Arama

  • Anasayfa
  • Analiz
  • Değerlerini yitirmiş bir AB'nin geleceği var mı?

Değerlerini yitirmiş bir AB'nin geleceği var mı?

Değerlerini yitirmiş bir AB’nin geleceği var mı?
Yayınlanma Tarihi: 21.3.2017 07:40:00

Rotterdam’daki olayların ardından, Avrupa Birliği yetkililerinden ve bazı üye ülke temsilcilerinden, Mark Rutte hükümetinin karar ve uygulamalarını eleştirmek şöyle dursun, Türkiye’ye karşı Hollanda ile dayanışma ifadeleri geldi.


Hollanda hükümeti geçen hafta Dışişleri Bakanımızın ülkeye girişini engelleme, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanımızı sınır dışı etme, Lahey Büyükelçiliğimiz Maslahatgüzarını ve Rotterdam Başkonsolosumuzu gözaltına alma ve Başkonsolosluk önünde toplanmış çoğu çifte uyruklu vatandaşlarımızın atlı ve köpekli polislerce şiddet kullanılarak dağıtılması kararlarıyla, Diplomatik (1961) ve Konsüler (1963) İlişkiler hakkındaki Viyana sözleşmeleri ile Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni (AİHS) açık biçimde ihlal etti. Bu ihlallerin tartışılması ve hiçbir gerekçeyle hoş görülmesi mümkün değil.

AB’nin Hollanda ile dayanışması
Oysa Rotterdam’daki olayların ardından, Avrupa Birliği (AB) yetkililerinden ve bazı üye ülke temsilcilerinden, Mark Rutte hükümetinin karar ve uygulamalarını eleştirmek şöyle dursun, Türkiye’ye karşı Hollanda ile dayanışma ifadeleri geldi. Bu ifadelerden kuşkusuz en dikkat çekeni, Avrupa Konseyi Başkanı Donald Tusk’un söyledikleriydi. Polonyalı siyasetçi az ve öz konuşarak “Hollanda Avrupa’dır, Avrupa da Hollanda’dır; özgürlük ve demokrasi mekânıdır” (Les Pays-Bas c’est l’Europe, et l’Europe c’est les Pays-Bas, un lieu de liberté et de démocratie) dedi. AB’nin kurumsal olarak en üst düzey şahsiyeti tarafından sarf edilen bu sözler, Türkiye’nin ve özellikle Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Rotterdam’daki uygulamalarını Nazizm ve faşizm ile özdeşleştirdiği Hollanda ile Brüksel’in tam bir dayanışma içinde olduğunu vurguluyordu.

Bu dayanışmayı son derece net biçimde Flamanca dile getirmekten çekinmeyen Tusk, ayrıca Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı da isim vermeden şöyle eleştirmişti: “Erasmus’un kenti Naziler tarafından yıkılmıştı. Şimdiki Belediye Başkanı da Fas doğumlu. Rotterdam’da faşizm gören, gerçeklerden tümüyle kopuktur.” Tuhaf bir açıklamaydı kuşkusuz. Pazar gecesi neler olup bittiğini, atlı, köpekli polislerin insanlara nasıl şiddet uyguladığını hep birlikte ekranlardan gördük. Donald Tusk’a yöneltmemiz gereken soru şu: Bu kentin on yıllar önce Nazilerce yakılıp yıkılması, belediye başkanının Fas’lı olması, gözlerimizle gördüğümüz gayri insani uygulamaların faşizan olmadığı anlamına gelir mi?

Tusk, Hollanda ile dayanışma gösteren ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı eleştiren tek üst düzey AB temsilcisi değildi. “Türkiye’nin Hollanda, Almanya ve diğer ülkeler hakkında söyledikleri beni skandalize etti” diyen Komisyon Başkanı Jean Claude Juncker şöyle devam etti: “Nazilerle bugünkü hükümetler arasında yapılan bu karşılaştırmayı kabul etmem. Hollanda’nın Nazilere benzetilmesini asla kabul etmem. Böyle bir benzetme yapan AB’den uzaklaşıyor demektir.” Juncker’in bu açıklaması da en az Tusk’unki kadar tuhaftı ama daha da tuhafı, AB Komisyonu başkanının, demokratik değerlerle uyuşmayan karar ve uygulamaları ile Rutte hükümetinin değil de, bu uygulamaları eleştirenlerin AB’den uzaklaştığını öne sürmesiydi kuşkusuz.

Hepsinden daha vahimi, Juncker’in Avrupa Parlamentosu’nun Strasburg’daki toplantısında Fransa’nın eski Cumhurbaşkanlarından Valery Giscard D’Estaing’nin AB üyeliğimize karşı çıkarken söylediği cümleyi yinelemesiydi. Juncker’in “Türkiye’ye üye olmak isteyen AB değil, AB’ye üye olmak isteyen Türkiye.” (Ce n’est pas l’Union qui veut adhérer à la Turquie, mais bien la Turquie qui veut adhérer à l’UE) cümlesi alkışlarla karşılandı. Bir önceki cümleyle birlikte okunduğunda, Juncker’in Erdoğan’a verdiği mesaj şuydu: “Türkiye AB’ye üye olmak istediğine göre, Hollanda hükümetini Nazilerle karşılaştırmamalı”. Peki AB’ye üye olmak için Türkiye, bir üye ülkenin, tarafı olduğu uluslararası anlaşmaları ve AİHS’i çiğnemesine sessiz mi kalmalı? Bu yeni bir kriter mi?

Avrupa medyası da bu dayanışmadan yana
AB’nin Rutte hükümetine sahip çıkması, aslında sadece kendi değerlerinin çiğnenmesine göz yumması değil, aynı zamanda aday ülkelerin üye ülkelere haklı gerekçelerle de olsa itiraz etmemesi gerektiği anlamına da geliyor. Konunun bu veçhesi, nedense sadece AB yetkilileri ve bazı üye ülke siyasetçileri değil, aynı zamanda ana akım Avrupa medyası tarafından da benimseniyor. Le Monde’un Rotterdam’da yaşananların ertesi günü yayımladığı başyazı tam da bunu söylüyor.

Spotunda “Her geçen gün Türkiye’yi AB’den biraz daha uzaklaştırıyor” cümlesi yer alan bu başyazıda, eleştiri okları sadece Cumhurbaşkanı Erdoğan’a yöneltilmiş durumda. Gerekçe, başta Hollanda ve Almanya olmak üzere bazı üye ülke yöneticilerine yönelttiği Nazizm ve faşizm eleştirileri. Gazete bu eleştirileri “hakaret” olarak niteliyor ve şöyle yazıyor: “Recep Tayyip Erdoğan’ın son günlerde Avrupalılara yönelttiği hakaretler, Ankara ile AB arasındaki kırılmayı daha da arttırıyor.”

Başyazı bütün olarak değerlendirildiğinde, Rotterdam krizinin sorumlusunun sadece Türkiye olduğunun, Erdoğan’ın AB’ye yönelik hakaretlerle ülkesini AB’den uzaklaştırdığının, esasen referanduma sunulan anayasa değişikliğiyle de Türkiye’yi “Orta-Doğu tipi diktatoryal” bir rejime geçireceğinin altının çizildiği görülüyor. Her konuda Türkiye’yi suçlu ilan eden başyazı, AB yetkililerini ve üye ülke yöneticilerini ısrarla Hollanda ile “sıkı bir dayanışma” içinde olmaya çağırıyor.

Le Monde, bu konuda hükümetiyle ikili düzeyde sorun yaşamadığımız bir ülkede yayımlanan bir gazete. Fransa’da, Türkiye hakkında şirazeyi iyice kaçıran Alman, İsviçre ve Avusturya medyasındaki gibi provokasyona dayalı haberler yok. Ama konuyla ilgili değerlendirmeler bu yönde.

Bütün bunlardan, Avrupa’da hedefin, Erdoğan üzerinden Türkiye ve temsil ettiği çeşitliliğe karşıt bir kamuoyu oluşturmak olduğu sonucuna varmak mümkün. Bu hedefe, Avrupa’da giderek güçlenen yabancı düşmanı, İslam karşıtı, ırkçı, faşist siyasi partilerin tezlerine sahip çıkarak varmak kolay. Fransa’da Sarkozy bu sayede 2007’de Cumhurbaşkanı olmuştu. Rutte Hollanda’da aynı yoldan giderek önceki günkü genel seçimlerde oy kaybına karşın birinci parti olmayı başarmış görünüyor. Ama sadece böyle küçük iktidar hesapları mı, yoksa İslam’ı düşman ilan etmiş olan daha genel, hatta küresel bir plan mı söz konusu burada? Öne sürülen bazı komplo teorilerine itibar etmek istemiyorum ama bütün bunlar sonuçta Rotterdam’da olduğu gibi demokratik değerlerin çiğnenmesi pahasına yapılıyor. AB yetkilileri ve Avrupa medyası bunu kabul etmiyor belki ama buradan bakıldığında açık seçik böyle görünüyor.

Değerlerini yitirmiş bir AB’nin geleceği var mı?
AB çok değil, bundan birkaç yıl öncesine kadar sınırlarını tartışıyordu. Türkiye bu tartışmanın göbeğindeydi. Lyon’da Başkonsolos olarak görev yaptığım yıllarda, Türkiye’nin Avrupa’nın coğrafi sınırları dışında olduğunu savunan ve “Türkiye üye olursa, o zaman Yeni Zelanda niye olmasın” gibi çok ’parlak fikirler’ beyan eden Fransız milletvekillerine tanık olmuştum. Coğrafi sınırlar tartışması o kadar saçmaydı ki, Fas bile tam üyelik başvurusu yapmıştı. Ardından aşırı sağcı siyasetçiler sahneye çıkmış ve “Türkiye üye olursa, Fas da olur ve Fransa İslamlaşır” diye yaygara koparmaya başlamıştı. Brexit kararından sonra şimdi artık o sınırların dışında kalan Avrupalılar da var.

Kabul etmek gerekir ki Avrupa’yı Avrupa yapan, kurucu babalarının Latince ‘in varietate concordia’ olarak ifade edilen ‘çeşitlilik içinde birlik’ felsefesi ve demokratik değerleridir. Çeşitlilik içinde birlik, öncelikle iki dünya savaşında milyonlarca insanının hayatını kaybettiği Eski Kıta’nın barış ve istikrarı için olmazsa olmaz koşulların başında geliyor. Milli sınırların ötesinde kalan etnik veya dinsel/kültürel azınlıkların, bulundukları ülkelerde tüm hak ve özgürlüklerini kullanabilmeleri Kıta’daki her ülkenin bu felsefeyi ve demokratik değerleri benimsemesine bağlı.

Avrupa’nın inançlar boyutundaki çeşitliliğini sadece Hristiyanlığın mezhepleri ve Musevilik oluşturmuyor. Birçok Avrupa ülkesinde, göçmen kökenlilerin yanı sıra yerli Müslümanlar da var. Dolayısıyla Hollanda dâhil birçok Avrupa ülkesinde yükselen İslam karşıtlığının, özünde Nazi dönemindeki Yahudi düşmanlığından farkı bulunmuyor. Belki bu düşmanlığı savunan siyasi partilerin iktidara gelmeleri kolay değil ama tezlerinin özellikle ılımlı geçinen partilerce bir ölçüde benimsenmesi, AB’yi içinden yıkabilecek bir virüsün toplumun vücudunu sarmasına neden oluyor. Kaldı ki İslam karşıtı partiler ağız birliği etmişçesine ayrıca AB’den çıkılmasını da savunuyor.

AB yetkililerinin ve Almanya gibi bazı üye devletlerin, Türkiye’nin uyarılarını ciddiye almak yerine Hollanda’nın arkasında durmaları, İslam karşıtlığı virüsünün Birlik içinde yayılmasını çok da önemsemediklerini ortaya koyuyor. Juncker’in “AB’ye üye olmak isteyen Türkiye” sözleriyle adeta rest çekmesi, aslında önemli bir hususu atladığını gösteriyor. Türkiye üyelik sürecine ve AB müktesebatına uyuma önem veriyor vermesine ama bu, her geçen gün kuruluş felsefesinden uzaklaşan ve demokratik değerlerini çiğneyen üyelerinin arkasında duran bir AB’ye üyeliği kabul ettiği anlamına gelmiyor. O bakımdan Juncker, Tusk ve diğer politikacıların, üyelik konusundaki son kararı referandumda verecek olan halkımızın sabrını test etmemesi gerekiyor.

AKIN ÖZÇER - ANADOLU AJANSI

["İspanya Siyasi Tarihinde Bask Milliyetçiliği" ve "Çoğul İspanya: Anayasal Sistemi ve Terörle Mücadele Modeli" kitaplarının yazarı olan Akın Özçer 1979-2006 yılları arasında, sonuncusu Lyon Başkonsolosluğu olmak üzere, Dışişleri Bakanlığı’nda çeşitli görevlerde bulunmuştur]
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN