Arama

Prof. Dr. Teoman Duralı
Kasım 18, 2018
İlahiyâttan kaynaklanan felsefe sahası: Ahlâk

"hodos tes aletheia" ("hakîkate götüren yol"), Parmenides (510 - 450)

1. Felsefenin hikmetisebebi ahlâktır. O, bütün felsefe 'su'larının kendisine dökülüp kavuştuğu ana ırmak mesâbesindedir. Felsefenin her alanı, kolu, kesimi, dalı budağı, ahlâkla doğrudan yahut dolaylı, az yahut çok ilintilidir. Ne var ki ahlâk kurallarını derleyip toparlayarak akılyürütmeye dayalı düzen, yânî sistem kurmak, ahlâk sahasının kendine düşen görevdir. Ahlâk sistemini teşkil eden kuralların da dayandığı ana ilkeler, felsefenin dışından, ilahiyâttan idhâl olunurlar. Böyle iş gördüğünü inkâr eden, imânı, dolayısıyla da Tanrıyı tanımayan filosoflar dahî, kendi icâtları olduklarını öne sürdükleri ilkelerin, haddizâtında dinden kaynaklandıkları, 'göz'ü olanların gördüğü, görebileceği bir gerçekliktir. Bahsi geçen ana ilkeler, Rene Descartes'ın, "res extensa" dediği, fizik dünyadan doğrudan yahut dolaylı şekilde devşirilemeyecekleri gibi, yine "res cogitans" diye belirlediği, akıl-zihin hakîkatını dahî aşkındırlar. Böylelikle de felsefenin iş gördüğü alanın dışında kalırlar. Şu var ki, felsefenin hayatî önem taşıyan ahlâk alanı mezkûr ana ilkelerden yola koyulur. Bunlardan ahlâk filosofu, kurallar ile düstûrlar türetip sistemi inşâa eder. Nitekim bu dediğimizin ilk seçik örneğini Aristoteles'te görürüz. Ancak, Eflâtunda karşılaştığımız ana ilkelerin mâhiyetine nufuz etme çabası, Aristoteles'te görülmez. Aristoteles ahlâkı, haddizâtında bâtınî boyutlar dahî taşımaz. İki aşırı ucu, ifrât ile tefrîti ahlâk öğretisinin dışına çıkaran Aristoteles, bilâhare ilahiyâtı, sâdece irdeleyecekler için elzem gördüğünden, "Metafiziğinin "A" kitabında işledikten sonra, tabîr câîzse, rafa kaldırmıştır. Onun, iffeti esâs almış ahlâk öğretisi, 'sokaktaki vatandaş' diyebileceğimiz geçimini işcilikten, ticâretten, sanat ile zanaatten, öğretmenlikten, memurluk ile koruyuculuktan sağlayan sıradan şehirli insanın bireysel ile toplumsal yaşamasının düzenlenmesine yönelik tarzda tersîm edilmiş gözüküyor. Peki, olağandışı aşırılıklardan elden geldiğince uzak durma çabasındaki sıradan sokaktaki vatandaşın baş özelliği ne? Sorumluluklarının bilincinde olmak. O, evvelemîrde bir sanat öğrenir. Erginlik çağına erişince evlenir. Soyunu sopunu sürdürmek üzre çoluğa çocuğa karışır. Gerek kendinin gerekse sorumluluğunda yaşayanların maîşetini teminle yükümlüdür. Söz konusu yükümlülüğünün altındansa alnının teriyle kalkar. Kendi yaşayışını dahî bahsi geçen minvâl üzre tanzîm etmiş Aristoteles, öğretisini nereye dayanarak kurmuştur? Doğal, sağlıklı yaşayışın kuralları ile düstûrları genelde dinin[1], ama özellikle vahiy dininin ana ilkelerinin lafzında saklıdırlar. Bunları da Aristoteles, Akademiyada yirmi yıl boyunca rahleyitedrîsinden geçtiği hocası Eflâtun ve vahiy diniyle şöyle yahut böyle tanışmış diğer zevâttan edinmiş olmalı.

2. Hâl, hareket, tarz, tutum, tavır ile davranış kurallar bütünü ahlâkı meydana getirir. Kuralların menşei vahiy tebliği verisi ana ilkelerdir. İslâm filosof- larından Ebu Yusuf Yakûb İbn İshâk el Kindî (öl 870) ile Uzlukoğlu Ebu Nasr Muhammed İbn Tarkan Farabî'nin (870 - 950) belirttikleri üzre, vahiyi insanlara tebliğ edip açımlayan peygâmberler olup onda bildirilen ana ilke, kural ile düstûr bütünlüklerine dönüştürerek ahlâk düzenlerini kuran, bilgeler ile filosoflar olmuştur. Söz konusu kurallar, bütün zamanları ve insanları kapsayacak kudret ile geçerliliktedirler. Evrenseldirler.

Doğrudan vahiyden çıkagelmeyip adına örf dediğimiz kurallar bütünüyse, belirli bir topluluğa mahsus olup bu yüzden mahallî ve mevzîidir.

3. Tekmil hâl, hareket, tutum, tavır, tarz, usul, uslub ile davranışlar, düşüncelerimizden kaynaklanır, onlar tarafından kotarılıp ayârlanırlar. Düşüncelerin kendileriyse, düşünme etkinliklerinin sonucunda belirirler. Tasavvur içeriği azalıp zayıfladığı ölçüde düşünce, 'kavram'laşır. Tasavvur içeriği bulunmayan düşünceye fikir (Fr idee) diyoruz. Hâl, hareket, tutum, tavır, davranış, usul ile uslupları gerek 'kendim'e gerekse 'başkaları'na ifâde edip açıklayan, ilgili düşüncelerin, mantık kurallarına uygun biçimde birbirleriyle ilişkilendirilmelerinden ise, yargı oluşturulur. Önünde sonunda, hâl, hareket, tutum, tavır, davranış, uslub ile usuller değerlendirmeden, anlamlandırmadan özge bir şey değildirler. Bunları taşıyan dil biçimi yargıdır. Basit bir harekete, meselâ, 'koşmağ'a bakalım: Ânî bir ürkmenin doğurduğu tepki değilse, belirli bir kararın sonucudur. Karar da ifâdesini belirli bir yargıda bulur: "Koşuyorum", "koşayım", "koşsam", "koşmasam", "koşmamalıyım" v.s. Görüldüğü gibi, ister kuvve, ister fiil hâlinde bulunsun, 'koşmak' cinsinden basit bir eylemin bile, nice geniş bir imkân çeşitlemesi var.

Her yargı ifâdesi, en az, bir düşünceyi barındırır. Bu düşünce yahut düşünceler ya tasavvurludur ya da kavramlaşmıştır. Sonuçta yargı da, kendine vucut veren düşüncelerin yapısı ile biçimi uyarınca az yahut çok tasavvurludur. Ne var ki, bütün değerlendirme-anlamlandırmalarımızın altında yatan iyidir-güzeldir yahut kötüdür-çirkindir temel ethique-esthetique yargıdır. Zikrolunan esâsa, dolaylı dahî olsa, dayanmayan değerlendirme-anlamlandırma-yargı-ifâdesi olamaz.

4. İyilik ile güzellik düşüncelerinin tasavvur içerikleri bulunmadığından, salt kavram, demekki fikirdirler. Üstelik, tecrübeden tümüyle bağımsız, yanî transsendent fikirdirler. Matematik unsurlar da, haddizâtında fikirdirler. Ne var ki, aklımızda matematik işlem istidâdının yattığını söyleyebiliriz. Bir ucu dışımızdaki dünyaya uzanan tecrübelerimiz, andırışmalar (Fr analogie) yoluyla, mezkûr istidâdı harekete geçirip işletmektedir. Matematik işlemler, tamamıyla akıl verisi olmakla birlikte, bunlara konu olan unsurlar ile biçimlerin, dışımızdaki dünyada tam olmasa bile, yaklaşık karşılıklarını buluyoruz. İşte bu 'yaklaşık karşılıklar', matematik unsurlar ile biçimlerin esin kaynağıdırlar. Buna karşılık, iyilik ile güzelliği bize esinleyebilecek bir dış dünya kaynağı yoktur. Tersine, iyilik ile güzelliği dünyaya insan yansıtır. İnsandaki iyilik ile güzellik fikirlerine dünyada tekâbül edebilecek olaylar yahut süreçler bulunmaz. Bu fikirlere dünyada uygun-düşen-karşılıkları tayîn eden insandır. Nitekim, iyilik-güzellik fikirlerine insanın, dünyada uygun düşen karşılıkları tayîn etme yetisine değerlendirme-anlamlandırma becerisi diyoruz. Mezkûr fikirler hususunda insanın, dünyada mürâcaat noktalarından tamamıyla yoksun bulunması, değerlendirme-anlamlandırma biçimlerinin, toplumdan topluma ve çağdan çağa, öyleki toplumların kendi içlerinde de böylesine çeşitlilik, giderek tutarsızlık arzetmelerine yol açmıştır. Değerlendirme-anlamlandırmadaki tutarsızlıklara biçimlerinin tutarsızlıklarına görelilik denir. Göreliliğin hâkim olduğu bir toplum ortamında insanlar arasındaki bildirişme kesilir. Bildirişmenin kesildiği ortamdaysa, kırışma, böylelikle de kargaşa başgösterir. Bu fâciayı önlemek maksadıyla insan, başka bir felâkete yönelmiştir. Bir kişinin yahut öbeğin değerlendirme-anlamlandırma biçimi, zora başvurularak, başat kılınmıştır. Görüldüğü gibi, iki ucu pis değnek misâli, fâcia, felâketle takâs olunuyor. İmdi, İlahî tebliğin hikmetisebebi, insanı mezkûr fâcia ile felâket fâsit dâiresinden kurtarmaktır. Tebliğ, bu bağlamda, insana iyiliğin, dolayısıyla da güzelliğin kıstaslarını bildirir. Bildirilen kıstaslar içerisinde, şablona uygun olarak peygâmber ve bilâhare hakîm yahut ahlâk filosofu öğretiyi dokur. Bir meşrûu öğreti, değerlendirme-anlamlandırma biçimleri arasındaki tutarsızlıkları asgariye indirmek suretiyle bir yandan göreliliği kırışmaya, dolayısıyla da kargaşaya sebeb olmayacak seviyeye getirmeğe, öbür tarafta da istibdâtın yolunu kesmeğe yönelik olmalıdır.

3- Akıl [2]

—a) "Akıllı, her şeyi layık olduğu yere koyandır", Hz Ali (598 - 661).

—b) İbn Rüşd'e (1126 - 1198) bakılırsa, akıl, varolan nesnelerin düzen ve tertibini kavranmasına, yarar ve varolan şeylerin sûretleri sâyesinde yetkinliğe ulaşır. İşte bu yüzden insan aklı son derece eksiktir; çünkü o, varlıktaki tertib ile düzenin büyük bir bölümünü kavrayamaz.[3]

—c) İbn Rüşt, Gazalî'den (1058 - 1111) de şu alıntıda bulunmuştur: "İnsan aklının kavrayamayacağı konularda şerîata başvurmak zorunludur. Çünkü vahiyle elde edilen bilgiler, aklî olanların tamamlayıcısıdırlar. Başka deyişle, aklın yetersiz kaldığı her şeyi Allah, insana Vahiy yoluyla bildirir."[4]

—ç) "Noli foras ire, in interiori homine habitat veritas" ("Dışarı çıkma! İçinde insanın ikâmet eder hakîkat") —Azîz Avgustinus (354 - 430).

—d) "Faciliusque dubitare me vivere quam non esse veritatem" ("hakîkatın varolmasından çok, yaşadığımdan şüphe duymak kolaydır") — Azîz Avgustinus.[5]

1. Akıl, insanda duygulanma, idrâk, anlama ile düşünme süreçlerini düzenlediğine ve nazarî/teorik bilginin üretilmesinde gündeme giren işlemleri ayarlayıp bağdaştırdığına inanılan en üst mercidir. Bu, akla ilişkin geniş tarîftir. Buna karşılık, felsefe, daha dar anlamdaki bir aklı kendine esâs alır. Felsefede akıl, düşünmeyi duygulanmalardan tecrîd ederek iş görür. Duygulanmalardan tecrîd olunmuş düşünmeler biçimseldirler. Nitekim, Wilhelm Gottfried Leibniz'e (1646 - 1716) dayanarak duyguyu biçimselleştirilmemiş düşünce olarak da tarîf edebiliriz.[6]

Aristo felsefesinde bahsolunan birinci anlamdaki akla logos denirken, ikincisi nustur.[7] Logos, felsefeden olan metafiziğin görev alanının ötelerine, 'ben'e, Tanrıya ve benzeri duyulur dünyayı aşkın âleme ilişkin aracısız sezgi bilgilerinin sahasını dahî kuşatır. Burada bahse konu anlamda logosa Türkçede, yaklaşık olarak, 'gönül', yahut 'kalb' karşılığını uygun görebiliriz. Öyleyse özellikle 'felsefî akıl', nus anlamındadır. Aristoteles çizgisini sürmüş sistem filosofları nusa İlkçağ klasik Latincede (Cicero ile Seneca) ratio, Arapçada (İbn Sinâ, Gazalî v.b.), 'akl; Ortaçağ Latincesinde (Azîz Augustinus ile Akino'lu Thomas) intellectus;[8] Fransızcada (Descartes ile Leibniz) raison; Almancada (Wolff, Kant ile Hegel) Vernunft demişlerdir.[9]

2. Duyu verilerinden kaynaklanan algıların iyice biçimselleşmiş hâli demek olan izlenimlerle zihinde dolan, ilkin, boş kalıplara benzetebileceğimiz kavramların menşei akıldır. O, kavramları ürettiği gibi, bunların, izlenimlerle hangi biçimsel şartlarda, nasıl buluşup kaynaşacaklarını dahi tayin ve tesbit eder. İçleri izlenimlerle dolan kavramlar arasında bağlantıların kurulup buradan yargıların oluşma süreçlerinde kategoriler kılavuzluk görevini görürler. Aklın, belirlediği biçimsel şartlar, demekki kategorilerdir. Akıl, kavramlar ile izlenimlerin izdivâcında kılavuzluk görevini gören kategorileri tayin etmenin yanısıra, kaynaşmanın hangi yolları izlemesi gerektiğini de ortaya koyar. İşte kavramlardan her birinin kendine uygun düşen izlenimi bulup onunla yoldur.

3. Düşünme ve bunun ifâdesi demek olan düşüncenin ortaya konulmasında uyulması gereken akıl kurallarının biçimsel bütünlüğü mantıktır.

Sözü edilen kurallar bütününü akıl nereden alır, elde eder? Bu soruya aklın gerektirdiği üretici cinsten cevap vermek imkânsızdır. 'Aklın, düşünmeyi tâbi kıldığı kurallar manzûmesi, yine onun yapısına içkindir' diyerek bir fâsit daireye düşmenin dışında yol görünmüyor. Akıl, felsefe-bilimin baş yahut kaynak ilkesi durumundadır; çıkış yahut kalkış noktasıdır; temel aksiyomudur. Onu temellendirmek üzre dayayabileceğimiz ona tekaddüm eder bir ilke yoktur. Ancak, felsefe-bilimin bütün sonraki ilke ile işlem türlerini ondan çıkarımlayarak türetiyoruz. Akıl ile onun hükmü altında iş gören zihin bulunmasaydı, zanaat, din ile bilgelik, özellikle de felsefe-bilim ve ondan yöntem apartan fen varolamayacaklardı.

4. Akıl, buyurucudur, müstebittir. Tayin buyurduğu yöntem ile biçimsel kurallar bütününden şaşmaya müsâmaha göstermez. Öngörüp çizdiği yolaysa, yöntem denir. Bu yolu geliş - gidişli bir caddeye benzetebiliriz. Gidiş yönüne tümevarış, gelişeyse tümdengeliş diyoruz. Tümevarış ile tümdengeliş ana yollardır. Gerek tümevarışta gerekse tümdengelişte iki önemli tâli yol vardır: Çözümleme/analiz ile birleştirim/sentez. Felsefi akıl, şüpheden hareketle işlemi başlatır. Bilâhare çözümleme çizgisi izlenerek yola devâm edilir. Çözümlemeyiyse birleştirim takib eder.

5. Kavramları üreten merkezin akıl olduğunu söylemiştik. Kavramların, zihinde izlenimlerle dolduklarından da bahsettik. Fakat zihinde izlenimlerle dolmayan, böylelikle de süreçler-olaylar dünyasında yaklaşık karşılıklara tekâbül etmeyen, herhangi bir dış dünya nesnesini çağrıştırmayan, salt matematikte, ahlâkta, ilahiyât ile bediatta (esthetique) gördüğümüz gibi, kavramlar da bulunur. Bunlara tabii, bir de, 'ben duyuşu'nu eklemeliyiz. Yine, bu çeşit salt kavramlaraysa, fikir demiştik. Akıl, fikirleri üretip bunları tek başına işleyip belirler. Şöyle yahut böyle 'dış dünya nesnesi'ni çağrıştıran kavramlar, gerçeklik düzlemindeki bir 'şey'i yahut şeyleri gösterirler. Gerçeklik düzlemindeki bir şeye yahut şeylere işâret etmek, kavramın görünen cephesidir. Görünmeyen cephesiyse, onun asli vechesidir. Bu asli veche, asıl-olana, kavramın, haddizâtında dile getirmekle yükümlü olduğu belirli varlığa salt akıl düzleminde delâlet eder. Salt akıl, gerçekliği de kuşatan hakîkat âlemindedir. Öyleyse, salt aklın görev alanından olan varlıktan bitip türeyen varolan, artık, gerçeklik dünyasındadır. Varolan, fiil sahasına intikâl etmiş olsa bile, varlığın bizâtihî kendisi, salt aklın soruşturmasının, araştırma ile tarîfinin konusudur.

Metafiziğin uğraş alanının merkezinde bulunan ve salt aklı ele alıp işleyen transsendental mantık, fikri, tekâbül ve delâlet ettiği ideaya, demekki varlığın bizâtihî kendisine doğru çıkartıp yükseltmek çabasındadır. Şu var ki, 'fikir', tekâbül ve delâlet ettiği ideanın kendisi değildir.

6. Kuvve hâli demek olan varlığın bizâtihî kendisi, ancak düşünülebilinir. Ancak-düşünülebilinen-varlığın-bizâtihî-kendisi, fikirdir. O, şu durumda, ideanın, akıldaki yansıması yahut gölgesidir. Gerek fikrin kendisi gerekse onun salt akıl tarafından soruşturmaya, araştırma ile tarîfe koşulması metafiziğin transsendental kesiminde görülen işdir. O hâlde, fikir durumunda bulunan 'ben', 'iyilik', 'güzellik', 'kötülük', 'çirkinlik', 'hak', 'hürlük', 'zorunluluk', 'adâlet', 'zulüm' türünden kavramlar, transsendental kesime mensûpturlar. Bunların her biri, tekâbül ettiği ideaya delâlet eder. Ne var ki bunların her birinin tekâbül ederek delâlet ettiği idea, transsendental kesimin, dolayısıyla da metafiziğin, demek ki felsefenin dışında ve ötesindedir. İdealar âlemi, transsendent yanî 'mutlak aşkınlık'tır; başka bir deyişle, salt aklın mâlik bulunduğu tüm temyîz imkânlarını aşar.

Transsendent âlemde, olsa olsa, Allah dostu manâsına gelen 'gönül adamı' müşahît velî-mutasavvuf, 'gezinti'ye çıkabilir, 'gezinebilir'. İşte, Ferîdüddîn Attâr (öl: 1229) da, bizlere bu durumu değişik bir açıdan, velî-mutasavvufun nazarından filosofu tarîf etmek sûretiyle âşîkâr kılmağa çalışmıştır:

"... dimâğı akılla sakatlandığından, sapmıştır filosof,

Mustafa'nın imânından.

Aklın ötesinde İlahî taht kurulmuştur.

Filosofun ise, tek gözü vardır."[10]

Ş. Teoman Duralı'nın, Dergah Yayınları'nca yayınlanan 'Sorun Nedir' isimli kitabından alıntılanmıştır.


[1] Totemcilik, Fetişistlik, Kamlık (Şamanlık), köptanrıcılık bile, kısacası her din yahut dinimsi —yanî ideoloji misâli insan dimâğının ürünü olmayan— itikât düzeni, saptırılmış, bozulmuş, demekki dolaylı dahî olsa, vahiy verisidir.

[2] 'AkaLa (l^): (Deveyi) bağladı; tuttu, tutuldu; (güreşte) yere çaldı; (işlediği cinâyete karşılık) kan parasını, diyet ödedi; akletti.

'İkâl: Devenin ön ayağını bağlamaya yarayan ip yahut urgan; kelepce; köstek, bağ, (deve kılından) saç bağı.

'Ukle (çoğul: 'Ukâl): Düğüm, yumru, (kamış) demet.

'Akl (çoğ: 'Ukûl): Kan parası, diyet; anlamagücü, fehim, temyîz, akıl.

'Âk(ı)l (çoğ: 'Ukalâ yahut 'ukkâl): Anlamagücü, aklî, makûl, akla yatkın, uygun, aklı başında.

'Aklî: Akla uygun, aklî.

El-'aklîyât: Akıl-mantık âlemi.

'Aklîye: Zihnîyet.

Ma'kûl: Akla uygun, anlaşılır, kavranılır, makûl.

Ma'kûlîye: Anlaşılırlık, anlaşılabilirlik, makûlluk —bkz: E.W.Lane: "Arabic-English Lexicon", II.cilt, 2113.-2115.syflr; ayrıca bkz: Hans Wehr: "Arabic - English", 630.&631.syflr.

Eski Türkcede usun, akıl, temyîz, fehim; o'gün, zihin; ayva (ang) ise, anlama, anlamagücü anlamlarına gelmiş oldukları düşünülebilir.

[3] Bkz: "Tehâfütü't-Tehâfütu'l-Felâsife", II, 357, 358.&527.syflr; ayrıca bkz: "Averroes: Tahafut Al- Tahafut", 13., 72., 84.&120.syflr; ayrıca bkz: Jose Ferrater Mora: "Diccionario de Filosofia", 279.

  • 281.syflr.

[4] "Tehâfüt...", I, 143.s.

[5] Bkz: Xavier Zubiri: "Los Problemas Fundamentales de la Metafisica Occidental', 130.s.

[6] Bkz: Xavier Zubiri: A.g.e., 157.s.

[7] Vusun menşei ve tarihcesiyle ilgili açıklamalarçin EK 1 ile EK 2ye bkz.

[8] Azîz Avgustinus ile Akinolu Azîz Thomas, ratioyu yer yer logos anlamında da kullandıkları olmuştur. 'Felsefî akıl' manâsındaysa, intellectus deyimine başvurmuşlardır. Zâten felsefe terminolojisinde ratio (akıl) ile intellectus (zihin) arasında seçikce sınır çekmiş olan filosof, Kanttır: Vernunft - Ver- stand. Biz de çalışmamızda Kant'ın yapmış olduğu ayırıma uyuyoruz: Akıl - zihin.

[9] Bkz: Andre Lalande: "Vocabulaire Technique et Critique de la Philosophie", 877.- 886.syflr.

[10] Bkz: Seyit Hüseyin Nasr: "The Relation Between Sufism and Philosophy in Persıan Culture", 35.s.

Prof. Dr. Teoman Duralı

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN