Arama

Selahaddin E. Çakırgil
Şubat 26, 2019
"Sana ne bizim kitabımızdan!..."

Buraya kadar anlattıklarım içinde Konya'da Devlet Hastahanesi Laboratuarı'ndaki ilk tecrübelerimle, sonra da 2 yıllık askerlik dönemime aid hatıra kırıntılarıma yer vermedim. Halbuki o dönem aynı zamanda -fikrî ve ideolojik şekillenmemde oldukça etkili bir dönemdir.

Konya'ya tayin edildiğimde, ilk maaşımı almak için gerekli işlemleri başlatmam gerektiğinden Defterdarlığa bizzat gitmem gerekmişti. Nüfus- kimlik cüzdanımın ilk sahifesinde doğum tarihim 1948 olarak gözüküyordu. Sonradan bu tarih, mahkeme kararıyla değiştirilmiş, 1942 olarak yazılmıştı. Ben ise, her iki tarihe de uygun değildim. Anamın söylediğine göre 1945'lerin sonu olma, doğum tarihim... Ağabeyim de 1944 doğumlu gösteriliyordu.

O zamanlar zamanında yazılmama durumları çok olurmuş. Çünkü çocuk ölümlerinin yüksek olduğu bir zaman dilimi.. Sonra da zamanında yazılmayanlara para cezası gelirmiş. Bizimkiler de böylece iki arada- bir derede kalmışlar.

Konya Defterdarlığı'na gittiğimde, Defterdar bey, 'Oğlum, baban nerede, o kendisi gelsin..' demişti.. Çünkü 18- 19 yaşında gözükmediğim gibi, 13 yaşında da gözükmüyordum.

Bir hayli kırtasiye işlemlerinden sonra maaşımı almaya başlamıştım.

*

Konya'da daha ilk anda, beni kuşatan sıcak bir fikrî hayatla ve o fikrî hayatın il çapında tanınan isimleriyle tanışmak ve yakın irtibat kurmak imkânı buldum.

Bir tarafta solcu edebiyattan ve ihtilal sonrası güçlendikleri vehmine kapılan sosyalizan çevrelerin faaliyetleri vardı; diğer tarafta ise, kendilerini milliyetçi ve daha sonra da muhafazakâr olarak isimlendirmek ihtiyacı duyan odaklar.. Her iki taraf da oldukça faaldi.

*

Konya'da, başta, çok sinirli tepkiler ortaya koyması açısından-halk arasında- Deli Ahmed de denilen, ve 'Delilikle velilik arasında çok bir mesafe yoktur...' sözünde olduğu üzere, Müslüman hassasiyetinden dolayı sinirli tepkiler koyan ve Devlet Hastahanesi'nde cerrahi servisi şef olarak hizmet gören Dr. Ahmed Said Uğurlu ile onun asistanı olup sonra kendisi de Konya'da bir özel hastane de açan Dr. Abdurrrahman Cantekinler'i rahmetle ve üzerimdeki hakları dolayısıyla şükranla anmak isterim.

Dr. Ahmed Bey tam bir halk adamı idi ve müslüman kimliğinden dolayı ve halkın inancına yapılan saldırılara karşı halkı örgütleyip kitlevî tepkiler ortaya konulmasında öncülük etmesinden dolayı kendisinden korkanlar olduğu gibi, sevilmemesi için ismi etrafında uyduruk iddialar bile ileri sürülürdü.

Bunların başında da, onun ameliyatlarında çok ölüm olduğu iddiası geliyordu.

Bu iddia, tamamen yanlış da değildi. Çünkü, diğer iki cerrahî servisinin şefleri hem, hastalarını önce özel muayenehanelerinde görürler, orada yüksek vizite ücreti alındıktan sonra hastaneye gönderirlerdi; hem de, onların servislerinde yatan hastalar, özel pijama ve havlularından bile farkedilir; genelde malî imkânları yüksek, hali-vakti yerinde kimseler oldukları hemen anlaşılırdı. Ayrıca, o servislere âcil vak'aların bile yatırılması mümkün değildi. Çünkü, nöbetçi asistan doktorlar onların servislerine hasta yatıracak olsalar, o servislerin şeflerinden yiyecekleri 'zılgıt'ı önceden hesab etmek zorundaydılar.

Ahmed Said Bey'in hastaları ise, onun poliklinik günlerinde hastahaneye muayene olmaya gelen, özel muayenehanelere ödeyecek paraları bulunmayan garibân takımından oluşur ve onlar, koğuşlarda yatak olmazsa, koridorlarda ek yataklarda yatırılırlar ve bu hastaların çoğu fukaradan oluşurdu. Öyle ki, çoğunun pijama ve havlu vs. gibi özel eşyası olmadığından hastaneden verilen basit bezlerden dikilmiş pijamalarla yatarlar, basit peşkirlerle yetinirlerdi.

Bir gün, Ahmed Said bey, Ermenek Müftüsü'nün ameliyatlık bir rahatsızlığının olduğunu ama 'masada kalırım' diye ameliyattan korktuğu için gelmediğini işitmiş, bir not yazıp, 'Müftü Efendi, duydum ki hasta imişsin ama, masada kalırım diye gelmiyormuşsun. Ölümden korkanın imanı zayıftır. Vesselam.' diye Müftü Efendi'ye gönderir.

Bir hafta kadar sonra hastanenin bahçesinde bir yaşlı zat gördüm. Sağa sola bakışıyor, birisini soruyordu. Aklıma, bu zatın Ermenek Müftüsü'nün olabileceği geldi. Sordum, yanılmamıştım.

Hemen Ahmed Said Bey'e götürdüm. O da hemen yatırdı ve ertesi gün ameliyat, iki gün sonra da taburcu oldu..

*

Ahmed Bey ameliyata başlarken, mutlaka 'Bismillah...' çeker ve ameliyathanede bulunan ve kendisine yardım edecek olan doktor, hemşire ve diğer elemanlara hitaben, 'Allah'ını seven, benim ameliyatıma abdestsiz olarak girmesin. Gelmeyenlere ben bir şey söylemem; neredeydiniz diye sormam?' ikazını yapardı.

Ahmed Bey, hastasının durumunun çok ağır olduğu anlarda bile, 'Ameliyata alırsam masada kalır. Biraz geciktireyim. Ameliyata hazır hale gelsin.' gibi hesaplar yapmazdı. Nitekim, bir akşamüstü, bir kazada ağır şekilde yaralanmış, kafatası parçalanmış bir hasta getirilmişti. Başka şefler olsa, 'ameliyata hazır hâle getirilsin, tansiyonu yükselsin, serum verilsin.' vs. gibi gerekçelerle zaman kazanmaya ve hastanın ameliyata alınmadan devre dışı kalmasını bekler hale gelirlerdi. Ahmed Bey ise, hemen ameliyata almıştı o hastayı ve 7 saat kadar süren bir ağır ameliyattan sonra, hasta koğuşa, Ahmed Bey de odasındaki şezlong üzerinde uzanıp biraz istirahate ve uyumaya gitmişti.

Sabah saat 07.00 civarında ise hasta vefat etmişti. Kendisine haber verdiğimde, 'Ben bana düşen vazifeyi yerine getirdim. Bak huzur içinde de 3-4 saat uyudum. Gerisi beni ilgilendirmez, gerisi takdir-i ilâhîye aiddir.' demişti.

*

Düşünülsün ki... Bir gece yarısı, Ahmed Said beyin evinin önüne bir at arabası gelir ve kapı çalınır. Ahmed bey dışarı çıkar. Bakar ki bir ağır hasta. Hasta sahibi durumu anlatır. 'Efendim, ben filanca köyden getirdim hastamı. Ama, Devlet Hastahanesinden filan doktor buraya gönderdi.' der.

Ahmed Bey durumu anlar. Nöbetçi asistan doktor, hastayı yatıracak yer bulamamıştır. Çünkü diğer servislerin şeflerinden izinsiz hasta yatıramaz. Ahmed Bey'in servisinin koridorlarında bile, hasta yatırmak için ek yatak açacak yer bile kalmamıştır.

Ahmed bey hastayı alır gecenin o saatinde hastaneye getirir ve o zengin tipleri koridorlara kaydırır ve o hastayı yatırır, o gece ve hemen ameliyatı da yapılır. Ahmed Bey, uykusuz gecenin sabahında elinde sopa, koridorlarda dolaşır; diğer servislerin şefleri onun gözüne gözükmemek için kaçacak-gizlenecek yer ararlar.

Benzer bir vak'a da bir m.vekiline uygulanır.

İsmet Paşa Başbakan'dır. CHP'li bir m.vekili Ilgın taraflarında rahatsız olur. Hastahaneye getirirler. Ancak, m. vekiline lâyık bir özel oda yoktur. Bir odadaki 4-5 hastayı başka servislere kaydırırlar ve tek kişilik bir oda hazırlanmış olur. Sabah olunca, Ahmed Bey hastahaneye gelir, bakar ki, başka servislere aid birkaç hasta kendi servisine yatırılmıştır.. Ahmed Bey, sebebini sorunca, durum anlaşılır..

Ahmed Bey'in tepesi atar.. O m.vekilinin yatırıldığı odaya hışımla girer, m.vekilinin kendisini tanıtmasına fırsat bırakmadan, 'Kalk!' der o kişiye.. 'Benim babam bu hastahanenin yerini sizin gibilere hizmet olsun diye bağışlamamıştı!' (Ki, hastahanenin yerinin Ahmed Bey'in babası tarafından 30-40 yıl öncelerde bağışlandığının bir gerçek olduğu o zaman anlaşılır.)

O m.vekili de konunun Ahmed Bey'i daha halk nazarında daha haklı ve güçlü duruma getireceğini düşünmüş olmalı ki, özür diler, 'Ben bilmiyordum, beni buraya bilgim dışında getirdiler.' filan der ve mesele kapanır.

Ahmed Bey bu gibi özellikleriyle sadece hastane çevrelerinde değil, bütün halk arasında da bir 'halk kahramanı' ve 'şefkatli bir baba' rolünde ve üstelik son derece dindar oluşuyla da devamlı gündemdeydi.

*

1962'lerdeydi.. İhtilal sonrası, Adnan Menderes ve iki Bakanının idâmı yapılmış, yüzlerce m.vekili ve diğer Demokrat Parti elemanları mahkûm edilip Kayseri Hapishanesi'ne gönderilmişlerdi. Kimse itiraz makamında sesini yükseltecek mecâl bulamamıştı. O sırada, Cumh. gazetesi Kur'an-ı Kerîm'in latin harfleriyle yazılıp yazılamayacağına dair röportajlar yaptırıyordu, ülke çapında.. Bu gibi hassas bir konuda, hattâ bu konuda olanlara değil, hiç konuşmaması gereken sokaktaki sıradan insanlara bile sorular yöneltiliyor, onlardan alınan, 'Niye yazılmasın ki..' gibi bilgisiz, mesnedsiz sözleri gazetede röportaj olarak yayınlanıyordu.

Söz konusu gazetenin ünlü bir elemanı Konya'da da günlerdir yaptığı röportajlardan sonra, Devlet hastahanesine de gelmiş, başhekimle görüşmüş, aynı konudaki sorusunu sormuş, diğer doktorların görüşlerini de yansıtmak istediğini belirtmişti..

Başhekim, konunun hastahane içinde bile sıkıntılar çıkaracağını bildiğinden, 'Bu konuyu en iyi Ahmed Bey bilir..' der, ona haber verilir. O ise ameliyattadır. O da sözkonusu muhabirin hastahaneye geldiğini öğrenince, hemen eldivenlerini çıkarıp, ayağında sandaletleri, Başhekim odasına dalıyor, 'Kim o muhabir...' diyor.. Başhekim, Ahmed Bey'e muhabiri tanıtmaya çalışırken, Ahmed Bey adamın üzerine tekme-sille girişiyor. 'Sana ne bizim kitabımızdan. Biz sizin kitabınızın nasıl yazılması gerektiğine karışıyor muyuz?' diyerek, pat-küt, bir güzel pataklıyor. Muhabiri, Dr. Ahmed Bey'in elinden güç belâ alıyorlar ve doktor, aynı hışımla ameliyathanesine geri dönüyor. Adam da, hemen polis çağırıyor ve dâva açmak istiyor.

Ancak, Başhekim ve diğerleri adamı yatıştırıyorlar, 'Bu da adamı mahkemeye verirseniz, değil siz, gazeteniz bile bir daha Konya'ya giremez, ona göre. Konuyu dallandırıp budaklandırmadan sessizlikle kapatalım..' diyorlar ve öyle de yapılıyor.

(Aradan 5-6 yıl kadar bir süre geçmişti ki, İstanbul'da bir hastahanede, o muhabirle aynı soyadı taşıyan bir Dr. hanım'la karşılaştım. Soyadı benzerliğini hatırlatıp, bir yakınlığınız var mı diye sordum.

'Aaa, tanıyor musun, eşim...' dedi. 'Onu, yıllarca önce, Konya'da hastanede röportaj yaptığı yıllardan tanıyorum' diyorum. Anlatış tarzımdan herhalde sakladığım bir şeylerin olduğunu sezmiş olmalı ki, o röportajın hadisesinin yıllarca sonra hatırlanmasının bir başka tarafı mı var acaba dercesine sorular sormaya başladı. Benim suskunluğum, onu daha da meraklı bir duruma getirdi.

Konunun, daha çok kıskançlık duyabileceği tarafa doğru kaydığını görünce, 'Yeminle söylüyorum, öyle bir tarafının olmadığını, sadece ideolojik bir takım gerilimlerin olduğunu' söyleyerek onu yatıştırıyorum.)

*

Aslında, askerliğimi erteletme imkânım olduğu halde, askere gitmeye karar veriyorum. Çünkü, Konya Hastanesi'ndeki laboratuarda çalışırken, bana oldukça güvenen, ama üzerimde bir ağabey gibi bir otorite kurmaya çalışan, laboratuar şefim olan bir doktorla zıtlaşmıştım.

Çünkü, beni sevmekle beraber, benim kendisi ile aynı ideolojik çizgide olmamı arzuluyor, zaman zaman, okuduğum kitaplara bakıyor, beni açığa düşürmeye çalışıyor, ve amma, asıl kendisi açığa düşüyordu.

Buna rağmen, yaşça benden çok büyük ve de kendisine hürmet beslediğim için, beni kendi çizgisine çekmeye çalışıyor ve hattâ bunu adetâ emredercesine yaptırmak ve onun laik dünyasının değer yargılarına bağlanmamı istiyordu. Bu yüzden de meselâ, Cuma günleri, bir mizansen kurup, Cuma namazı saatine denk gelecek şekilde, bazı tahlillerin yapılması için bir ayarlama yapıyor, ve o zaman diliminde mutlaka laboratuarda olmamı sağlamaya çalışıyordu. Benim Câmie gitmemi istemiyordu..

Ben ise, işlerimi yapıyor, âcil bir durum olacak olursa, çok yakındaki bir câmide olacağımı kapıya yazdığım bir notla belirtiyordum. Aslında, bir namaz için uzak kalacağım zaman diliminden daha fazlasını öğle yemeği için ayırabiliyor ve laboratuardan uzak kalabiliyordum.. Bunu o Şef de biliyordu. Ama, onun niyeti açıkça, benim câmie gitmemi engellemek idi. Çünkü, benim gelişmemle yakından ilgilenmek istiyordu, bu konuda kendisince umut besliyordu. . Bazı fikrî meseleler üzerinde konuşurken, o konularda çok okumam gerektiğini belirttiğimde, bu onu daha da umutlandırıyordu. Ama, kendisine aykırı ve hele de İslâmî ölçü ve hassasiyetleri de gözeterek yaptığım izahlardan rahatsız oluyordu. Kendisi çok okuyordu. Esasen, laboratuvardaki hemen bütün işleri ben yaptığım için, ayrıca çalışmasına gerek kalmıyor, mesaiye gelir gelmez, yapılan tahlil ve işlemlerin imzasını attıktan sonra, elindeki kitapları okuyup, oradan aldığı bilgilerin ışığında beni de 'aydınlatma'ya ayrı bir çaba harcıyordu. Ama, gün be gün, elinin altından çıktığımı gördüğünden umutsuzluğa kapılıyor ve hattâ kırgınlığını ihsas ettiriyordu.

Aramızda 35-40 yaş fark vardı. Bu yaşın tecrübelerini ve kendisinin okuma ve yorumlarının benim tarafımdan kaale alınmasını çok istiyor ve amma bununla yetinmeyip, adetâ, kendisine aykırı fikirler ileri sürmemin edebe mugayir olacağını anlatmaya çalışıyordu.

Birgün, bu gibi konulardan dolayı aramızda bir tartışma oldu. Kendisine olan saygı ve muhabbetimi dayanak yaparak, şahsiyetim üzerine ipotek koymasına asla müsaade etmiyeceğimi söylediğim zaman, aramızdaki ipler tamamen kopmuştu. Artık aynı iş yerindeydik, ama hiç konuşmuyorduk.

O saatten sonra, benim ülkenin başka yerlerine sürülmem için işlemler başlattığını duyunca.. ki, şefim olduğu için, aleyhimde bir kanaat belirterek tayinimde etkili olabileceğini biliyordum. O sürecin kesilmesini sağlamak için, askere gitmeye âni bir karar verdim.. Halbuki, Sağlık Okulu'ndan mezuniyet diplomamla Üniversite imtihanlarına girmem mümkün değildi. Bunun için de fark derslerini vererek lise diploması almam gerekiyordu. Bunun için yaptığım müracaat neticesinde bazı dersleri vermiştim bile.. Ama, o idarî sıkıntıdan dolayı bir idarî disiplin cezasıyla sicilimin lekelenmemesi için, o imtihan sürecini de kesintiye uğratmayı göze aldım ve askerlik için, Isparta'daki birliğime katılmaya karar verdim.

*

Askerlik dönemim başlıyordu. Hayatımın baharında, yeni bir bilinmeyen âleme yelken açıyordum. Konya Devlet Hastanesi'ndeki vazifemden ayrıldığımda, geride, orada edindiğim pek çok dostlardan ayrı düşmenin hüznü bütün varlığımı kaplamıştı.

Asker ocağında ayrı bir dünya vardı.. Aslında, silah eğitimi için 20-30 günlük bir eğitim kâfi idi. Ama, halkın çeşitli kesimlerinden ve birbirini tanımayan çeşitli sosyal kesimlerinden gelen genç insanların bir potada eritilip yeniden şekillenmesi için asker ocağı muazzam fırsatlar sunuyordu.

Ama, bu insanları ne ile, ve nasıl yeniden şekillendirmek meselesine gelince, asıl problem o zaman başlıyordu.. Laik-kemalist rejim, o zaman itibariyle 40 senedir, bütün erkekleri bu askerlik tezgâhından geçirerek onların kafalarını kendi istediği şekilde yontmak istiyordu. Bu, o kadar zor da olmuyordu. Çünkü, hem asker ocağının Peygamber Ocağı olduğu ve vatan sevgisinin imandan geldiği, vatan bekçiliğinin bütün ibadetlerden üstünlüğü vurgulanıyor hem de köylerinden kopup gelmiş olan bu kitlelerin gözlerinin başka bir dünyaya açılması için çok planlı şekilde, onların ruhları boşaltılıyor, beyinlerine yeni bir dünyanın anlayışları şırıngalanıyor ve bu genç insanlar, geçmişteki değerlerinden koparılarak, kendileri tanıyamayacak kadar farklı çizgilere çekilmeye çalışılıyordu. (Ki, o zamanlar, nüfusun yüzde 70'inin köylerde yaşadığı hatırlanmalıdır). Gencecik insanların gusül abdesti almaları için bile bir imkan bulundurulmuyordu, kışlalarda... Dahası, 'moral gecesi' diye tertip edilen ve en ahlâksız, ' orta malı' ve pespâye kadınların getirilip binlerce askerin karşısında, en ahlâksız çağrışımlarla dans ettirilmeleri ve hattâ, binlerce askerin huzurunda, burada söylenmesi bile doğru olmayan sahnelerin sergilenmesi, laik-kemalist rejim için bir fidelik fonksiyonu görüyordu. Bu gibi 'moral geceleri'ne katılmak istemeyen askerler olursa, onlara, gönderildikleri dağlardan taş taşıttırılıyordu. Taş taşımayı göze alarak bu gibi programlara katılmayanlarla, öteki askerlerin alay etmeleri ise, daha bir ağır hakaret teşkil ediyordu.

Selahaddin E. Çakırgil

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN