Arama

Prof. Dr. Teoman Duralı
Nisan 6, 2020
Gelişip dönüşen varlık olarak canlı

Bahsi geçen iki akımı birleştirip kimi bilgilerin akılla, kimilerinin de deneyle elde edildiklerini; ama her iki yoldan devşirilenlerin, ancak birarada uygulamaya aktarılabileceğini Yeniçağda ilk öne sürenlerden biri, Gottfried Wilhelm Leibniz olmuştur.[i]

Genel varlıköğretisine ilişkin bu ikilik sorununun yanısıra, öncelikle deney yönünden hızla ilerileyen canlılar biliminin kendinde de önemli sorunlar su yüzüne çıkmağa başladı. Mikroskobun yardımıyla girişilen araştırmalar, canlılar bilimine bağlı yeni bir kolun doğmasına yol açmışlardır: Embriyoloji. Basit örgütlenmiş varlık seviyesinden karmaşık bireyin demekki yetişkinin nasıl türediğini araştırır bu bilim. Ayrıca, canlının gelişmesiyle birlikte, cenîn/embriyon safhasından başlayarak uzuvların/organların basamak basamak biçimlenmelerini de kendine konu edinir. İşte, canlılar biliminin birkaç yüzyıl boyu gündemde kalan tartışma konusu buradan doğmuştur. Başka bir söyleyişle: Canlı bireyin aslı, oluşu, çıkışı sorunu. Söz konusu tartışmanın bir kanadını, eski çağlardan beri süregelen kanıyı savunanlar oluşturmuştur: Birtakım böcekler yahut başka basit örgütlü hayvanlar, 'kendiliklerinden türeyiverir'ler (L generatio spontanea). Bu gibi canlılar söz konusu kanâat uyarınca, başkalarından türemeyip maddelerin gelişigüzel yığışmasından meydana gelir. Sözü edilen görüşü İtalyan araştırmacısı Francesco Redi, yapmış olduğu bir deneyle kesinlikle yıkmıştır.

Tartışmanın öbür kanadında yer alanlara gelince; hem embriyolojideki gelişmelerin hem de başkalaşmaların ışığında belli bir türe bağlı çeşitli varolanların ardarda birbirlerini izledikleri teorisini öne sürmüşlerdir. Bu teori, biyoloji çevrelerinde zamanla üne kavuşan şu yasayla özetlenmiştir: "Her canlı, yumurtadandır (L omne vivum ex ovo)." Buna göre yumurtada yetişkin bireyi bütün organlarıyla minyatür hâlde bulunduran iki tohumun varlığına inanılmıştır.

Ancak, embriyolojideki yeni bulgular bu sefer, canlının ortaya çıkmasıçin bir tek yumurtanın yetmeyeceğini göstermişlerdir. Söz konusu embriyoloji sürecini boşandırmakiçin, baştan birbirlerine yabancı olan erkek unsur spermatazoon ile dişinin yumurtasının birleşmeleri gerektiği anlaşılmıştır. İşte bu verilerden kalkan 'önoluşcular', sözü edilen iki unsurun birleşmesiyle oluşan embriyonun, canlının ileride bulunduracağı bütün uzuvları minik boyutlarda barındırdığı kanısına varmışlardır. Yalnız, bireyin oluşmasında hangi unsurun baskın etken olduğu konusunda görüş ayrılıkları ortaya çıkmıştır: Ovulistler, dişi unsurun, yânî yumurtanın; buna karşılık, spermatistler (yahut öbür adıyla animalkulistler) erkek unsurun, yânî spermatozoonun, soyaçekim dolayısıyla yetişkinin ana özelliklerini belirlediğini öne sürmüşlerdir.[2]

İnsanın, doğa hakkında bilgi derleme çabaları tarih boyunca izlendiğinde, felsefe ile bilimin nice sıkı işbirliği içinde yol almış oldukları seçikce anlaşılır. Öyleki, zaman zaman işbirliğinden de öte iç içelikten, bütünlükten bile söz edilebilir. Aslında, insanlığı aydınlatmış çığır açıcı bir avuç dâhî, çoğu kere felsefe ile bilimlerin ortak malı sayılır.

Düşünce, yahut daha dar anlamda, bilim tarihine göz gezdirecek olursak, çığır açıcı bir buluşta bulunmuş dâhînin, çoğunlukla buluşunun sunduğu sonuçları genelleştirdiğine, bunların hesabını vermeğe giriştiğinde, felsefesini yaptığına tanık oluyoruz. Bilim ile felsefenin tabanını oluşturan malzeme dağarcığı zenginleştikce, genellemelerin daha büyük bir dakiklikle başarılmış olmaları doğaldır. Bununla birlikte, birer genellemeden başka bir şey olmayan varsayımların, giderek teorilerin, katıksız gözlem ile deney verilerinden doğrudan doğruya çıkmadıkları zamanlar da olmuştur. Gerekli hammaddelerin, malzemelerin eksikliği, her ne denli insanın ufkunu daraltmışsa da, hayâlgücünü tamamıyla ketleyememiştir. Bunun sonucunda pek az sayıda insana vergi birtakım tasavvurların, daha sonraki çağlarda şu yahut bu yoldan yüz yüze gelinmiş deney verilerince sağlanmış gerekli malzemelerce doğrulandıklarına şaşarak tanık oluyoruz. Ama elbette bir iki sınırlı kıpırdanış dışında, asıl önemli atılımların hep, insanın teori ile deneye ilişkin çabalarının el ele yürüdükleri çağlarda meydana gelmiş olduklarını yine tarihten açıkca öğreniyoruz.

İşte bu bağlamda Onsekizinci yüzyıl Avrupasına göz atıldığında, şöyle bir görünümle karşılaşılır: Önemli atılımlar gerçekleştiren fiziğin sağladığı yepyeni imkânlarla Onbeşinci yüzyılın sonlarına doğru başgösteren keşif furyası, semeresini 1600lerin sonları ile 1700lerin başlarında vermeğe başlamıştır. Söz konusu dönemde yeni keşfedilmiş ülkelerden dönen gemiler, hükümdarlara sunulacak altınların, ele geçirilmiş toprakları kabataslak gösteren haritaların yanısıra, çeşit çeşit taşların, o zamana değin Batı Asya ile Avrupada az yahut hiç tanınmamış bitkilerin örnekleriyle dolup taşmıştır. Bu arada, yeni ülkeleri bulup ele geçirenlerin yanında yolculuğa çıkmış dinadamları yahut maceraperest gezginler, döndüklerinde görüp yaşamış olduklarını, hep doğrucu bir tutumla olmasa bile, hikâye etmişlerdir. İşte malzeme çeşidinden bu yeni verilerin ışığında, öncelikle canlılar biliminde nesilden nesle aktarılagelmiş birsürü kanıya yeniden eğilinmiş, sonuçta bunların birçoğu da gözden düşmüştür.

Artık, canlıların, yalnızca hesaplanabilir bir işleyiş/mekanisma olmayıp aynı zamanda gelişen varolanlar olarak görülmeğe başlandıklarından az önce söz edilmişti. Canlı-olmayanların tersine, canlıları belirleyen bir başka özellik olarak da, etkilere tepki göstermeleri tesbit edilmiştir. Böylelikle, doğa araştırmacılarının, Teofrastos'tan sonra izleri gittikce silinmeğe yüz tutan bir soruya yeniden el attıklarını görüyoruz: Yukarıda belirtilen/ler/i andıran daha nice başka özelliklerinden dolayı, canlı diye belirlenen bu varolanlar yığını, birbirlerinden kopuk, birbirleriyle ilintisiz unsurlardanmı meydana gelir? Mantıkca şöyle de denilebilir: Kimi ortak özellikler, varolanların bir bölümünün canlı diye anılmasını sağladıklarına göre, bunlar arasında birtakım bağların bulunması da zorunludur. Şu var ki, böyle bir akılyürütme işlemine hiç girişmeden de, derlenmiş bir canlılar yığınıyla karşı karşıya kalan doğa araştırmacısı, ne yapıp edip bunu düzenlemekten gayrı çıkar yol bulamaz.

Hayvanlar da bitkiler de ilk elde biçim yönünden karşılaştırıldılar. Böylelikle Eskiçağ bilim geleneğinin zayıflamasından uzun süre sonra, canlıların, belirlenmiş birtakım kurallar çerçevesinde yeniden sınıflandırıldıkları görülüyor. Bu işi, "varolanlar yalnızca bir nesnel yöntem çerçevesinde düzenlendiklerinde, bilim anlayışıyla karşılaşılır."[3] ilkesinden kalkarak ele alan isveçli doğa araştırmacısı Carl von Linnxus, günümüz taksonomisinin öncüsü sayılır. Linnxus, Joachim Jungius'un daha Onyedinci yüzyıl başlarında dile getirdiği savı anmış olsa gerek: "Bitkiler, belirli bir yöntem çerçevesinde sınıflara, cinsler ile türlere ayrılmayıp gelişigüzel ele alınırlarsa, bitkiler üzerine girişilecek araştırmaların sonu gelmez."[4]

İşte, bugün hâlâ yürürlükteki 'çift adlı döküm'ü (L nomenclatura binaria) ilk defa 1753de ıstılahını ortaya atan Linnxus, yöntemini şöyle tarif etmiştir: "Belirlenmesi zorunlu olangenusproximum et differentiam specificamdır. Başka bir deyişle, daha geniş kapsamlı cins (Lgenus) ile onun barındırdığı birbirlerine benzer türleri (L^-İng species) tesbit etmek gereklidir."[5] Söz konusu çift adlı döküm uyarınca, it/köpek (L Canis familiaris), börü/kurt (L Canis lupus), tilki (L Canis vulpes), çakal (L Canis aureus), 'Canis' cinsince içerilirler. Kedi (L Felis ornas), arslan (L Felis leo), kaplan (L Felis tigris), jaguar (L Felis ornas), pars (L Felispardus) ise, 'Felis' cinsine girerler. 'Beşer'e dek sınıflanışa gelince:

Alem

(L Regnum):

Hayvanlar

(L Animalia)

Dal

(Y——L Phylum):

Kordalılar

(Y Chordata)

Altdal

(L——Y Subphylum):

Omurgalılar

(L Vertebrata)

Üstsınıf

(L Superclassis):

Dördayaklılar

(Y Tetrapoda)

Sınıf

(L Classis):

Memeliler

(L Mammalia)

Bölüm

(L Subclassis):

Etenliler

(L Placentalia)

Üsttakım

(L Cohors):

Toynaklılar

(L Unguiculata)

Takım

(L Ordo):

Maymunlar

(L Primata)

Alttakım

(L Subordo):

İnsansılar

(Y Anthropoidea)

Üstaile

(L Superfamilia):

Beşersiler

(L Hominoidae)

Cins

(L Genus):

Beşer

(L Homo)

Aile

(L Familia):

Beşergiller

(L Hominidea)

Altaile

(L Subfamilia):

Beşerler

(L Homininae)

Tür

(L Species):

Beşerinsan

(L Homo sapiens sapiens)

Böylece, canlıların mantıkca düzenlenişlerinin gün ışığına çıkarılmasıyla onlara ilişkin doğal sistemi de bulmak öyle zor olmamalı.[6] Aristocu düşüncenin böylelikle, bir Onsekizinci yüzyıl doğa araştırmacısında geçerliliğini hâlâ koruduğunu görüyoruz: Doğa ile akıl arasında bir çeşit uygunluğun varlığına inanılıyordu. Doğanın açıklanması buna göre, en tümelden başlayarak basamak basamak inip türlerde sona erer. En tümel takımlar (L ordines) ile cüzî türler (L species) arasında da filumlar, familyalar, sınıflar (Fr-İng classes) ile cinsler (geni) bulunur. Linnxus'un kurmuş bulunduğu bu canlılar zincirinin her bir halkasının durağan bir (statik) bütünlüğün değişmez parçası olduğu anlaşılmaktadır. "Öylelikle Aristoteles'in varlıköğretisi Tanrının yarattığı biçimler tarzında Hırıstıyan dünyagörüşü kılığıyla karşımıza yeniden çıkmış oluyor. 'Doğanın da onunla iç içe mantık sisteminin gâyesi şöylece dile getirilebilir: 'Doğanın kitabı'nı okumak, Tanrının düşüncelerini kapsayan 'düstûr'da (L codex) ölümsüz harflarla yazılıdu- ranları öğrenmek demektir."[7] Nitekim "türler," der Linnxus, "en başlangıçta yaratılmış biçimlerdir. Mıktarca da çeşitce de nice çok ve değişik olurlarsa olsunlar, hepsi de yaratılmıştır. Yine hiçbir tür, bugün türeyemez artık."[8] Linnxus' un buraya aktarılmış önermelerinden şu çıkıyor: Canlılar evreninin temel birimi, gerçeklikte yer alan, türdür. Onun çeşitleriyse (L varietas), arazdırlar (L accidentalis) yalnızca. Bununla birlikte 1742de Linaria peloria denilen bitkide gözlemlediği mutasyon, Linn&us'u, tutkuyla bağlandığı varsayımından vazgeçirmiş olup 1770de "türler, zamanın eseridirler" şeklindeki yeni varsayımını öne sürmeğe zorlamıştır. Onun görüşünce gelecekte araştırmacıların başta gelen ödevi, deney yoluyla bu varsayımı, bir 'aksiyom' hâline sokmak olmalı. Bu bakımdan Linnxus'u dönüşümcülüğün öncüsü olarak görmek gerekir.[9]

Carl von Linnxus'un, ilkin canlıları durağan, hiç değilse çok sınırlı değişebilir takımlara, sınıflar ile cinslere ayırmasına yeğinlikle karşı çıkan Georges-Louis Leclerc Comte de Buffon'dur. Ona bakılırsa, canlıları böyle kalıplara yerleştirmek insan zekâsının ürünüdür. Türlerin tümü, yine ona göre, birkaç topluluktan türemiş. Bu düşüncelerle o, canlılar bilimini, bir yandan ileride Georges Cuvier ile Jean-Baptiste De Monet Lamarck ın ellerinde pekişecek Fransız dönüşümcülüğüne, öbür yandan da Friedrich Wilhelm Joseph Schelling ile Johann Wolfgang von Goethe gibi Alman romantiklerinde doruğuna erişecek öznelliğe itmiştir.[10] Buffonun yaşadığı çağda Batı ile Kuzey Avrupa ülkelerindeki varlıklı soyluların en gözde uğraşısı dağda bayırda, çayırda ormanda dolaşıp bulduklarını derlemek, gördüklerini titizce kaydetmekti. Bu yararlı modaya kendini hepten kaptıran Buffon, doğanın bağrında gözlemlediklerinden dış şartların, canlıları yavaş yavaş işleyen etkiyle değiştirdikleri sonucuna varmıştır. Ortama uygun düşen değişiklik, bir kere kalıcı özellik hâline geldikten sonra bunun, 'kalıtım' yoluyla nesilden nesle aktarıldığı görüşüyle de, 'doğal ayıklanma' varsayımını hani neredeyse öngörmüştür.

Bütün bunların da ötesinde sözgelişi bir Buffon yahut Caspar Friedrich Woffda görülen oluşla ilgili sıralı-oluş görüşü, yine meselâ bir Charles Bonnet'de karşılaşılan önoluşcu anlayıştan türlerin çeşitliliği tasavvuruna daha yakındır. Nitekim, "tohum, önceden biçimlenmişse ancak uzun sürede değişikliğe uğrayabilir. Oysa canlı, her kuşakta kendini yeni baştan biçimlerse, atalar ile yavrular arasında peydahlanacak uçurumu kestirmek güç olmasa gerek. Gerçekten de sıralı-oluş- cular, kalıtsal belirlenimin sarsılmazlığı, dolayısıyla özgül biçimin sürüp gitmesi karşısında şaşırmışlardır."[11]

İmdi Galileo Galilei, nasıl nitel fiziğin nicel olana dönüştürülmesine önayak olmuşsa, Buffon da doğa araştırmacılarının, kendi başlarına yaratılmış, değişmez, dönüşmez diye kabul ettikleri türlerin böyle olmadıklarını bilim yoluyla öne sürenlerin başında gelmiştir. Buffonun, canlıların soydan soya değişmeleri varsayımını, az önce belirtilmiş olduğu üzre, genelleştirip 'dönüşüm' varsayımı hâline getirmek şerefi Lamarckındır.[12] Charles Darwin ise, Lamarck'ın varsayımını gözlemlerle sınayarak genişletmiş, sonunda da bugünkü canlılar biliminin ana payandalarından birini oluşturan evrim varsayımını geliştirmiştir.[13]

(Ş. Teoman Duralı'nın, Dergah Yayınları'nca yayınlanan 'Hayatın Anatomisi – Canlılar Bilimi Felsefesi – Evrim ve Ötesi' isimli kitabından alıntılanmıştır.)

Ş. Teoman Duralı


[i] Bkz: Gottfried Wilhelm Leibniz: "Nouveaux Essais sur l'Entendement Humain", 21. Bölüm:

"De la Division des Sciences", 463. — 469. syflr.

[2] Bkz: Jean Rostand: a.g.e., 22. — 23. syflr.

[3]Theodor Ballauff: "Geschichte der Biologie: Die Wissenschaft vom Leben", 299. s.

[4] Theodor Ballauff: a.g.e., 299. s.

[5] Theodor Ballauff: a.g.e., 299. s.

[6] Theodor Ballauff: a.g.e., 299. s.

[7] Theodor Ballauff: a.g.e., 300. s.

[8] "Species tot sunt divers* quot diversas formas ab initio creavit infinitum... Species tot numeramus, quot divers* form* in principio sunt creat*... Hinc null* species nov* hodienum producuntur" —bkz: Jean Rostand: "Esquisse d'une Histoire de la Biologie", 31. s.

[9] Bkz: Jean Rostand: a.g.e., 39. s.

[10] Theodor Ballauff: "Geschichte der Biologie: Die Wissenschaft vom Leben", 314. — 315. syflr.

[11] Jean Rostand: "Esquisse d'une Histoire de la Biologie", 62. s.

[12] Bkz: Charles Darwin: " The Origin of Species", 17. s.

[13] Bkz: Charles Darwin: a.g.e., 15. Bölüm: "ConcludingRemarks", 443. — 450. syflr.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN