanların dilinden anladığı ve konuştuğu gibi, karıncaların da dilinden anlıyordu. Ordusuyla yürürken karıncaların bolca bulunduğu vadiye Vadi en-nemil'e vardığında Karıncalar, atların kendilerini ezmesinden korkarak yuvalarına kaçıyorlar ve: "Bu gelen Süleyman ordusudur" diyerek birbirlerini ikaz ediyorlar.
Muazzam bir sistem ve düzen içinde ilerleyen Hz. Süleyman'ın ordusundaki atlartın ayak seslerini işiten ve üzerlerine doğru geldiğini gören karıncanın diğer karıncalara emir verircesine "Evlerinize girin" talimatını vermesi ve bunu da Hz. Süleyman'ın işitmesi yine onun peygamberliğini kanıtlayan Allah'ın bir nimeti ve ihsanı değil midir? Arı ve karıncaların yuvaları, insanların evlerinden çok daha düzenli ve sistemlidir. Aralarında büyük bir emir ve komuta zinciri vardır. Bu küçücük canlıların aralarındaki konuşmaları ve görev bölümü insanların akıllarına durgunluk verecek kadar muazzamdır. İşte Cenâb-ı Allah'ın, peygamberlerinin her birini bu gibi değişik nimetlerle donattığını Kur'ân-ı Kerim açıkça dile getirmektedir. Hz. Süleyman'ın bütün hayvanların ins ve cinlerin dillerini bilmesi onun en büyük özelliği ve mucizeleridir.
Bütün canlıların kendi türleriyle aralarında anlaştıkları ve konuştukları bir dil vardır. Hayvanların dilini bir insanın bilmesi ancak ilahi bir lütufla olabilir. Yoksa beceri ile elde edilecek bir bilgi değildir. Her bir kuş türünün konuştuğu dil muhtemelen farklıdır. Ancak Hz. Süleyman sadece kuşların değil bütün hayvanların dilini biliyor, konuşmalarını işitiyor ve onlarla konuşuyordu. Bu bir peygamberlik görevinin mucizesidir.
İnsanların yaptıkları icatlar, normalin üstünde gösteriler, güç ve yetenek, aletleri kullanarak vardıkları bilimsel gerçekler vardır, ancak tüm bu icadlar, insanların, toplumlarında kendilerinden daha aşağı seviyedeki insanlara gösterdikleri büyüklük sebebi olabilmektedir. Bu insanlardan bir çoğu kendilerinde tezahür eden bu harikaları mutlak kendilerinden bilirler. "Bunu ben yaptım, benim buluşum" diyerek gurur ve kibre kapılırlar. Tıpkı Karun'un ifadeleri gibi; "bu mal ve saltanat ancak benim ilmim sayesinde bana verilmiştir," dediği gibi. İşte Kur'ân-ı Kerim'de de anlatıldığı şekilde insanların bir kısmının buluşlarına, bilgi ve yeteneklerine tapması, müşrik olmalarındaki sebeplerden biridir.
Hz. Süleyman'ın ortaya koyduğu tavır ise, nasıl bir kul olunması gerektiğini gösteriyor. Her şey onun emrine verilmesine rağmen o, Allah'a olan kulluğunu ve mütevaziliğini hiç kaybetmiyor. Ne mal, ne mülk, ne makam ne saltanat ve ne de başka şeyler onu nefsine pay çıkarmaya sürüklemiyor.
Her şeyin bir yaratanı olduğu, her şeyin bir gün biterek kişinin dünyadan ayrılıp bu yüce yaratıcıya hesap vereceği bilinciyle yaşar. Mümin kişi sürekli hayatı ve dini Allah'a has kılmak üzere hayatını sürdürür. İşte bu anlayış ve inanç biçimi peygamberlerden bize intikal eden güzel örneklerdir.
Hüdhüd'ün Sebe Melikesi Hakkında Getirdiği Bilgi ve Haberler
Hz. Süleyman bu muhteşem orduyla yoluna devam ederken, ordusunda yaptığı bir teftiş esnasında habercisi olan "hüdhüd" ismindeki kuşun ortalıkta olmadığını gördü. Kendisinden izin almadan ayrılan bu bu görevli kuşun disiplini bozduğu için cezalandırılması gerekiyordu.
Hüdhüd nedir ya da nasıl bir varlıktır,görevi ne idi gibi sorular hakkında bilgi arandığı takdirde şu bilgilerin anlatıldığını müşahede ediyoruz: Türkçede bunun "Çavuş Kuşu" olduğu düşünülmektedir. Kur'ân-ı Kerîm Hz. Süleyman'dan bahsederken diğer vasıfları yanında kendisine kuş dilinin öğretildiğini, cinler, insanlar ve kuşlara hükmettiğini ve onlardan oluşan orduları bulunduğunu yukarıda ifade etmiştik. Kur'ân'ın bu konuda verdiği bilgileri şöyle özetlemek mümkündür: Hz. Süleyman ordularıyla birlikte karınca vadisine geldiğinde emrinde bulunan bunca türlerden kuşları gözden geçirirken Hüdhüd'ü göremediği kaydedilir. Nerede olduğunu diğer görevlilere ve kuşlara sorunca bu konuda bilgi alamaz. Hz. Süleyman şayet Hüdhüd'ün mazereti varsa bunu ispat etmesini, yoksa onu kötü bir şekilde cezalandıracağını hatta onun boğazlayacağını (zebh edeceğini) söyler. Çok geçmeden Hüdhüd gelip Hz. Süleyman'a onun bilmediği Sebe ülkesinden haber getirdiğini, bu ülkeyi bir kadının yönettiğini söyler ve onların dinî inançları hakkında bilgiler verir. (Bu konuya ileride ayrıntılı bir şekilde değineceğiz).
Hüdhüd ile ilgili olarak tefsirlerde ve Peygamberler tarihi kaynaklarında değişik malumatların yer aldığını görüyoruz. Bu bilgilere göre Hz. Süleyman, Mescid-i Aksa'nın yapımını tamamladıktan sonra insan, cin, şeytan, kuş ve vahşi hayvanlardan oluşan ordusunu harekete geçirerek önce Mekke'ye, Mescid-i Harâm'a gitmek üzere yola çıkar. Vadi en-neml'e vardığında namaz kılmak için konaklar. Burada su sıkıntısı görülür. Toprağın altındaki suyu görebilme gücüne sahip olan, bu sebeple de Hz. Süleyman'a su bulmada rehberlik eden Hüdhüd'ü sorar fakat olmadığını görür. Olayın devamı Sebe melikesi ile ilişkilerin başlamasıyla devam eder.
Diğer bir bilgiye göre de olay şöyle cereyan etmişti: Hz. Süleyman'ın susuz bir alanda konakladığı sırada önce insanlar, cinler ve şeytanlardan su bulmalarını istediği, bulamayınca yerin altındaki suyun nerede olabileceğini Hüdhüd bildiği için onu arattığı, fakat onun bulunamadığı anlatılır.[1]
Bunun üzerine Hz. Süleyman Hüdhüd'ü mutlaka cezalandıracağını veya öldüreceğini bildirir. Sonunda Hüdhüd çıkar gelir ve gittiği Yemen'de gördükleri hakkında bilgi verir.[2]
İslâmî literatürde Hüdhüd'ün belli başlı özellikleri ise şunlardır: Toprağın altındaki suyu görür. Eşine çok bağlıdır, eşi ölünce yeni bir eş aramaz. Anne babasına karşı çok hürmetkârdır; yaşlandıklarında yiyeceklerini temin eder. Bir başka bilgiye göre Rasûlullah (sav) Hüdhüd, karınca ve arının öldürülmesini yasaklamıştır. Hüdhüd ile ilgili yasaklamanın sebebi olarak Hz. Süleyman'a su bulması ve elçilik görevi yapması gösterilir.[3]
Kur'an-ı Kerimde bu konuda bize şu bilgiler verilmektedir:
"(Süleyman -as-) Bir de kuşları denetleyip araştırdı ve dedi ki: "Neden hüd-hüdü[4] göremiyorum ? Yoksa o kayıplara karışanlardan mı oldu?" (Hz. Süleyman'ın bu kadar insan, cin ve kuşlarla diğer hayvanlardan oluşan ordusu içinde küçük bir kuşun olmadığını bilmesi de ayrı bir bilgi ve kabiliyettir.) Ben onu elbette ya ağır bir ceza ile cezalandırırım yahut onu boğazlarım ya da bana (kayboluşunu haklı çıkartacak) apaçık bir delil getirir." (en-Neml, 27/20-21).
Hz. Süleyman'ın hiddetini koruduğu bir anda Hüdhüd çıkageldi. Gelirken de söyleyeceği, onu kesilmekten kurtaracak apaçık bir delili vardı.
"Çok geçmeden (Hüd-hüd) geldi ve dedi ki : "Senin bilmediğin bir şeyi ben gördüm. Ve Sebe' (ülkesin) den sana kesin bir haber getirdim. Gerçekten ben (Sebe halkını) yöneten ve onlara hükümdarlık eden, kendisine her şeyden verilmiş bir kadın gördüm; onun bir de büyük bir tahtı var![5] Onu ve kavmini Allah'ı bırakıp güneşe secde ederek tapındıklarını gördüm. Şeytan onlara yaptıklarını ve ibadet şekillerini süslü göstermiş ve onları doğru yoldan alıkoymuş. Bu yüzdende onlar, doğru yola/hakka ve hidayete gelemiyorlar. Halbuki göklerde ve yerde gizli olan (Allah'ın bildiği fakat insanlara bilgisi verilmemiş olan) her şeyi bilip açığa çıkaran, sizin gizlediklerinizi de açıkladıklarınızı da bilen Allah'a secde ve ibadet etmeleri gerekmez mi? Allah, muazzam Arş'ın Rabbi olarak kendisinden başka ibadet edilecek bir ilâh yoktur," (en-Neml, 27/22-26).
Yüce arşın sahibi Allah'tan başka ilah yoktur. Hüdhüd'ün delili başını kurtarmıştı. Zira getirdiği haber önemli bir haberdi. Rüzgârın ve tüm canlıların ins ve cinnin emrine verildiği Hz. Süleyman, ordusuyla birçok yeri fethedip, İslâm'ı hakim kılmışken, Sebe' denilen bir ülkede insanlar şeytanın aldatmasıyla Allah'a şirk koşuyorlardı. Bu haber Hz. Süleyman (as) için büyük ve garip bir haberdir. Bu insanlar, Allah'ı bırakıp Allah'ın yaratıkları varlıklara, putlara ve güneşe tapıyorlardı. Bu kadar sefih ve aşağılayıcı bir davranış olamaz. Ancak şeytan, amellerini kendilerine güzel göstermişti.
Ruhen kalplerin hastalıklarının en başında bu yanlış davranışlar gelir; kişinin hatasını, günahını beğenip pişman olmaması insan için en büyük dalalettir. Hz. Peygamber (sav) imanı, günahtan duyulan pişmanlık olarak tarif ederken bu tür hastalığa işaret etmiş bulunmaktadır.
Günah veya hata insanların her an yapmaları mukadder olan Allah'ın yasakladığı davranış ve inanç biçimleridir. Ancak, her halukârda, Allah tevbeyi emretmiş, peygamberler de Allah'tan müstağni kalmamayı bizzat pratikleriyle örnek olmuşlardır.
Eğer işlenen günahlardan tevbe edilmez, bu günahlar süreklilik kazanırsa zamanla şeytan yapılan bu günah ve hataları normal ve hatta güzel ameller ve değerli düşünceler olarak gösterir. İşte Sebe' halkının ve kraliçesinin içerisine düştüğü batıl inanç biçimi bu idi. Şeytan onlara bu çirkin ameli güzel olarak sunmuş, onlar da putperestliğe ve güneşe tapınmaya devam etmişlerdir.
Hz. Süleyman'ın (as) Sebe Melikesi ve Halkını İslâm'a davet etmesi
Dünyayı tevhidin hakimiyetine almayı hedefleyen Hz. Süleyman ise, olayı araştırıp Sebe Devleti ve halkının inancı hakkında gerçekleri öğrenmeye ve bu halkın durumu ile ilgili gerçeği ortaya çıkarmaya karar verir. Peki Sebe nedir, neresidir veya kimdir?
Sebe', Arabistan Yarımadası'nın güney batısında yani bugünkü Yemen'de yaşamış bir kavmin ve devletin adı olarak bilinir. Fakat Sebe' bir şahıs mıdır, kavmin adı mıdır yoksa adını kurucusundan alan devletin adı olup da aynı zamanda bu devletin mensupları olan millete de bu isim mi verildi? Kaynaklarda bütün bu görüşlerin serdedildiğini görebiliyoruz.
İlk Arap kaynaklarında Sebe'; çivi yazısı kitabelerinde Saba, Şabia, Şabt şeklinde kaydedilen kavim büyük bir ihtimalle Sebe' kavim ve devleti olarak kabul edilmiştir. Ayrıca bizim için en sağlam ve geçerli kaynak olarak Kur'ân-ı Kerim'de Sebe' ismi iki ayrı yerde geçmekte ve kısa da olsa bazı bilgiler verilmektedir. Kur'an-ı Kerim'in indiği dönemde bu kavim hakkında cahiliye Arapları çok az bir bilgiye sahip idiler. Sebe' Devleti' M. Ö. 750 ile M. Ö. 115 yılları arasında hüküm sürmüş olduğu tahmin edilir.
Hüdhüd, Sebe Melikesi'nin ve ülkesinin zenginliğinden ve ona türlü nimetlerin bağışlandığından da bahsetmektedir. Bu zenginliği anlatırken de özellikle Sebe Melikesi'nin tahtının büyüklüğünü dile getirmektedir. Bu halkın İslâm'dan ve imandan uzak olup putperest olduklarını ve güneşe tapındıklarını Hüdhüd'ün haber vermesi üzerine Hz. Süleyman'ın (as) bunlara İslâm'ı tebliğ etmesinin gerekliliğini gördüğü müşahede edilmektedir. Putperest bir toplumdan haber alan Hz. Süleyman derhâl harekete geçerek bu halka ve melikesine tevhid inancını öğretmekle kendisini görevli gördüğünü anlatmaktadır.
"(Süleyman, hüdhüde) "Bakalım (verdiğin haberde) doğru mu söyledin, yoksa yalancılardan mısın?" dedi. (Hz. Süleyman aslında olup biteni biliyordu. Fakat hüdhüd kuşunun görevini nasıl yerine getireceğini de bilmek istediği gibi ona ne yapacağını da öğretmiş oluyordu.) "Bu mektubumu al, götür ve önlerine bırak! Sonra da onlardan beriye çekilip ne şekilde karşılık vereceklerine bak (ve onları izle, bana onlardan hızlıca haber getir" dedi)." (en-Neml, 27/27-28).
Mektubu bırakılan yerden alan kraliçe, büyük bir olayla karşıkarşıya olduğunu anlamıştı. Mektup kısa, öz ve kesin ifadeler içeriyordu. Aslında bu usûl, tüm peygamberlerin de uyguladığı usûl idi. En son olarak da Hz. Peygamber (sav) bir çok hükümdara bu ifadeleri içeren davet mektupları göndermişti. İran Sasanî devleti Kisra'sına, Bizans İmparatoruna, Yemen emirlerine... "Ben Allah'ın peygamberiyim, müslüman olun" şeklinde öz ve kısa ifadeler kullanmıştır.
Kraliçe, bu olayı değerlendirmek ve sonuca bağlamak üzere hemen kurmaylarını toplayıp onlarla istişareye başladı:
"(Hükümdar kadın önüne bırakılan bu gizemli mektubu alınca devlet adamlarını toplayıp) dedi ki: "Ey ileri gelenler! Gerçekten bana çok şerefli (ve anlam dolu) bir mektup bırakıldı. O (mektup) Süleyman'dan gelen bir mektup olup Rahmân, Rahîm Allah'ın adı ile (diye başlıyor ve şöyle devam ediyor). Bana karşı büyüklenmeyin ve Müslüman olup (Rahman ve Rahim'e iman ederek teslim olup) bana gelin' diye yazıyor. (Melike) dedi ki: "Ey ileri gelenler! Bana bu durum hakkında görüşlerinizi belirtin. (Aslında) ben, sizler yanımda hazır olmadıkça hiçbir işi kesip atmış (size sormadan karar vermiş) değilim." (en-Neml, 27/29-32).
Kadın hükümdarın aldığı bu ilahi mesajı taşıyan mektubu okuması üzerine işi ciddiye alıp devlet adamları ile istişare ederek onlardan görüş istediği, onlara sormadan ve onların kanaatlerini almadan iş yapmak istemediği görülmektedir. Özellikle onlarla istişare ederken "bana görüşlerinizi belirtiniz" demesi son derece manidardır. İşte böylelikle bu konuşmalar tevhid inancının ve İslâmi tebliğin bu topluma ulaştığını ve artık bu toplumun imandan sorumlu olduğunu göstermektedir. Zaten Hz. Süleyman'ın maksadı da buydu.
İleri gelenlerin kraliçe'ye verdikleri cevap ise şöyledir:
"Dediler ki: "Biz güçlü kimseleriz, çetin savaşçılarız (devletimiz büyük ve ordularımız da güçlüdür). Buna rağmen (hüküm ve) emir vermek senindir. Artık ne emredeceğini sen düşün, karar ver! (Biz senin emrine göre hareket ederiz.)" (en-Neml, 27/33).
Tam bir emir, itaat, saygı ve güven disiplini içerisinde olan bu devlet adamları, hükümdarlarına karşı da tam bir itaat ve güven duygusu taşıyorlardı. Onun da onlarla istişare etmeden görüşlerini almadan bir iş yapmadığını, yapmak istemediğini dile getirmesi de istişarenin usulüne son derece uygun ilkelerdir. Tüm İslamî çalışmalarda olması gereken bu özellik ne yazık ki günümüz müslümanlarında önemli bir sorun olarak yer almaktadır. Bilinmelidir ki, disiplin, emir, itaat, saygı, güven ve istişare oluşmadıkça bir hareket veya çalışma başarıya ulaşamaz.
Kraliçe olayın vehametini sezinlediğinden ve biraz da şüphelendiğinden Hz. Süleyman'ı (as) denemeye karar verir.
"Dedi ki: "Kuşkunuz olmasın (iyi bilin ve unutmayın ki) hükümdarlar bir şehre girdiklerinde onu harabeye çevirirler, halkının şereflilerini zelil kılarlar. Gerçekten de onlar böyle yaparlar. Şimdi ben onlara bir hediye gönderip elçiler (im) in nasıl bir bilgi ile döneceklerine bir bakayım." (en-Neml, 27/34-35).
Aslında Kraliçe, hükümdar ile peygamberin arasını ayırt etmek için böylesi bir yol öngörmüştü. Hükümdarların yakıp yıkma temayülleri, onur sahiplerini hakir kılma hevesleri ile, iman ve adalet sahipleri olan peygamberleri birbirinden ayırt etmek ve Hz. Süleyman'ın bu farklı bilgi ve anlayışa sahif taifeden hangisi olduğunu anlamak için değerce çok kıymetli hediyeler göndermişti. Zira hediye göndermek diplomatik ilişkileri güçlendirip savaştan önce barış yollarını arayıp denemek demektir. Kadın bu yolu tercih ederken Hz. Süleyman karşısında mağlup olacağını hissetmiş olmalıdır. Onun için ilişkileri yumuşatacak bir siyaset izliyor.
Melike/kraliçe biliyordu ki, peygamberler dünyaya ve hediyelere, saltanata tamah etmezler. Onlar için önemli olan insanların Allah'ı yegâne Rabb ve tek bir ilah olarak tanımaları ve İslam otoritesine boyun eğmeleri idi. Hükümdarlar ise, dünyaperest, makam ve saltanatı her şeyden çok seven ve onlara değer veren kimselerdir. Onun için Kraliçe "hükümdarlar bir şehre girdiklerinde onu harabeye çevirirler, halkının şereflilerini zelil kılarlar" demiş ve savaş durumunun muhtemel olduğunu yakın vezir ve yardımcılarına bildirmişti. Fakat eğer Süleyman (as) bir peygamber ise ona karşı koymak imkânsızdır, teslim olmaktan başka çareleri olamazdı. Yok eğer hükümdarsa, Sebe Devletinin güçlü ve savaşçı ordusu ve halkıyla ona karşı meydan savaşaına çıkıp onurlarını ve ülkelerini koruma yoluna gideceklerdi. Yüce Rabbimiz olayın devamını bize şu ayetlerle bildirmektedir:
"(Kraliçenin Elçisi Hz. Süleyman'ın huzuruna) geldiğinde Süleyman dedi ki: "Bana mal ile mi yardım etmek istiyorsunuz? Hâlbuki Allah'ın bana verdiği size verdiğinden çok daha (fazla ve daha) hayırlıdır. Sizin bu hediyenizle ancak siz sevinir/böbürlenirsiniz. Geri dön git onlara (söyle)! karşı koyamayacakları (asla güç yetiremeyecekleri) büyük ordularla üzerlerine geleceğiz. Yemin olsun ki onları bulundukları yerden zelil ve küçük düşürülmüşler olarak çıkartacağız." (en-Neml, 27/36-37).
Hz. Süleyman bir peygamber olarak görevi gereğince onları Allah'ın dinine davet etmiş ve Müslüman olmalarını Rahman ve Rahim olan alemlerin Rabbine iman etmelerini istemişti. Onlar ise üzerlerine gelmesin diye hediyeler gönderip dünya malı ile onu hakka yaptığı ulvî davetinden vazgeçirebileceklerini sanmışlardı. "Bana mal ile mi yardım etmek istiyorsunuz…getirdiğiniz hediyenize mi seviniyor ve böbürleniyorsunuz?" diyerek onları ikaz etmiş ve asıl davasının inanç ve Allah'a iman ederek tevhid inancına bağlanmalarının esas olduğunu hatırlatmıştı. Kendisine Allah'ın verdiği mal ve mülkün, nimetlerin kendisi için çok fazla ve bereketli olduğunu söylemişti.
İslâm'a ve tevhid inancına davet edilenler kendi istekleriyle Müslüman olmazlarsa peygambere ve İslâm yönetimine bağlanıp itaat eder ve vatandaş olurlar. Ancak bunlar İslâm'ın hükümlerine göre ehl-i kitab olmaları gerekir. Bunu da kabul etmedikleri takdirde müşrik iseler yönettikleri zulüm devletine ve sistemlerine son vermek üzere onlarla savaşılır. İslâm savaş hukuku gereği olarak Hz. Süleyman onlara tebliğini yapmış, mesajını iletmiş ve elçileri ülkelerine gönderirken yapmaları gerekeni tekrar hatırlatmıştı.
Ahmet Ağırakça
[1] Taberî, Tefsir, XI, 144.
[2] Sa'lebî, Araisu'l-mecâlis, s. 166.
[3] Kurtubî, el-Cami' li ahkami'l- Kur'ân, XIII, 172.
[4] Çavuş kuşu.
[5] Sebe devleti güçlü bir devlet olarak her şeye sahip olduğu bu ayetle de desteklenmektedir. Bununla ilgili ayrıntılı bilgi için bk. Ahmet Ağırakça Rasulullah'ın Gölgesinde/Yorumlu siyer, Duruş Yayınları 2024.
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.