13. Boğaziçi Film Festivali'nde Hafızaya Kazınan Eserler

Yayınlanma Tarihi: 11.11.2025 12:32 Güncelleme Tarihi: 13.11.2025 10:36

Boğaziçi Film Festivali, bu yıl özellikle net bir "davası olan" kimliğiyle öne çıktı. Festivale tam da bu beklentilerle katılırken, Filistin Seçkisi ile karşılaşmak bu duruşu fazlasıyla doğruladı. Öncelikle sinemayı bir "davayı haykırmak" için araç olarak seçen vicdanlı sinemacıları tebrik ediyorum, yollarının açık olmasını diliyorum. Festivalin bir diğer güçlü yanı da "toplumsal yalnızlık" temasını konu edinen yapımların olmasıydı. Özellikle Nena Sena, Susmuşlar Eşiği, Mukaddes gibi yapımlar, geçmişin kapanmamış izlerinin günümüzdeki yalnızlıklarla olan bağlantısına dikkat çektiler. Bu filmler, festival seçkisinin toplumsal analizi konusunda ne kadar bilinçli ve derinlikli kurgulandığını kanıtlar nitelikteydi.

13. Boğaziçi Film Festivali’nde Hafızaya Kazınan Eserler

◾ Bu yıl 13. kez düzenlenen Boğaziçi Film Festivali, sinemaseverler için sadece bir gösterim programı sunmanın ötesine geçerek, çağımızın en yakıcı sorunlarına ayna tutan vicdani bir platform kimliği üstlendi. Festivalin omurgasını oluşturan "Filistin Seçkisi", şüphesiz programın en dikkate değer ve tematik ağırlığı en yüksek bölümüydü. Bu seçki, bir trajedinin sanatsal kaydını tutmanın ötesinde, sinemanın bir direniş ve tanıklık aracı olarak gücünü de bir kez daha kanıtladı. Yapımların teknik ve estetik yetkinlik seviyesi, bu yıl çıtanın belirgin şekilde yükseldiğini gösteriyor.

◾ Özellikle senaryo ve yönetmenlik departmanlarında gözlemlediğim üstün performansların "çokluğu", tesadüfi bir başarıdan ziyade, bilinçli bir kürasyonun ve olgunlaşmış bir sinema zevkinin ürünüydü. Çoğu film, didaktik olmanın tuzağına düşmeden, karmaşık hikayeleri incelikli anlatı yapılarıyla işlemeyi başarmıştı. Güçlü diyaloglar, katmanlı karakter gelişimleri ve klişelerden kaçınan metinler, festivalin "yazar sineması"na verdiği önemi pekiştirdi.

◾ Kişisel olarak, festival takviminin elverdiği ölçüde, mümkün olan en fazla gösterime katılmaya gayret ettim. İzlediğim her yeni film, festivalin genel kalitesine dair olumlu izlenimlerimi pekiştirdi. Sonuç olarak, 13. Boğaziçi Film Festivali; politik ağırlığı, sanatsal liyakatle ustaca dengeleyen, izleyiciye hem "düşünecek" hem de "hissedecek" malzeme sunan başarılı bir edisyon olarak hafızalara kazındı. Filistin'in sesini dünyaya duyururken, sinema sanatının evrensel diline olan inancımızı da tazeledi.

FİLİSTİN SEÇKİSİ

Filistin 36, 110'

◾ Festivalin açılış filmi olan "Filistin 36", hem güçlü sinematografisi hem de oryantalizme bir başkaldırı olmasıyla öne çıkan bir yapımdı. Filistin halkının 1936'daki İngiliz sömürgesine karşı direnişini ve şu anda hayran kaldığımız iman, vatan ve direniş ruhunun köklerini cesurca gösteriyor. Hepimizin hafızasında yıkılmış, harap olmuş bir Filistin varken, filmde aydınlık bir Filistin izlemek bana şahsi olarak iyi geldi. Köylerin, evlerin düzeni, yalınlığı ve pamuk tarlalarının güzelliği çok duygulandırıcıydı. Yıllardır izlediğimiz o "gri şehir" aksine, Filistin'in açık kahverengi tonu ve canlılığı çok güzeldi.

◾ Filistinli yönetmen ve yazar Annemarie Jacir, filmin ardından yapılan söyleşide, araştırma ve yazım sürecinin 8-9 yıl sürdüğünü belirtti. İngiliz ve Filistinli tarihçilerin notlarından faydalanmışlar. Jacir, soykırım başladıktan sonra çekimlerin nasıl etkilendiğini şöyle anlattı:

"Filmin tamamını Filistin'de çekmek istesek de kasabaların çoğu yıkıldığı için yeni bir kasaba inşa etmek zorunda kaldık. Bu süreçte Filistin'de o dönemde ekilen tütün gibi bitkileri ektik, İngiliz silahlarını yeniden oluşturduk, otobüsler yaptık. 7 Ekim'den sonra her şeyi kaybettik. Aylarca çekim yapamadık. Bunun üzerine Ürdün'e gittik. Filmi bitirmeden önce 4 kere tekrar yeniden başlamak zorunda kaldık. Sürekli konum değiştirmemiz gerekti. Fakat yine de filmi Filistin'de tamamlayabildik."

◾ Filmin oyuncularından Saleh Bakri ise sanatın kendisi için bir direniş biçimi haline geldiğinin altını çizdi:

"Karakteri, film sırasında içimde hissettim. Ben bu savaşı sanatımla veriyorum. Filistin ülke olarak tanınana kadar protestoyu, grevi, boykotu durdurmamalısınız. Şu anda akış tersine dönmüş durumda. Artık Filistin'in bir ülke olarak tanınmaması imkansız."

Yallah Parkur, 89'

◾ Filistin seçkisinden izlediğim ikinci film olan "Yallah Parkur", "Filistin 36"nın tarihsel direnişinin yanına güncel bir umut hikayesi ekledi. Yönetmen Areeb, dört yaşında Gazze'yi ziyaret ettiğinde aklında kalan hatıralar, onu yıkımların içerisindeki gençlerin yaşam ve hayalleri için verdikleri muazzam mücadeleye yöneltmiş. Yıllar sonra, Gazze sahillerinde, uzaktaki patlamalarla tezat oluştururcasına koşan, parkur yapan gençlerin neşesini gösteren bir videoya rastlayınca bu özlemi yeniden canlanmış. O gençlerden sporcu Ahmed'e ulaşmasıyla da sarsılmaz bir bağ kurulmuş.

◾ Ahmed'in yılmadan hayalleri için çabalaması, etrafına bu anlamda örnek olması ve her ne olursa olsun umudunu diri tutması, yeşertmesi çok duygusaldı. Hele ki o enkazların ortasında hayallerine kavuştuğunu görebilmenin yaşattığı sevinci ve gururu anlatmak mümkün değil. Bu film, direnişin hayal kurarak ve "yaşayarak" da yapılabileceğinin en net kanıtıydı.

Hind Receb'in Sesi, 89'

Film, 6 yaşındaki bir kız çocuğunun "Beni gelin alın, ölüyorum" dediği ve "yanımdakiler ceset biliyorum" farkındalığına erişmek zorunda kaldığını ifade eden sesiyle insanın yüreğini paramparça ediyor. Filmi izlerken salondan çıkıp gitmek istedim; yüreğim dayanmadı. Hind'in kurduğu her cümle, çaresizliğin ve yaşama hakkının elinden alındığının bir çığlığıydı. Hind'in yaşamıyor olduğunu bilmek, bu acıyı katbekat artırıyordu. Bir tarafta, birazdan salondan çıkıp evime dönecek olan ben… Öte yanda, çaresizce ölüme terk edilmiş Hind...

Hind, akrabalarıyla sığındığı araçta sağ kalan tek kişiydi. Filistin Kızılayı'nın ambulansı, sadece 8 dakikalık mesafedeydi. Ancak oraya ulaşabilmesi için güvenli bir rotanın Kızılhaç'tan gelmesi gerekiyordu. Üç saati aşan süre boyunca bu rota gelmedi. Hind, her geçen dakika "Ölüyorum, beni alın!" diye yalvardı, direndi. Yanından tanklar geçiyor, ateş ediyordu. Üç saat boyunca hayatta kalmak için mücadele etti.

Üç saati aştıktan sonra güvenli rota onayı nihayet verildi, ancak tam ambulansa yaklaşmışlardı ki ateş açıldı. Sonrasında görevlilerden haber alınamadı. Hind, son cümlelerini, "Ateş açıldı mı?" sorusuna verdiği yanıtla bitirdi: "Evet, ateş ettiler." Bundan sonra Hind'den hiçbir haber alınamadı. Ordu bölgeden çekildikten 12 gün sonra, ambulansın paramparça olduğu görüldü. Hind'in içinde bulunduğu araca ise 335 kurşun atılmıştı. Gazze'de yüzlerce kez hastane ve ambulansları bombalayan katil İsrail, bu saldırıya açıklama dahi getirmedi. Hind karanlıktan korkuyordu ve tüm dünya onu, en çok korktuğu şeyin içine doğru terk etti; yapayalnız bıraktı. Hind ve Gazze'de öldürülen tüm çocuklar ve bebekler affetmediği sürece, kimse cennet hayali kurmasın.

Hasan'la Gazze'de, 106'

Kamal Aljafari'nin 2001 tarihli MiniDV kasetlerinden derlediği "Hasan'la Gazze'de" (With Hasan in Gazze), sıradan bir belgesel değil, çok katmanlı bir tarihsel tanıklık. Aljafari'nin 1989'da birlikte hapsedildiği birini araması, bizi doğrudan İkinci İntifada'nın (2000-2005) en yoğun hissedildiği bir dönemin Gazze'sine götürüyor. Bu ham ve filtresiz görüntüler, "doğrudan sinema" akımının en önemli örneklerinden biri oluyor.

Belgeselde tanık olunanlar, Siyonizmin gündelik yaşamı nasıl felç ettiğinin bir analizi. Askeri kontrol noktaları, insanların en temel serbest dolaşım haklarını ellerinden almış; öyle ki insanlar işe gitmek için bisikletlerini bırakıp yürümek zorunda kalıyorlardı. Sorsak, cenneti yaşadıkları yıldı 2001. Çünkü o dönem, İkinci İntifada'nın tüm şiddetine ve yıkımına rağmen, Gazze'nin topyekûn boğulmasından önceki son dönemdi. O yıllarda hala bir "şehir" vardı. Aljafari'nin kaydettiği "az da olsa yaşama şansı olan" o şehir, 2008-09, 2012, 2014, 2021 ve özellikle 2023 sonrası yaşanan kitlesel ve sistematik yıkımla kıyaslandığında, trajik bir "normallik" illüzyonu sunuyordu. İzlediğimiz hiçbir detay şu an yerinde değil. Bu da, Aljafari'nin kasetlerini bir "bellek mekanı" olmaktan çıkarıp, bir "kayıp mekan" arşivine dönüştürüyor. Bu nedenle çok önemli bir belgesel yapım. Çünkü bu görüntüler, Filistinlilerin varlığını ve kimliğini coğrafyadan silmeyi amaçlayan "hafıza soykırımı" çabalarına karşı direnen birincil kaynaktır. "Yok olmuşluğu kayıt altına almak", gelecekte "Gazze'nin bir zamanlar yaşanabilir bir yer olduğunu" kanıtlama zorunluluğumuz için hayati bir önem taşıyor. Bu MiniDV kasetleri, yaşam boyunca taze kalacak acıların yanı sıra, silinmeye direnen bir halkın varlığının da kanıtıdır.

ULUSAL BELGESEL FİLM YARIŞMASI

Toprağa Dönüş, 15'

◾ Festivalde izlediğim ve bende ayrı bir yeri olan yapımlardan biri de "Toprağa Dönüş" oldu. Üniversite sıralarında beraber yol aldığımız arkadaşlarım Kerem Kurtuluş ve Emre Akbulut'un üstün emeğini izledim bir nevi. Sadece üç kişilik bir ekiple bu denli muazzam bir yönetmenlik ve hikaye derinliği yakalamış olmaları, festivalin "cesur" ve "yenilikçi" ruhuyla birebir örtüşüyordu.

◾ Belgesel, 2 yaşındayken ailesiyle birlikte New York'a taşınan Tevfik karakterinin, derin bir "toprak özlemiyle" memleketi Rize'ye dönüşünü ve dedesinin evine yerleşerek orada yeni bir hayata başlamasını konu alıyor.

◾ Rize gibi bir memleketin muazzam coğrafyasını izlerken mest oluyorsunuz. Ancak hikayenin, tıpkı "Filistin 36" gibi, vatan ve millet sevgisiyle örülü olması, izleyiciyi tamamen farklı bir duygusal seviyeye taşıyor. Büyük bir adanmışlık ve küçük bir ekiple bu denli etkileyici bir iş çıkaran bu genç sinemacıların emeklerinin karşılığını almalarını yürekten diliyorum.

Nena Sena, 30'

◾ Festivalin "dava" ve "direniş" filmleri kadar güçlü olan bir diğer damarı da, 'toplumsal yalnızlık' ve geçmişin bireyler üzerindeki silinmez izleriydi.

◾ Bu temayı en derinden hissettiğim yapımlardan biri, Dino Omeroviç'in ilk belgesel filmi "Nena Sena" oldu. Belgesel, Bosna Savaşı'nda yerinden edildikten yıllar sonra, bugün Republika Srpska sınırları içinde kalan Bosna-Hersek'in Vlasenica kasabasındaki evine dönen 92 yaşındaki Senija'yı konu alıyor. Onu filme alan ise Türkiye'de büyüttüğü torunu Dino Omeroviç.

◾ Sena ninenin 92 yaşında olmasına rağmen yaşama dair saygısını, kabullenişini ve "yaşıyor olmanın" gerekliliklerini yerine getirişini izlemek muazzamdı. Bakışı, gülüşü, etrafına eşlik edişi ve fark edişi, belgesele inanılmaz bir samimiyet katmıştı. Saatlerce de olsa Nena Sena'yı izleyebilirdim.

◾ Yaşamanın her yaşta cesur bir iş olduğunu, örneğin sadece yemek yiyerek ya da uyuyarak da bize gösterdi. Onun için yanında tek bir kişinin bile olması yeterliydi; çünkü ona göre "isteyen gelirdi, özleyen gelirdi." Birinin varlığına muhtaç olmadığını sadece bakışlarıyla anlatması çok etkileyiciydi. Torunu Dino Omeroviç'in de saygıda kusur etmeyerek ninesinin günlük yaşamına ve bireysel sınırlarına dokunmaması, bu yapımın saf bir minnet duygusuyla ortaya çıktığını bize net bir şekilde gösterdi.

◾ Nena Sena'nın bende en çok iz bıraktığı an ise bir yerde çalan şarkıya dans ederek eşlik etmesi oldu. O anın alt metni çok açıktı: "Ben buradayım ve benliğimle yaşamaya devam ediyorum."

Kavak Ağacının Gölgesinde, 64'

◾ Festivalde izlediğim bir diğer etkileyici belgesel ise "Kavak Ağacının Gölgesinde" oldu. Yaşadığı bölgenin ve ailesinin ataerkil, aşiretçi ve katı geleneksel yapısından kendini soyutlama istenciyle öne çıkan Mikail karakteri, bende hem tebessüm hem de derin bir hayranlık bıraktı. Bunun temel sebebi, Mikail'in yaşadığı zorlukları ince mizahi cümlelerle yorumlama biçimiydi. Bu, yapmacık bir çabadan tamamen uzaktı; gerçekti ve bunu büyük bir samimiyetle ifade ediyordu. Cümlelerindeki o ustalıklı ironi, olaylara bakış açısı ve olumsuzlukların içinden farklı bir alternatif çıkarabilme yeteneği muazzamdı.

◾ Mikail, yaşamı annesi için ciddiye alıyordu. Çünkü bu ataerkil yapının zulmünü en net şekilde annesinin yaşadığını görmüş ve buna karşı bir direnç geliştirmişti. 14 yaşından beri babasının ikinci eşi olan ve sürekli zulüm gören annesine, bütün çektiklerini unutturacak bir hayat yaşatmak gibi net bir amacı vardı.

◾ Bu amaç uğruna işlettiği kafesini ilerleterek Van Gölü kenarında annesi için bir butik otel açmak istiyordu. Dilerim her anlamda film, başarıya ulaşır.

Mukaddes, 40'

◾ Festivalin "geçmişin izleri" ve "yalnızlık" temalarını işleyen bir diğer çarpıcı yapım da "Mukaddes" oldu. Bu belgesel, acıyla ve zorlukla örülmüş bir hayatın sonunda, arta kalan o "yaşam kırıntılarından" devam eden bir yolculuğu anlatıyordu. 87 yıl boyunca Yörük kültürüyle yaşamış Ayşe Teyze ve Mehmet Amca'nın yaşam mücadelelerine tanıklık ettik. Onların yaşamdan kazandıkları en büyük ders "özgürlükleri" olmuş; "dört duvar arasına sıkışmamışlar" ama bu fiziksel özgürlük, onları türlü acılardan koruyamamış.

◾ Belgeselin en vurucu anı, Ayşe Teyze'nin "kadınlığına" dair yaşayamadıklarının ağzından döküldüğü o samimi itiraflardı. İşte o an, benim için belgeselin kilitlendiği yer oldu. Belki dışarıdan özgür ve mutlu bir tablo çiziyorlardı, ama aklımda kalan asıl detay, Ayşe Teyze'nin tüm bu zorluklara ve şiddete rağmen "yaşama bağlanarak" varolmuş olmasıydı. Bu, "özgürlüğün içindeki tutsaklığın" en net portresiydi. Kadın, o dağların zirvesinde, o "özgür" yörük yaşamının içinde bile, toplumsal kodların ve geçmişin izlerinin tutsağı olarak kalmıştı. Yine de, tüm bu acı dolu hikayenin ortasında, ikilinin birbirleriyle olan tatlı "atışmaları"nı izlemek, onca yıla ve zorluğa rağmen yeşerttikleri o yaşam direncini görmek, bu belgeseli izlemeye değer kılan asıl unsurdu.

◾ Festival 14 Kasım'da sona eriyor ve listemde izlemeyi beklediğim birkaç yapım daha var. Bu nedenle, bu yazıyı nihai bir festival karnesi olarak değil, şu ana kadar hafızama kazınan karelerin bir dökümü olarak görmek gerekir. Ancak bu "ilk izlenimler" bile, festivalin bu yılki seçkisinin derinlikli olduğunu göstermeye yetti. Festivalde genel olarak "sanata ne kadar çok ihtiyacımız olduğu" duygusunun hakim olduğunu gördüm. Ancak bu ihtiyacın karşılanabilmesi için özellikle maddi bir rahatlığın sağlanması gerektiğini düşünüyorum. Festival filmleri ücret olarak daha makul olduğu için kısmen herkese ulaşabiliyor, ancak bu ulaşılabilirliğin sinema sektörünün tümüne yayılması şart.

◾ Festival filmleri, sinema dünyasına özgünlük ve cesaret katıyor. Özellikle gençlerin bu konuda cesaretlenmesini, topluma faydalı bireyler olarak kendilerini ve çevrelerini yetiştirmelerini sağlıyor. Sanatın bireyden ziyade topluma faydası olması gerektiği görüşüne sahibim. Çünkü bilinçli kalabalıkların, günümüzün en büyük sorunu olan bireysel yalnızlıklara, güvensizliğe ve çaresizliğe iyi geleceğine inanıyorum.

◾ Bu yüzden okuyucuya ve izleyiciye tavsiyem şudur: Bir sanat eseri izlediğinizde veya gördüğünüzde, bunu mutlaka yazın. Sizde ne uyandırdı, sizde ne bıraktı? Eminim bu, eseri özümsemenize çok yardımcı olacaktır. Ve belki daha da önemlisi, "bireysel olarak bu konuda bir amacı olan insanlara nasıl yardımcı olabilirim?" diye düşünün. Onları izlemek, yorumlamak ve geri bildirim yapmak bile paha biçilmez bir hediyedir.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu'na aittir. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz.
Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir. Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
>