Geriye bakış: Felsefenin annesi, bilgelik
"Ârifler, önüne ön olmayandan bahsetmişler;
Hay huyun beline vurmuşlar;
Ortadan ikiye bölüp atmışlar.
Şöyle sürdürür sözlerini pîri âriflerin:
'Kime haber ulaşırsa hakîkatten,
Eser bile kalmaz onda beşerlilikten.'
Sebepler kaplasa tâ yücelerden yeraltına dek her yönü yöreyi,
Kalmaz onun sebeplere yönelmeğe eğilimi.
Kim varlığını darmaduman eder de olur benliğinden,
Artık umursuz bırakmaz bir bakıştır gelir ona hakîkatın ta kendisinden."
Aralarında ince ayırımlar bulunmakla, birlikte, ârifi, hakim ile bilgeyi burada kullanışlılık (Fr pratique) kaygısıyla kısaca aynı anlamda kavrıyoruz. Nedir bu kişinin ayırıcı özelliği? Mevlânâ'nın bildirdiği üzre, ötekilerden farklı olarak "önünde ön" olmaması; "hay huy" selinde boğulmamasıdır. Gündelik gâilelerle becelleşen olağan kişinin, önünde zihince dengi olan beşer/ler kılavuz olarak yer alır. O, "hay huy" hâlinde düşünür, konuşur, eyler. Hakikat arkaplanından habersiz kimseye yaşadığı gerçeklik, ilintileri gelişigüzel, arızi gibi gelen olaylardan ibârettir. Görüp işittiklerinden ders ve ibret alarak, özellikle uzun vadede, yaşayabileceklerini kestiremez. Burada askeri bir deyime başvurursak, strategique manâda düşünemez. Gününü gün eden olağan 'zekâ adamı',[3] tactique düşünüp eyleyen kimsedir. Bilgeyi, olağan zekâ adamlığından ayıran başta gelen etken, strategique düşünüp eyleyen 'akıl insanı'[4] oluşudur. İşte bundan dolayı Aristoteles'e göre, bilge anlamında filosof, kanuna tâbi değil; zirâ kanunu o koyar, vazeder. Bilge, benimsediği ahlâk ilkelerine bağlanmak sûretiyle 'hay huy'dan kurtulmuşluk anlamında 'sıkıdüzen insanı'dır. 'Haylı huylu yaşayış'ta 'katlanarak düşünme' sonucu keşfedilen kalıcı anlamlardan yoksun olunulur. Anlamlar, hep kayıcı, geçici, boğuk ve müphem kalırlar. Neyin nasıl olduğu tanınsa bile, nedeni anlaşılıp bilinmez. Algılardan idrâka; düzayak düşünmeden teemmüle, hele tefekküre asla geçilemez.
Üstün sezgili insan, kendini gerçekliğin binbir çeşit görünüş aynasında fâşetmekten sıkı sıkıya sakınan hakikatın perdelerini teker teker açar; ona nufuz etme cehdügayretini gösterir. Çünkü merak eder. 'Merak', 'cezbe'dir. Aşık olunan hakikatın girdâbına kapılmaktır. Aşksa, maddiyât neviinden menfaat vadetmeyen bir menzile durmadan dinlenmeden kulac atmaktır. Böyle davranan, yaşayan kimsede karşı karşıya kaldığımız vaka, dikkatin olağanüstü derecelerde yoğunlaşmasıdır. Dikkatini dağıtmayan, sağa sola savurmayanın da bilinci pektir, sağlamdır. Başka bir söyleyişle, neyi neden ve niçin yaptığını sıkı sıkıya düşünüp taşınmış olmalıdır. Neyi, neden ve niçin yaptığını bilen, her şeyden önce katlanarak düşünmek zorundadır. Katlanarak düşünmek, yâni teemmül, bilincin en belirgin göstergesidir. İşte, bilge, düşünceleri ile eylemleri üstüne katlanmağı âdet edinmiş, evvelemirde 'öz ben'ini araştırmağa girişmiş kişidir. Öz beninin köşe bucaklarını, tekmil kıvrımları ile boğumlarını keşfede ede nihâyet 'bendışı'na doğru merak dolu 'göz'lerle hamle yapan insan 'bilge'dir. 'Öz ben'ini keşfetmeden 'bendışı'na yönelen, arkasında düşman kalelerini ele geçirmeksizin bırakarak Viyanayı fethetmeğe kalkan Merzifonlu Kara Mustafa Paşanın (1634 - 1683) askeri hatâsını kişisel düzlemde tekrarlar. 'Bilge', hayat yolunda edindiği tecrübelerden ders çıkararak hayati hatâları askariye indirmeği başaran dâhi şahsiyettir.
Bilge (hakim, ârif, sufi.), bireyin gerek kendine dönük, gerek öteki birey toplulukları arasında gerekse kendini çevreleyen doğada daha anlamlı, uyumlu ömür sürmenin yolunu yordamını araştırır. Bu maksada yönelik olarak gündelik yaşama akışının dışına çıkmak zorundadır. Akıntıya kapılmış sürüklenen, durumu üstünde düşünemez. Ancak akıntıdan kendini kurtaracak ki, durumunu mütâlea edebilsin. Söz konusu tutuma 'teorik tavır alış' diyoruz. Başka bir anlatımla, insanın, içinde bulunduğu durumdan kendini sıyırarak oraya 'kuşbakışı' tavırla yeniden bakması, nazar atfetmesi ' teoria yapma'sı demektir. Buna işte, 'bilgelik' adı verilir.
Hakîkata türevi olan gerçekliğin iki kapısından geçilerek girilir. Bunlardan biri gerçekliği 'aşkın',[5] ötekiyse, ona 'içkin'dir.[6] Bilge, her iki kapıdan da geçmesini beceren 'üstün insan'dır. 'Aşkınlık' kapısından geçerek 'temâşa-tefekkür' (Y theoria) yetisini konuştururken, 'içkinlik' yoluyla da 'teemmül-tefekkür'e dalar. Teemmül-tefekkür yolundan (Ar tarîk) yürüyerek ilahî sesi bulgular (Ar VeCeDe [buldu]^vicdân). 'İlahî ses'ten hareketle bilge, terbiye-âdâp kurallarını —'ilhâm'la—; resulse, ahlâk ilkelerini —'vahiy'le— tesbit ve tanzîm eder. Bilge, şu durumda hakîkatın 'aşkın' ile 'içkin' vasıflarına bir arada vâkıf olma çeşidinden melekesi vardır. O, birbirine karşıt iki çeşid etkinliği birlikte yürütme mahâretine sâhip kimsedir. Bir yandan kendi yakın ve nisbeten uzak çevresindekilerle iç içe, omuz omuza yaşayıp mücâdele verirken, diğer tarafta temâşa-teemmül-tefekkür maksadıyla inzivâaya çekilir. Haddizâtında bidâyette bilgelik, yaşama sanatına tekâbül etmiştir. Nitekim Homeros'un (M.Ö. 8. yy.ın ikinci yarısı) "İlia"sında (XV, 412) sofia, beceriklilik, hüner, mahâret, ustalık anlamlarında kullanılmıştır. Zamanla, özellikle de Heredotos'ta (490 - 425) ihtiyât, akıllılık demek olan sofrosüneyle anlamdaş hâle gelmiştir. Nihâyet, Eflâtunda bilgelik, alışılagelinmiş anlam bağlamlarından çıkmışlardır. Onun indinde 'bilgelik', ihtiyât, yaşama sanatı, zekâ ile el uzluğu anlamlarını aşmıştır. Batı Anadolu/Milet geleneğinin takipcilerinin tersine, Eflâtun için yönelinmesi zorunlu nihâî araştırma nesnesi şeyler (Y khremata) olmayıp her bir 'şey'in mensûbu olduğu 'temel biçim öbeği'dir (eidos). 'Şey', bilgilenilirken çıkıştır, tabandır; 'duyulur bilgi'nin (doksa) menbaıdır. Ama bilginin, dönüp dolaşıp asıl kaynaklandığı pınar 'duyulurötesi' âlemdeki, yanî Hakîkatta yer alan ideadır. Eflâtun'un âlemi, sıradüzenine dayalı bir yapıdır. Bu, idea bağlamında böyle düşünülmelidir. Nitekim idea sıradüzeninde de en üstün olan iyilik ideasıdır. Ondan 'pay koparabildikleri' ölçüde, altında yer alan öbür idealar da değişik oranlarda iyilik taşırlar. Böylelikle Eflâtun bilgeliği üç vecheli bir bütünlüktür: Bilinç - bilgi - ahlâk. Şeylerin araştırılması, bilgiyi; duyumlanan 'şey'in, 'varolan'ın, 'kavram'ı aracılığıyla bağlı bulunduğu 'idea aslı'yla irtibâtlanması, idealar arasındaki sıradüzeninin tesbiti ve bütün bu işleri beceren 'ben'in tanınması, bilinci ortaya koyar. 'Bilinçli-ben'in, 'kendi-gibi-olan-özge- benler'le ilişki-içinde-olma-durumu da ahlâk imkânını doğurur. Bilinçli-ben, kendi-gibi- olan-özge-benlerle ilişki-içinde-olma-durumu nerede, nasıl meydana gelir? Eflâtun'göre bu, boşlukta, 'hava'da cereyân etmez. Bizlere belirgin bir çerçeve çizer, o durumun koordinatlarını çıkarır. Ona kalırsa, insan, her şeyden önce, toplum varlığıdır. İnsan, bütün varlık belirlenimlerini toplumun bağrında kazanır. En mütekâmil toplum ise, Eflâtun'un deyişiyle, polis (Ar medîne), yanî devletleşmiş olandır. Kâmil insan, kendini olsa olsa mütekâmil toplum demek olan poliste gösterebilir. Temelde toplum varlığı olan insan, mütekâmil toplumun bağrında 'siyâsî varlık' hâlini alır. Buna talebesi Aristoteles "zoon politikon" diyecektir.[7] Devletleşmemiş toplumlarda yaşama, 'örf'lerin (ho tropos)[8] çerçevesinde mümkünken, mütekâmil olanda karşımıza 'ahlâk' (to ethos)[9] çıkar. Örflerin gevşek kuralsılaşmaları 'âdâbımuâşeret'i (to asteion)[10] verir. Ahlâkın sıkı sıkıya, üstelik yazıya dökülerek, düstûrlaştırılmasından 'hukuk' (ho nomos)[11] ortaya çıkmıştır. Görüldüğü gibi, Eflâtun bilgeliği, ilahiyât, metafizik ile toplumsallık çeşidinden iç içe geçmiş dört çenber hâlinde gelişme göstermiştir. Onun esâs hedefiyse, ahlâkı belirleyip temellendirmektir. Koyduğu bu hedefe, kendinden sonra gelip onun yolunu izleyen Hırıstıyan, İslâm ile Yeniçağ Avrupa, kısacası klasik Batı felsefe yapma tutumları yönelmişlerdir. Haddizâtında Eflâtun, tarihte 'bilgelik'ten 'felsefe'ye, daha dar anlamda, felsefenin merkezi durumundaki 'metafiziğ'e sıçrayan adımı atmıştır. Şu durumda, gerçeklikten, yanî yaşama tarzından hakîkata; demekki yaşama ve onun biçimi üstünde düşünüşe geçiş çabası anlamına gelen bilgelikten gerek 'yaşama-uslubu-üstünde-düşünme'yi gerekse 'düşüncenin-kendi'ni konu alan 'sistemli düşünme' sahası metafiziğe intikâli ilk gerçekleştiren Eflâtun'dur. Onun gerçekleştirdiği geçişi pekiştirense talebesi Aristoteles'tir. Öyleyse kurumlaşmışlık anlamında metafizikle birlikte felsefenin şubelerini kuran Aristoteles, duyu verisi algılamalardan kalkılarak sistemli gözlem ile düşünme yoluyla bilginin derlenip toparlanması etkinliğini bilim (episteme) diye adlandırmıştır. Bunun yanısıra, toplum-kültür dokusunda dağınık şekilde varolagelen örfler ile âdetleri çözümleyerek, bilâhare onların birleştirimlerini sağlayarak ahlâkî değerler sistemi demek olan axiologieyi kurmuştur. Başlıca metafizik, ahlâk ile bilgi öğretisi felsefeyi; felsefe ile bilimse, 'felsefe-bilim'i meydana getirirler. Metafizik, ahlâk, bilgi öğretisi ve bilimle felsefe-bilim,'anne'si bilgelikten farklı bir yapı ve biçim kazanmıştır.
Zanaat ve din gibi, bilgelik de insanlığın tabiatındandır. Geçmişin en eski dönemlerinden beri bu saydığımız üç etkinlik alanı her topluluk ile toplumun bağrında az yahut çok gelişip serpilmiştir. Felsefe-bilim öyle değil. O, belirli bir tarih ile coğrafyada neşvünemâ bulmuş, çok özel şartlar altında inkişâf etmiştir. Bu bakımdan 'bilgeliğ'e oranla 'felsefe-bilim'i sunî, yapma olarak kabul edebiliriz.
Dine, zanaat ile bilgeliğe her nice bütün topluluk ile toplumlarda rastgelinebilinirse de, kimilerinde son ikisi, ötekilerine oranla çok daha fazla gelişme göstermiştir. Nerede gelişmiş zanaatla karşılaşırsak, orada zengin, çokçeşitlilik barındıran bilgelik düzenini de karşımızda buluveririz. Tuhaftır, siyâsî nizâm böyle değil. Başka bir deyişle, o, zanaat ile bilgeliğe dayanarak yahut bu son etkinlik alanına koşut yürümek zorunluluğunu duymamıştır. Kolomböncesi Amerikalar ile Sahraaltı Afrikasında gördüğümüz gibi, zanaatlar ile bilgeliklerin nisbeten zayıf kaldığı birçok toplum-kültür, pekâlâ devlet kurma becerisini gösterebilmiştir. Yine de anılan toplum-kültürler, 'imparatorluk devleti' aşamasına erişememişlerdir. Sümerliler, Çinliler, İranlılar (Persler) ile Asurlular ve söz konusu 'kervan'a katılmış Hintliler ile Mısırlılar gibi, bunu ilk becerebilmiş toplum-kültürler, Avrasya anakarasında ortaya çıkmışlardır. Zikrolunan altı toplum-kültürün, zanaat ile bilgelik konusunda tarihte müstesnâ bir mevki işğâl etmiş olması dikkate değer bir husustur.
Bilgelik düzeni geleneğinin bellibaşlı özelliklerini en büyüklerden ilki olma şerefini taşıyan Çin bilgeliğinde tesbit edebiliyoruz. Müellifsiz (Fr anonyme) esâtîrlerin, efsâneler ile menkıbelerin tersine, Çin bilgeliği, bir kere, kişi dimâğı ile elinden çıkmıştır. Bu bakımdan ürün değerini taşır. İkinci olarak, doğa ile insan gerçekliğini göz önüne alır. Felsefenin tersine, Lao Çe bilgeliğini (Taoculuk) istisnâ kabul edersek, genellikle soyutlamaya tevessül etmeyip tek ve özele çakılıkalmıştır. Genellemelere giderken teki ve özeli, dolayısıyla da yaşamanın binbir kıvrımını gözden kaçırmamağa özen göstermiştir. Bu itibârla, tıpkı edebiyat gibi, cana yakındır, tabiî ve insanîdir. Zâten edebiyat, bilgeliğin sâdık evlâdıdır. Esâtîr ile efsâne kadar dine gömülü olmasa bile, bilgelik, onunla içli dışlıdır. Dayanaklarını nitekim, doğa ile insan yaşamasında bulmağa çaba harcadığı kadar dinde arar.
Maneviyât denizinde derinleştiği ölçüde bilgelik, hikmetleşir. Hikmet hâlini almış bilgeliğin en bâriz örneğini Çinde (Tao), Hintte (Upanişadlar, Gautama Siddharta, Şankara), İranda (Zerdüşt), İbranîlerde (Hz Eyyûp meselleri ile [düzmece] Süleymân vecîzeleri),Yunanda (Ksenofanes, Herakleitos, Sokrates ile Eflâtun), Hırıstıyan mistikleri ile İslâmda (Tasavvuf) rastgeliyoruz.
Hikmet, insana ilahî ihsândır. Edinilmekten ziyâde, kişiye bahşedilir. Bu bakımdan hikmet ile velîliğin örtüştükleri söylenebilinir. Belki velîlik (Eflâtun' un deyişiyle Theofilia), hikmet ehliliğine (Eflâtun' da filosofia) oranla derece itibâriyle daha üstün bir mertebedir. Velî gibi, hikmet ehli de, hakîkatın derinliklerinde 'dolaşır'. Buna karşılık, hakîkatın derinlikleri, felsefenin metafiziğine bile kapalıdır. Çünkü metafiziğin kılavuzu biçimselleştirici-gidimli akıl, hakîkatın derinliklerine nufuz edemez. O, en son, en fazla gerçekliğin, hakîkatla kesiştiği sınıra, bunun kıyılarına erişebilir. Aklın devâm edemediği yörelerin kâşifi gönüldür. Bunun hareket ettirici sâiki, duyu verileri ve onların algılanmaları değildir. Tasavvufun rehberi gönlün de kalkış noktası algılardır. Ama bunlar, duyu verilerinin değil de, sezgilerin algılanışıdırlar. Duyu verisinin tersine, sezgi, zaman ile mekân çerçevesinden bağımsızdır; ânda cereyân eder. Bundan dolayı tasavvufun hikmet ehli ânı yaşar. O, bir 'ân insanı'dır. Zamana kayıtsızdır; mekân karşısındaysa, kalenderdir. Zâhid oluşu bundandır. Hem yaşama denizinde yüzer, hem onu seyreder. Biçimselleştirici-gidimli akıl açısından çelişkili olan bu durum, velî-hakîm-ârifi bağlamaz. Balıkcıl kuş misâli üç etkinliği birarada, ânında becerir; hem uçar, hem dalar, hem yüzer.
Nihâyet, hakîkatı[12] sezgi yolundan keşfederek gerçekliği de ânında anlayan ve bunu kendine mahsûs hafî dille anlatan sûfîdir.[13] Filosof-bilimadamının tersine, hakîm-ârifin söze fazlaca ihtiyâcı yoktur. Filosof-bilimadamı savını temellendirip kanıtlamak maksadıyla konuşmanın ana unsuru söze başvurmak zorundadır. O, 'söz ehli'dir. Buna karşılık, hakîm-ârif, muhatabına dildışı bildirişme usulleriyle de merâmını imâ edebilir. Nitekim "ârif olan anlar" deyişi de bahsettiğimiz gerçekliğin ifâdesi değil midir? Hakîm-ârifin sezdirdiği burhân iknâ etmek için yeterlidir.
(Ş. Teoman Duralı'nın, Dergah Yayınları'nca yayınlanan 'Sorun Nedir' isimli kitabından alıntılanmıştır.)
[1] Fr retrospection
[2] "Fîhi Mâ-Fîh ve Mecâlis-i Sebâdan Seçmeler, 269.s.
[3] L homo intelligens.
[4] L humanus cogitationis.
[5] Ar a'lâ; OrL eximi/~us/~a/~a, transiens & YeL transcendentus; Fr transcendant.
[6] Ar bâtinî; OrL immanens; Fr immanent.
[7] Bkz: Jose Ferrater Mora: "Diccionario de Filosofia", dördüncü cilt: Q - Z, 3143.s.
[8] Alm Sitte
[9] Alm Sittenlehre, Ethik
[10] Alm Umgangsformen; Fr etiquette
[11] Alm Rechtswesen; Fr jurisprudence —Y 'nomos'^ Ar, F & T 'namus'.
[12] Bizlere Hakîkatın manâsını en özlü biçimde ifâde eden dil, mûsîkîdir. Sözünü ettiğimiz aşkın ulvî dilin üç zirvesi, özge bir deyişle, 'velî'si Buhûrîzâde Itrî Efendi (1630? - 1711), Johann Sebastian Bach (1685 - 1750) ile Ludwig van Beethoven' dir (1770 - 1827).
[13] Bahsi geçen etkinliğe tasavvufta 'şathiye' denmiştir. Zâhirden bâtına, demekki gerçeklikten hakîkat sınırlarına götüren yolu gidimli düşünme, akılyürütme aracılığıyla bulma çabasında olan metafizikci- filosof-bilimadamıdır. Onun yolu, yöntemiyse tasavvufta 'tazmin' deyimiyle bilinir —bkz: Zeynep Gemuhluoğlu, 33.s.
Prof. Dr. Ş. Teoman Duralı
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.