Arama

Amerika’nın İslamofobya endüstrisi

Uluslararası anlaşmazlıklardaki usulsüzlüklerden kimler mesul? Kendi halinde yaşamaya çalışan ve bir hayata tutunmaktan başka gayesi olmayan göçmenler mi? Çok ilginçtir ki bu büyük laflar, ülkenin her tür gelirini yağmalayan, ülkesini sonu gelmez işgallerin içine sürükleyen, kaynaklarını sömüren ve zar zor geçinen insanların vergilerini çarçur eden siyasi elitlere söylenmiyor.

Amerika’nın İslamofobya endüstrisi
Yayınlanma Tarihi: 14.6.2017 00:00:00 Güncelleme Tarihi: 16.06.2017 18:28
Amerika öteki üzerine kurulmuştur ve kurulduğu günden beri 'Amerikalı kimdir?' sorusunu cevaplamak için; kimleri Amerikalı kimliğinin içine alacağı ve kimleri dışında bırakacağı ile meşgul olur. Kimler Amerikan toplumunu temsil eder, kimler bu temsiliyetin dışında kalır? Bu sorunun cevabı ise zannedildiği kadar kucaklayıcı ve benimseyici bir anlayışa işaret etmez.
Amerika; 'we people', yani 'biz insanlar' sloganı ile kuruldu. Ama bu sloganla kastedilen insanların içinde Amerika'nın yerlileri yahut Afrika'dan gelenler hiç olmadı. Onlar hiçbir zaman makbul vatandaş sayılmadılar. Siyahilerle ilgili 50 sene öncesine kadar devam eden kölelik meselesine ise hiç girmeyelim. Siyahileri bırakın, toplumun esas unsurlarından olan beyaz kadınlar dahi Amerika'nın kuruluşundan çok uzun yıllar sonra oy verme hakkına sahip oldular. Diğer gruplarla beraber uzun süre eşit vatandaşlık haklarından mahrumdular yani.

Amerikan sosyal tarihinin izlerini sürerseniz, kendinizi çileli ve şiddet dolu ötekileştirme hikâyelerinin içinde bulursunuz. Dış dünyadan gözüktüğünün aksine yapısal ötekileştirme ve dışlama Amerikan devletinin DNA'sına kuruluşundan beri adeta zerk edilmiştir. Üstelik bu dışlayıcı ve ötekileştirici tutum milli kimlik inşasının bir parçası olarak görülmüş ve kimlik inşasının temel dinamiklerinden biri olarak benimsenmiştir. Ve bu anlayış, Amerikan kimliğinin kıyısında duran bütün gruplara etki etmiştir. İtalyanlardan, Yahudilerden, Ruslardan, Çinlilerden, Vietnamlılardan, Japonlardan, Korelilerden, Meksikalılardan, Kübalılardan, Salvadorlulardan tutun da Suriyelilere, Afganlara, Somalililere, Nijeryalılara, Yemenlilere ve diğer Arap ve Müslüman mültecilere kadar ötekileştirme bütün gruplara uygulanmıştır. Amerika için hamburger neyse, ötekileştirici davranış biçimi de odur.

Ötekileştirme, Amerikan toplumunda çok katmanlı ve yönlü bir şekilde yaşanıyor. Devlet, fertleri gözetim altında tutabiliyor, takip edebiliyor, çeşitli grup ve cemaatleri hedef alabiliyor, güvenlik kaygısından beslendiği için ansızın garip uygulamalar icat edebiliyor, yasal süreçlerle bu uygulamalara kılıf uyduruyor ve dışlayıcı bir sivil toplum yapısını körüklüyor. Ötekileştirdiği toplulukların hareket kabiliyetini kısıtlıyor; medya ve siyasi elitler üzerinden düzenli bir şekilde kurumsallaşmış olumsuz bir algı oluşturuyor.

Amerikan tanımının içine her ne alınıyorsa, dışında kalanlar öteki olduğu için toplum dışı kalmaya mahkûmdur. Bu gruplara veya kişilere çeşitli araçlarla toplumun bir parçası olmadıkları hissettirilir ve iç düşman gibi davranılır.

Soğuk Savaş sonrası yeni düşman
Peki bugün Amerika'da İslam'ın ve Müslümanların ötekileştirilmesi dediğimizde ne kastediyoruz? Maalesef günümüzde Müslümanlar ve İslam, Amerikan toplumunun ötekileri kategorisindedir. Sık sık aşırı ayrılıkçı ve ırkçı tutumlara maruz kalırlar ve toplumdan dışlanma yaşarlar. Bu dışlanmanın düzeyi yer yer farklılık gösterebilir.

Amerikan toplumunun ötekileştirme düşüncesi ile var olduğundan yukarıda bahsetmiştik. 1990'larda Rusya yıkılıp, Soğuk Savaş sona erdiğinde Kızıl Rusya'nın yerini başka bir düşman almalıydı, o da yeşil Müslümanlar oldu. Yani kızıl tehdide karşı, yeşil düşmanlar... Özellikle Amerikan siyasetinin sağcıları olan Cumhuriyetçiler, Müslümanların ötekileştirilmesini Soğuk Savaş sonrası dönemde yeni bir güç tesis etme stratejisinin bir parçası olarak kullandı. Huntington da bu siyasi konjonktüre 'medeniyetler çatışması' tezi ile gereken zihni alt yapıyı hazırladı. Müslümanlara karşı başlayan kültürel ırkçılık süreci farklılığın altını çizmek, düşman yaratmak şeklinde gelişti ve ilerledi. Zaten medeniyetler çatışması tezinin ana omurgasını kültürel ırkçılık oluşturmaktaydı. Böylece, ilk bakışta daha masum görünen kültürel ırkçılığın, II. Dünya Savaşı'ndan sonra herkesin dönüp lanet ettiği biyolojik ırkçılığın yerini aldığını söylemek mümkün. Hâlbuki biyolojik ırkçılığın kodlarından devşirilen kültürel ırkçılık da aynı zihin dünyasından besleniyor ve biyolojik ırkçılığın günümüzdeki yerini almak için kılavuz vazifesi görüyordu.

Dolayısıyla İslam ve Müslümanlar üzerinden devam eden ötekileştirme süreçlerini böyle bir bağlamda ele almak gerekir. Zira bu ötekileştirme tarzının İslam'dan ziyade öteki ve düşman yaratma ihtiyacından geldiğini hatırda tutmalıyız. Hâlihazırda Amerikan kültüründe ötekileştirme projesi siyasetinden, ekonomisinden, kültüründen bahsetmek isterken yahut kendi dinî kimliğini ortaya koyarken kendini anlatmayı değil, İslam ve Müslümanlar ile arasındaki farkı ortaya koymayı tercih ediyor.
Kriz zamanlarında yahut seçim dönemlerinde Amerikan halkının zihninde potansiyel tehditler oluşturulup düşman algısı yaratılarak vatansever bir birliktelik sağlanabiliyor. Yani Amerikalıyı bir araya getiren, varoluşsal bir tehdit olarak ortaya konan ötekine karşı ortak düşman algısı geliştirme ve bunun üzerinden birlik olma motivasyonu. Zira Amerika'ya dış dünyadan gelen sosyal, ekonomik, siyasi, küresel karşı koymalar düşünüldüğünde, önümüzdeki dönemde belirsiz bir ABD'li kimliği kimsenin işine yaramayacaktır.

Cumhuriyetçilerin sandık bineği: Müslümanlar
Bir öteki oluşturmak için seçim dönemlerinden güzel bir zamanlama olamaz. Politikacılar önce çerçevesini çizdikleri bu öteki düşmanın adını koydular: Müslüman. Sonra bu iç tehdide karşı zehirli bir retorik geliştirip Amerika'yı tekrar büyük ülke yapmayı vaat ettiler. "Gelin Amerika'yı tekrar büyük yapalım" sloganı bir restorasyon çağrısı olduğu kadar öteki düşmanlara karşı ilan edilmiş bir hareket çağrısıdır da...

"Geçmişte bir dönemde Amerika'da güzel, heybetli ve şanlı bir geçmiş yaşanmıştır. Hâlbuki o ideal günler şimdi çok gerilerde kalmıştır. Bugün içinde yaşanılan pek çok sorun ideal geçmişe özlem duyulmasına neden oluyor. Amerikalılar tekrar bir araya gelip o şanlı geçmişi yaşatabilir. Bunun için gereken şey yekvücut olmak ve tek tip bir kimlik altında bütünleşmektir. Amerikalıları yekvücut olup birleşmelerinden ve tek kimlik altında vatanseverliklerini yaşamalarından alıkoyan 'öteki' den başkası değildir, bu sebeple öteki dışlanmalı ve yok sayılmalıdır." Popülist bakış açısı aynen bunu demektedir: "Amerika'yı tekrar büyük Amerika yapacağız ama maalesef bu ötekiler, yani Müslümanlar bunun önündeki en büyük engel."
Suçlanacaklar listesi sadece ötekiler değil elbette. Bu bakış açısından Batı'nın düne kadar iyi bir şeymiş gibi pazarladığı çok kültürlülük, politik doğruculuk, kimlik politikaları, mülteciler, yasadışı göç ve bir sürü külfetli düzenlemeler de nasibini alıyor. Sağ popülizme göre, çok kültürlülük kisvesi ile aslında zokayı yutan Amerika'dan başkası değildir. Bir de bunlara Meksika, Çin, Japonya ve Avrupa'nın ticaret anlaşmaları ile ilgili Amerika'yı kandırıp durdukları ve dürüst ticaret yapmadıkları için kesintisiz suçlama halini de ekleyelim.

Bütün kötü gidişatın muhatabı kim, yani uluslararası anlaşmazlıklardaki usulsüzlüklerden, kötü giden ekonomiden ötekiler mi mesul? Kendi halinde yaşamaya çalışan ve hayata tutunmaktan başka gayesi olmayan göçmenler mi? Çok ilginçtir ki bu büyük laflar, ülkenin her tür gelirini yağmalayan, ülkesini sonu gelmez işgallerin içine sürükleyen, kaynaklarını sömüren ve zar zor geçinen insanların vergilerini çarçur eden siyasi elitlere söylenmez. Sanki bütün bunların sorumlusu, o kararları verenler değilmiş gibi Amerikan kimliğinin kıyısında duran 'ötekilere' yöneltilir öfke. Çünkü popülizm hiçbir zaman ne gerçek sorunlarla ne de onların gerçek cevapları ile ilgilenmekte. Büyük patronlardan hesap sormak yerine sağ popülist siyaset, cahil ve tutucu bir zümreyi mobilize ederek gerçek dışı düşmanları yaşadıkları zorluklardan sorumlu tutuyor çünkü amaçları hakikat değil.

Obama sana söylüyorum…
Cumhuriyetçiler, 2008 yılında Beyaz Saray'ı Obama'ya kaptırdığından beri popülist bir ötekileştirme stratejisi geliştirdiler. İslam ve Müslümanlar, Cumhuriyetçilerin her seçim kaybında mobilizasyon yakıtı oldular. Obama'nın kendisi bile bu 'sağ ve sığ siyasetin' öfkesinden payını aldı. Kökeni, baba tarafından İslam'la olan ilişkisi, geçmişi, bütün bunlar hedefte kondu. "Ülkemizi geri alalım" söylemi, Obama şahsında ötekilere söylenmiş bir cümleydi. Sonuçta hedef Obama değil, Obama'nın şahsından yola çıkarak İslam ve Müslümanlara yönelecek öfkeydi.

İç siyasette Cumhuriyetçilerin Obama'nın Müslümanlığına saldırmalarının ucu elbette radikal İslam'la bir savaş başlatmak, terör ve İslam'ı beraber anmak ve hatta İslam'ın kendisini hedef almaya dek uzanacaktı. Nitekim Bush'un; "İslam barış dinidir" sloganı çok eskilerde kalmış, yerini Obama'yla mücadele etmek kisvesi altında İslam ve Müslümanlara veryansın eden bir yaygaraya bırakmıştı.

Müslümanların ve İslam'ın Amerika'da her geçen gün daha görünür olması, Cumhuriyetçiler için Obama yönetiminin temsil ettiği çok kültürlü ama rezil tavır, bugün ve ideal geçmiş arasında bir çizgi çizmek için bir imkân sağlamış oluyordu. Böylece Trump'ın kampanyasında Müslümanları ve İslam'ı ötekileştirmek seçim stratejisinin bir parçası oldu. Bugün Obama'nın gerçekten Amerika'da doğmadığını ve tam bir Amerikan vatandaşı olmadığını iddia eden Birther Hareketi Beyaz Saray'a ve Alt-right (alternatif aşırı sağ) Hareketi Washington'a İslamofobik oy sandığına binerek ulaştılar. Ve böylece medeniyetler çatışması tezinin ilk evresi için kolları sıvama imkânı buldular.

Düne kadar marjinal olarak adlandırılabilecek Cumhuriyetçiler Beyaz Saray'a yerleşirken, ana akım Cumhuriyetçiler ise bağnazlık ve ırkçılık sarkacında gidip gelmekten kendi düşüncelerini hayata geçirmek şöyle dursun, meydanı tamamen Alt-rightcılara bırakıp, bu ırkçı dalga tarafından silinip süpürüldüler.

Müslümanlar, Amerika'nın bugünkü yönetimi tarafından kuşatma altındalar. Trump yönetiminin kabinesine ve Beyaz Saray'a atanan isimlere baktıkça bu kuşatmanın gelecek günlerde iki katına çıkacağına dair endişeler artıyor. Gecen haftalarda yürürlüğe konmaya çalışılan Trump'ın seyahat yasağı, ikinci defadır mahkeme engeline takılıyor lakin bu yasak hayata geçmese bile yaptığı en önemli etki Müslümanların ötekileştirilmesini kurumsallaşmaya bir adım daha yaklaştırmış olmasıdır.

Seyahat yasağı gibi bir yasak olmasa bile Amerika'ya giriş ve çıkış noktalarında kontrollerin ideolojik bir şekilde yürütüldüğünü, gümrük uygulamalarının ırkçı yanlarını hepimiz biliyoruz. Son dönemde ülkeye bütün giriş noktalarında Müslümanlar üzerine çok büyük bir titizlikle gidiliyor. Çok sık duyduğumuz 'ne hikmetse' rastgele aramaya takılan Müslümanlara, dini kökenine ve inancına dair sorulan sorular, elektronik yasaktan bile evvel Müslümanların elektronik eşyalarını alma, gözden geçirme, çalıştırmasını isteme gibi uygulamalar zaten var.

Tarih ötesi bir tehdit: Müslümanlar

Müslümanlar, Cumhuriyetçilerin olumsuz kampanyalarının zaten en ön sırasındaydı. Trump'ın iş başına gelmesi ile beraber şiddet olayları gözlenmeye başladı. Trump'ın zaferi de adeta bu ırkçı, bağnaz ve ötekileştirmeyi seven grupların bir tasdiki gibiydi, biz kazandık demek ki haklıyız… Maalesef Trump yönetiminin bundan sonra da zaten Amerika'nın DNA'larında var olan ve bugünlere kadar gelen bu ırkçı tutumları değiştirmek isteyeceğini zannetmiyorum zira yeni yömetim tam olarak bu tutumlardan bahsediyor.

Bazı cumhuriyetçi eyaletlerde çok önceden belirlenmiş olan bazı camilerin inşa ve restorasyon projelerine zorluk çıkarılmaya başlandı bile. Sebep olarak kullanım izinleri, bina ile ilgili problemler gibi eften püften talepler gösteriliyor. Tabii ki bu tarz davaları açıkça hukuksuzluğa vardıranlar mahkemeye götürülecektir fakat adalet bakanlığının bu durumu bir din hürriyeti meselesi olarak ele alıp Müslümanların yardımına koşacağını da hiç düşünmüyoruz. Obama yönetiminin Müslüman ülkelerde yaptığı yanlışlar ve kullandıkları İnsansız Hava Araçları (İHA) ve diğer meselelerdeki günahları çoktu ama hiç olmazsa o dönemde adalet bakanlığı, cami kurma ve yenileme hakkımızı bir din hürriyeti olarak ele alır ve anayasal zeminde bu binaları inşa etme hakkımızı savunurdu.

8 Nisan seçimlerinin hemen ardından güneydeki 'yoksullar için hukuk merkezi', ivedilikle 600 adet nefret suçu belgeledi. Maalesef bunların çok büyük bir bölümünde Müslümanlar, Sihler ve Latinler hedef alındı.

Tesettürün görünürlüğü sebebiyle özellikle Müslüman kadınlar sayısız ırkçı saldırıya maruz kaldılar. 2017 Ocak ayında Trump'ın başkanlığı devralmasıyla 23 camii ve İslami merkez saldırıya uğradı ve birçoğu yakıldı. Bütün bu gelişmeler elbette kaydedildi. Maalesef bugün bu ırkçılar ve gerici yobazlar hiç olmadığı kadar Beyaz Saray sakinlerinden ve yönetimindekilerinden onay ve destek almaktadır.

İslamofobi, medeniyetler çatışması ve kültürel ırkçılık, Beyaz Saray'da Steve Bannon, Frank Gaffney ve Sebastian Gorka eliyle yaşatılmakta ve Amerikalı Müslümanlar ideolojik ve yapısal olarak ve sistemli bir şekilde bu yönetim tarafından hedef alınmaktalar.

Yukarıdaki zehirli tutumlara bir de İhvan-ı Müslimin'i terör grubu ilan etmeyi ve diğer Amerikalı Müslüman grupları da İhvan-ı Müslümin ile iş tutmak yahut ona belge ve bilgi sağlamak üzerinden suçlamayı eklemeleri an meselesi. Amerikan İslamofobya endüstrisinin amacı Müslüman organizasyonlarını ve liderliğini çökertmek, alt yapısını kökten yok edip sahneyi kendi çarpık, komplocu ve milenaryan dünya görüşlerine bırakmak.

Trump yönetimi aslında Müslümanlara ve İslam'a bakışında, üst başlıkta 'göçmen ve mülteci' olmak stratejisini kullanıyor gibi gözükse de Müslüman nüfusu, Batı Medeniyeti'ne sızmış bir Truva atı gibi görmekte ve tam bir Haçlı Seferleri zihniyeti ile bakmakta... Nihayetinde Batı için Müslümanlar, tek ve bütüncül bir Hıristiyan kimliği, açık söylemek gerekirse ortak beyaz bir Hıristiyan kimliği kuramamış olmanın karşısındaki tarih ötesi bir tehdittir. Dahası bu zihniyet, İsrail'de yerleşim yerleri yapılmasına müsaade etmesine ve Yahudi yanlısı görülmesine rağmen aşırı sağcı Alt-right (alternatif sağ) hareketinin komplocu dünya görüşü sapına kadar anti-semitiktir ve Yahudi düşmanıdır. Yahudiler bu yönetimle sadece İsrail'i savunma yahut destekleme ile ilgili meselelerde mi ilişki kuracak yahut yükselen bu faşist dalgaya karşı Müslümanlarla gerçek bir duruş sergileyip daha derin bir eleştiri geliştirebilecekler mi, göreceğiz.

Son olarak, meselenin belki de tek iyi noktası bugünlerde Amerikan'ın her yerinde Müslümanlar arasındaki derin kardeşlik bağlarının günden güne güçlenmesi. Sadece Müslümanlar değil, Amerikan sivil toplumunda birçok kişi ötekileştirilen Müslümanların yanında durmak istiyor. Trump'ın 2016 kampanyasında sarf ettiği korkunç sözlerden sonra başlayan doğal sivil bir dayanışmayı göz ardı edemeyiz. Tahmin ediyorum ki 2018 senato seçimlerinde sandığa İslamofobi atına binip gitmek isteyenlere karşı daha güçlü bir birlik noktasına gelinecektir. Amerikan sivil toplumu bir müddettir uyuklamaktaydı, evrensel değerleri hiçe sayan ve ahlaki çöküşü önemsemeyen Trump yönetiminin uyandırdığı bu sivil toplum, umuyorum ki, yakında bütün bu zorbalıklara karşı bir dil geliştirecektir. Hep dediğimiz gibi, son sözü millet söyler!

Hatem Bazian / Lacivert

2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN