Arama

Prof. Dr. Teoman Duralı
Mart 4, 2019
Kimliğin ana pâyândâsı ‘hâfıza’dır

1.Toplumun Hâfıza Kaybı: Kültürün Ölümü

Kimliğin ana pâyândâsı, daha önce birçok kere belirtildiği üzre, yaşantıların biriktirilip işlendiği 'hâfıza'dır. Onun tümüyle dumûra uğramasıyla bilinç kaybı başgösterir. Bu hâldeki kişinin kimliği çözülmüş sayılır. Kimliği çözülmüş olanın bütün insanî vasıfları dahî, eğretileme yoluyla söylersek, iflâs etmiş gözükür. Artık bu varolanın sâdece dirimlik faaliyetleri, demekki beşerî ciheti yürürlüktedir.

Benzer durumu insan bireyinden topluma taşıyabiliriz. Devletleşmiş, tarihî boyutta kimlik geliştirmiş topluma millet demiştik. Kimliğini oluşturan manevî ile maddî özelliklerini, demekki hâfızasını yitirdiği ölçüde o belirli toplum, millet vasfından yoksun kalır. Öyleyse insan bireyiçin bildirdiğimiz, topluma dahî bahis konusudur: Kimliği kalmamış toplum, kişiliksizdir. Böyle bir şarta maruz kalan toplum, tarih sahnesinden silinir. O toplum, devlet hâlinde yaşamağı sürdürse, başka bir deyişle, biçimsel anlamda, siyâsetce ve hukukca, hükümrân kalsa bile, tarih sahnesinde yer alan milletlerden, bundan böyle, biri olamayacaktır. Böylece bayrağı dahî, renkli bir bez parçası olmaktan öteye geçemeyecektir. Bayrağı renkli bir bez parçası kalmaktan çıkaran âmil, onun temsil gücüdür. Bir milletin kendine mahsûs hukukî, dinî, siyâsî, iktisâdî ile askerî vasıflarının ve kılık-kıyâfete, yeme-içmeye, özgün sanata, davranma ile töreye ilişkin tüm özelliklerinin maddeye tabolmuş ifâdesine 'bayrak'[1] diyoruz.

İnsanlar, nesiller boyu kuru bir toprak ile sâfî bez parçası uğruna yaşayıp icâbında can vermemişlerdir. Alabildiğine maddî ile manevî değer taşıyan toprak ile anlam ifâde eden bez parçasından ilki yurt, sonrakisiyse bayraktır. Üstüne doğup da içinde yaşadığımız o belirli yurt ve şerefimizi, haysiyetimiz ile varoluşumuzu tevdîi ettiğimiz bayrak, kaderin cilvesidir. Mümin kişi, öyleyse kaderine rızâ gösterir. Yurd ile bayrağa sâdıklık, öteki bütün bağlanmalarda olduğu üzre din duyuşunu gerektirir. Dinin dışlandığı toplum düzenlerindeyse, onun yerini almış dünyevî inanca ihtiyâç doğar. İmân mesâbesinde inanılacak değerlerin yaşanmadığı ortamlarda ne yurt ne de bayrak kalır. Yurd ile bayrağın artık değer taşımadığı ortamlardaysa, savaş dahî yoktur; uğrunda mücâdele edilecek bir şey kalmamıştır da ondan. Aile, akrabâlık, oymak, boy, din mensûpluğu, millet, devlet ile yurt kavrayışlarında algıladığımız benimsenegelinmiş aidiyet bağlarının kesilip koparıldığı, darmaduman edildiği bir toplum-kültür anlayışının hâkim olduğu devirde insanlar, bütün nefsânî ihtiyâçları giderilen çiftlik hayvanlarına dönüştürülür. Sömürüyü esâs alan çağdaş, yanî İngiliz-Yahudî medeniyetinin amacı da budur.

  1. Kültürün Aslî Dokusu: İnanç Düzeni

Nasıl toplum ile kültür, kesinlikle örtüşürlerse, birbirlerinden asla ayırtolunamazlarsa, inanç da bu iki unsurla aynı durumdadır. Kadın ile erkek tohumlarının mezcinden anne rahminde beşer oluşur: Doğum. Beşerin, rahimden çıkışıysa, dünyaya gelmedir. Söz konusu safhadan itibâren biyo-fizik süreçlerin yanında, hattâ zamanla onlara baskın çıkacak şekilde, yeni özgün etkenler, gündeme girecek: İnançlar. Bunların gündeme girişiyle o safhaya değin sürüp gelmiş yaşamanın —beşerin salt dirimlilik durumu— üstünde yeni bir yapı şekillenir: Hayat. Bu, yepyeni bir şekildir; benzersiz, tümüyle özgün. Hayat, varolabilmekçin yaşamayı şart koşar. Başka bir deyişle, hayat, dünyada varoluşca, yaşamaya bağlıdır. Bununla birlikte, birinci, ikincinin tabîî, uzvî uzantısı yahut türevi değildir. Diğer bir ifâdeyle, hayatı biyo-fizik çözümlemelerle beşere indirgeyip izâh edemeyiz.

Nasıl, 'dirim'i belirleyen 'gen' ise, 'hayat'ı da, aynı şekilde, 'inanç'lar biçimlendirirler. İnançlarla dokunmuş en geniş toplum örgüsüyse, 'kültür'dür. İnançları gen esâsına indirgemek de, maddeci-mekanikci dünyatasavvuruna dayalı Çağdaş Küreselleştirilen İngiliz-Yahudî medeniyetinin hedeflerindendir. Bu yolla inanç, dirimötesi cihetini yitirerek mekanikleştirilip denetim altına alınabilir.

Beşer yaşamasının üstünde kurucu unsurları inanc olan hayatın temel vasfı hürlüktür. Hür olma keyfiyeti, insandaki ruhluluk vechesinin en bâriz ifâdesidir: Manevî âlem. Kendi iç işleyişi doğrultusunda çalışan fizik-kimya-dirim dünyasının, yanî maddî dünyanın tersine, inanç varlığı insan, doğal belirlenimden yoksundur. Bu sebeple o, hürdür. Hür varlık baştan belirlenmiş olmaz. Baştan belirlenmemiş varlık, yasaya tâbî değildir. Bundan dolayı, baştan belirlenmemiş varlığın, yaşayabilmesi, demekki hayatını kurabilmesiçin kendine kurallar koymak zorundadır. Bunu o, Allah tebliğlerinin kılavuzluğunda duyu - sezgi - akıl üçlüsüne dayanarak başarır.

Baştan belirlenmiş doğal işleyişlere 'yasa' derken, hayatını kuran insanın kendine koyduğu kuralların en mütekâmil şekline kanun, bunlardan oluşmuş geniş ve karmaşık şebekeye de hukuk diyoruz. Hukukun vucut verdiği düşünülebilecek en kapsamlı ve çetrefil teşkilâtıysa, devlettir. Bütün bu inşâaları baştan belirlenmemiş, demekki hür bir varlık olarak insan, kısmen kendinden öncekiler ile çağdaşı olanlardan devraldığı, kısmen de kendisinin oluşturduğu inançlardan hareketle gerçekleştirir.

Belli bir iş görmek, maksada erişmek üzre kullanılabilir araç seçeneklerinden birini yahut birkaçını seçmek, tercihtir. 'Niye şu aracı seçiyorum da onu seçmiyorum'un gerekcesini hesaplayıp verme yetisiyse, hürlüktür. Bahis konusu gerekceyi hesaplayıp verme yetisini hâîz ve işleten meleke de akıldır. Hâîz olduğu melekeyi aklın, bilkuvveden bilfiile intikâl ettirme isteği, irâdedir. Seçenekler arasında tercihte bulunurken akıl, gereksediği gerekceyi 'yeter sebep' (YeL ratio sufficiens) ilkesinde bulur. Yeter sebep ilkesi, Leibniz'in deyişiyle "rationem reddere"den, yani aklın, bulunduğu tercihin hesabını vermesinden ortaya çıkar. Hesabı verilmemiş yahut verilmeyen bir seçme, şu durumda aklın tercihi sayılmaz. Sonuc olarak aklın, bililtizâm karar mercii olmadığı ortam ile durumlarda ne irâdeden ne de onunla birlikte ışıyan hürlükten bahsolunabilinir.

  1. Tekrarlanır - Tekrarlanamaz Zaman Hatlarının Karşıtlığı Karşısında Kendini Belirleyebilen Varlık olarak İnsan
  1. Charles Darwin'in 1882deki ölümünden kısa süre sonra dostu, baş takipcisi ve tarafdarı Thomas Henry Huxley (1825 - 1895), Darwin hakkında bir konuşma yapar. Konuşmanın sonunda dinleyicilerden bir hanım kalkıp "demek maymundan geliyoruz, Sayın Huxley" diye kesif endişesini beyân edince, Huxley, ona şu unutulmaz karşılığı vermiştir: "Merâk buyurmayınız, Saygıdeğer Hanımefendi; bir kere, maymundan neşet etmiyoruz; yine de onun ahfâdı olduğumuzu bir ân için kabul edelim; o durumda dahi, ne çeşit bir maymun olduğu konusunda durmadan kafa patlatan biricik maymun biz olurduk"[2]
  2. Beşer yaşar. Buna karşılık insan tarafındaki varolma şartına hayat dendiğinden müteaddit defa bahsettik. 'Hayat', 'yaşama'yı kapsar ve dahi aşar. Öyleyse hayat, bir yanıyla kapsayıcıyken, öbür taraftan öteleyicidir. Yaşamayı kapsadığı ölçüde fizik-fiziyolojik-genetik, kısacası doğal işleyiştir; aştığı, ötelediği oranda doğaötesi bir olaydır. Doğal işleyişlerin tekrarlanabilinir cinsten olmaları, genelleme ile soyutlamaya uygun düşerler. Tekrarlanabilinir, genellenebilinip soyutlanabilen olaylar, biçimselleştirilmiş mantık temeli üstünde inşâa olunan bilim çerçevesinde açıklanabilinir, dolayısıyla bilinebilirler.
  3. Tekrarlanır biçimde yürüyen olaylar, bulundukları durumdan, bulunmadıkları, bununla birlikte, bulunmaları gereken duruma intikâl ederler. Benzer biçimde, bulundukları durumdan bulunmuş oldukları duruma geçebilirler. Birinci durumda ileriye geçiş söz konusuyken, ikincisinde geriye gidişten bahsolunabilinir. Denize dik inen bir kayalığı ele alalım. Yel, yağmur ile dalga, kocaman kayayı durmadan döğe döğe eritirler, parça parça, un ufak ederler. Kaya kayalara; kayalar kayacıklara; kayacıklarsa çarşağa; çarşak çakıl taşlarına bölünür, parçalanır; çakıl taşlarıysa tâneciklere ayrışıp kuma dönüşür; kum da zamanla kıyıyı doldurur. Akabinde tersine bir sürec işlemeğe koyulur. Yukarıda bahsi geçen doğal 'dış' etkenlerin etkisiyle kum tâneleri kaynaşarak çakılları, onlar ise, irikıyım taş parçalarını, bunlar da sonuçta, irili ufaklı kayaları meydana getirirler. O bölgede yer hareketleri de olagelebilir. Bu durumda deniz kıyısındaki kayalık ile kumsal, yağış ile sıcaklık düzenleri uyarınca, çöl hâlini alabilir. Sonraki yer hareketleri sırasında çölün tekrar kumsala, kayalık dağın ise, engebeli kıyıya dönüşmesi mümkündür. Bu ve benzeri olaylarla yerküremizin dört buçuk milyar yıllık evriminde defalarca karşılaşılabilinir. Birbirlerini izleyen bu çeşit tekrarlanır cinsten olaylar, mekaniktirler. Bunların, büyüklük, reng ile biçim çeşidinden nitelikleri değişmekle birlikte, temel kurucu unsurları, yapıtaşları aynı, öyleki hidrojen atomlarında, görüldüğü gibi özdeş kalabilirler.

(Ş. Teoman Duralı'nın, Dergah Yayınları'nca yayınlanan 'Sorun Nedir' isimli kitabından alıntılanmıştır.)

Ş. Teoman DURALI


[1] Bkz: EK 4e

[2] Bkz: Santiago Genoves: "Human Evolution and Violence", 123.s.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN