Arama

Selahaddin E. Çakırgil
Ocak 24, 2024
‘Takvim’ler, insanlık tarihinin bir hulâsası…

Miladî -2024'den geçmiş tarih devirlerine bir bakış..

24 Aralık ile Ocak ayının 7'si arasındaki 15 günlük zaman aralığı, değişik Hristiyan mezhebleri arasında Hz. İsâ Aleyhisselâm'ın doğum günü olarak kutlanır. Katolik ve Protestan (Evangelist) Hristiyanlar 24 Aralık tarihini; Ortodoks Hristiyanlar ise, 7 Ocak gününü kabul ederler.

*

Daha önceki Enbiyaullah'ın, İlâhî Peygamberlerin tarihine bakacak olursak, daha bir belirsizlik vardır.

Putkıranların pîri olarak kabul edilen Hz. İbrahim aleyhisselâm'ın doğduğu, yaşadığı ve mezarının nerede olduğuna dair değişik mekânlar gösterilir.

Hz. Mûsa aleyhisselâm'ın doğum tarihi, yeri ve hattâ mezarının nerede olduğu da bilinmiyor. İsrailoğulları, Firavun'un denizde gark olup, kendilerinin kurtuluşlarını Roş Aşana olarak kutlarlar ve 6 Ekim günü, yeni yıla, 5784. yıla girdiler.

Konfüçyüs ve Budizm gibi beşerî kaynaklı dinlerde de Çin ve Hind takvimlerinde yılbaşı olarak başka günler vardır.

*

Biz müslümanların takvimi ise, Hz. Peygamber (S)'in veladetini / doğumunu değil, Nübûvvet'inin / Peygamberliğinin 13. yılında, Mekke'den Medine'ye Hicret etmek zorunda kalmasını gerektiren ağır baskı, zulüm ve hicranları esas alır.

Ama, yazık ki, biz müslüman toplumların son 100-120 yıllık yenilgileri içinde, birileri, Avrupa'lı Hristiyanları en modern ve gelişmiş toplumlar olarak kabul edecek kadar bir aşağılık ve eziklik hâlet-i rûhiyesi içine düşünce... O dünyanın, birçok ölçülerini, kılık-kıyafetlerini, rakamlarını, alfabelerini, örf ve âdetlerini, kendi toplumlarına medenîleşmek adı altında zorla kabul ettirdiler. Ki, o zorbaca yöntemler sonunda bazı toplumlarda tabiî imiş gibi görülmeye başlandı. Ve bugün, hangi Hicrî yılda olduğumuz sorulsa, Müslümanların büyük ekseriyeti hemen, 'Hicrî-Qamerî 1445' yılında olduğumuzu söyleyemez.

*

Bu hatırlatmaları yaptıktan sonra yine dönebiliriz, yeni miladî yıl konusuna. (Milâd, bilindiği üzere, lafzen, doğuş mânasına gelir, ama ıstılah olarak, terim olarak, daha çok, Hz. İsâ aleyhisselam'ın doğuşu anlaşılır. Miladî takvim denilince de, Hz. İsâ'nın mucizevî yaratılışının ve onun takib eden asırların tarihi hatırlanır.

Bütün Enbiyaullah'ın, ilahî peygamberlerin hepsi, Müslümanların da peygamberleri olması hasebiyle, bizler Hz. İsâ'nın doğuşunu esas alan bir takvimden de rahatsız olmayız.. Yani, 'Hz. İsâ adına..' diyerek dünyaya tahakküm eden emperial- şeytanî güçlerin veya onlara âşık, köle ruhların, mankurtlaşmış tiplerin kendi toplumlarının bütün değerlerini aşağılamaları ve onlara savaş açmalarına karşı gelmekle, -hâşâ-, Hz. İsâ'ya karşı çıkmak, asla sözkonusu değildir, olamaz.. Bu ince noktanın farkına varılması gerekir.

*

Evet, 24 Aralık gününden beri, Katolik Hristiyan dünyası, Hz. Îsâ Mesih aleyhisselâm'ın dünyaya gelişinin muhtemel tarihini, (Weihnachten / Christmas / Noël vs. gibi isimler) olarak kutlar. Ortodoks Hristiyanlar ise, 7 Ocak olarak kutlarlar o günü...

Hattâ, 'ateist' / tanrı inancına kesinlikle karşı olduklarını söz, yazı ve davranışlarıyla en açık şekilde gösteren kimseler bile, bu birkaç günlüğüne, tıpkı samimî Hristiyanlar gibi Kiliselere giderler, bir günlüğüne Hristiyan gibi davranırlar.

Bunun, uzaktan bakılınca, bir zararının ve etkisinin olmadığı sanılır, ama, Avrupalı en Hristiyan liderler kadar, en ateist liderler de, sık sık, Avrupa veya -kendi deyimleriyle de- West / Batı kültür ve medeniyetinin, kilise kulelerinin gölgesinde yeşerdiğini hatırlatırlar. Bu konuda eski alman şansölyelerinden ve 'tanrı inancını 2. Dünya Savaşı sırasında yitirdiği'ni söyleyen Helmut Schmiedt ile, dindar bir Hristiyan şansölye olan Helmut Kohl arasında temelde bir fark yoktu. Çünkü, ikisi de, 'Avrupa Birliği'ne girmek isteyenlerin bu bünye içinde bir aykırı veya yabancı madde oluşturmaması için, bu kültür ve medeniyetin, Kilise kulelerinin gölgesinde hayat bulduğunu kabul etmeleri gerekir' demişlerdi. Türkiye'nin 1959 yılından beri üye olmak için başvurularını tekrarlayıp durduğu AB üyeliği için hep redd karşılığı almasının temeli işte bu noktadadır.

(Bu vesileyle hatırlayalım ki, Aralık-1963'de, AB ülkeleriyle Türkiye arasında,- Ankara'da imzalandığı için- Ankara Andlaşması olarak isimlendirilen üyelik andlaşmasını Türkiye adına imzalayan İsmet İnönü o imza töreninde yaptığı konuşmada, 'Biz bu andlaşmayla sadece Avrupa Ekonomik Topluluğu'na- değil, 200 yıldır rüyasını gördüğümüz Avrupa'lı olmak rüyamıza da kavuşmak için imza atmış bulunuyoruz.' diyordu. Tıpkı, 'Bir alfabe devrimi yapmadık, devrimlerimizin alfabesini bulduk.' deyişindeki mantığına uygun olarak.)

*

Bu yazıda aslında değinmek istediğimiz konu, Hz. İsâ aleyhisselâm gibi bir Peygamber'e en büyük zulmü yapan ve amma, onun adına bir dünya kurduklarını iddia eden emperial dünyaya değinmek idi. O konuya bir diğer yazıda daha değinebiliriz.

Ama, şimdilik, sanırım, Dostoyevski'nin eserlerinden birisinde anlattığı bir hikâyeyi anlatmanın yeridir... Ki, sadece Hz. İsâ ve bağlıları için değil, bütün İlahî Peygamberler'in bağlılarının şu veya bu derecede sergiledikleri perişanlığı da anlattığı için, ibretlik olsa gerek.

Özetleyeyim. Diyor ki, Dostoyevski:

'Ortaçağ'da, İspanya'da bir Pazar yerindeki halkın arasına, gökten İsâ Mesîh iniverdi.

Halk şaşkın olarak etrafında toplandılar ve ağlaşmaya başladılar.. İsâ onlara , 'Sizler kimlersiniz?' deyince, 'Biz senin ümmetiniziz efendimiz..' dediler.

İsâ onlara, 'Öyleyse bu haliniz nedir böyle?' dedi.

Onlar da, 'Ey Kutsal Peder, bağışla bizi... Biz câhiliz, fakiriz, çaresiziz, güçsüzüz...' dediler.

O sırada, şehrin kardinali geldi ve şöyle bir baktı, o yabancıya ve, polise seslendi: 'Polis, şu meczûbu zencirleyip atın zindana!.' dedi.

Polis emredileni yaptı.

*

Akşam olup, el-ayak ortalıktan çekilince... Ki, evlerde, insanlar, 'Gökten indi, gördük. İsâ Mesîh idi...' diye konuşmalarını evlerin derinliklerinde sürdürüyorlardı.

Kardinal, gece yarısına doğru, polisi alarak zindana geldi ve zencirleri çözdü ve, 'Ey İsâ Mesih, inanıyorum ki, sen O'sun... Ama, niye geldin? Biz burada senin adına bir düzen kurduk. Şimdi sen bütün her şeyi alt-üst edeceksin.

Ya, hangi yoldan geldiysen, çek git; ya da, bir kez de ben gererim, seni çarmıha!' dedi.

*

İsâ Mesih, baktı ki, ümmeti câhil, fakir, çaresiz, güçsüz; kendi adına hükmedenler ise, güçlü, örgütlü, zâlim...

Gecenin karanlığında zindanın demir parmaklıkları arasından süzülüp gitti , göklere...

Ve Dostoyevski, devamen sözünü şöyle bağlar: 'Biz Hristiyanlar asırlardır, 'Ey İsâ Mesih gel...'diyoruz ya; niye gelsin, değişen ne ki?'

*

Evet, bir yeni takvim yılının başı, ama; bu çılgınlıkların Hz. Îsâ ile ilgisi ne?

Evet, '24 Aralık ile Ocak ayının 7'si arasındaki 15 günlük zaman aralığında, değişik Hristiyan mezhebleri arasında Hz. İsâ Aleyhisselâm'ın doğum günü olarak kutlandığını ifade etmiştik.

Amerika'dan dostum Prof. Necati Engeç ise mesajında, 'Hz. Îsâ'nın doğum günü için ilginç bir işaret zikrediyor, Kur'an'dan... Meryem Sûresi 25-26'ncı âyetlerde, 'Hurma dalını kendine doğru silkele, üzerine olgun ve taze hurmalar dökülsün.. Ye, iç, gözün aydın olsun.' (…) ' buyrulur. 'Demek ki, Hz. Îsâ, hurma hasad mevsiminde doğmuş ki, bu da Filistinde, Eylûl- Ekim aylarına tekabül eder.' diyor. Evet, bu milâd tarihi için, biz müslümanlar açısından ilginç bir düzeltme kaynağı olabilir.

*

Şimdi, 'Hristiyan toplumlarında bu konuda da kendisini gösteren mezhebî ayrışmaların nasıl meydana geldiği üzerinde duralım, diyebiliriz', ama, önce bir İngiliz gazetesinde 10-12 yıl önce 'Yılın fıkrası' diye yazılan bir mizahî yazıyı kısaca tekrarlayalım, sosyal ihtilâfların mahiyetinin daha iyi anlaşılması için.

Londra'da Times Nehri üzerindeki köprülerden birinde, yağmurlu- fırtınalı bir gece, bir adam, intihar etmek için, köprüden aşağı atlamak üzeredir.

Bu durumu gören bir kişi, hemen koşup adamı tutar. Adam atlamak istemektedir. O kişi ise, onu önlemeye, kurtarmaya çalışmaktadır.

- Bırak ben, bu hayatı artık çekemiyorum.

* Ama, insan olarak, sana yardımcı olmak, insani vazife ve borcumdur. Sana bir sorum var: Tanrı'ya inanır mısın?

- Yes... İnanırım...

* Ben de inanırım. Bak, büyük bir ortak noktamız var. Bir dinin var mı ve varsa, hangi dindensin?

- Hristiyanım...

* Hangi mezhebdensin?

- Evangelist - Anglikan Mezhebi'ne bağlıyım.

* Ne iyi... Ben de Anglikan'ım. Hangi tarikata bağlısın?

- John Babtist Tarikatına..

* Onların hangi kolundansın?

-(…filanca) koldan.

* Neee??! Vay alçak, demek sen o, dinden çıkanlardansın, haa!..'

Ve, bir tekme ile, adamı nehre atar.

*

Aslında bu mizah, bütün mezheb ayrışmalarında, tarikat bölünmelerinde, hattâ inanç gruplaşmaları dışında ideolojik veya siyasî bölünmelerde bile, trajik bir gerçeği de yansıtmaktadır. (Bu açıdan bakıldığında biz müslümanlar da benzer merhalelerden geçmişizdir. Ki, 13 asır öncelerdeki bazı ihtilâflar, bugün de, anlaşılmaz bir inadla sürdürülmektedir. Halbuki, keşke olmasaydı diye hayıflanıp, aynı ihtilâfları sürdürmemek dikkatimizi geliştirebilmeliydik.

Ama, yine de, hiç ihtilâfsız iki insan bile düşünülemez. Bunun içindir ki, bazı ârif kişiler, 'Sadece Enbiyaullah (ilâhî peygamberler) bir arada olsalardı, onlar ihtilâf etmezlerdi, çünkü onları güzel ahlâkın en mükemmel örnekleri olarak, Allah'u Teâlâ terbiye etmektedir.' demişlerdir.)

*

Bu hatırlatmalardan sonra, Osmanlı vatandaşı ve Lübnanlı bir hristiyan arab olan Cibran, Halil Cibran (Gibran Khalîl Gibran)'ın 90-100 yıl öncelerde, 'Bir Bayram Gecesi' isimli başlıklı yazısında yazdıklarına da -özetle- bakalım:

'Akşam oldu ve karanlık şehri kapladı.. Konaklarda, evlerde ışıklar parıldadı, insanlar yüzlerinde neşe ve (...) yeni bayramlık elbiseleriyle caddelere çıktılar.

Bense yalnız, bir başına, kalabalıktan uzak, bayramın sahibini düşünerek yürüdüm.. (...) Başımı yana çevirdiğimde, birden kanapenin üzerinde, yakınımda oturan bir adam gördüm.. 'Benim gibi bir yalnız..' dedim, kendi kendime.. (...)

-'Bu şehirde yabancı mısın?' dedim..

* Bu şehirlerde ve diğer bütün şehirlerde bir yabancıyım ben..' diye karşılık verdi.. (...)

İçimden, 'Ne garib bir adam, kâh filozof gibi konuşuyor, kâh deli gibi..' diye geçirerek,

- (...) 'Kimsin sen?' dedim.

- 'Ben milletlerin oturttuklarını ayağa kaldıran devrim'im. İnsanların yetiştirdiği fidanları söken fırtınayım. Ben yeryüzüne barışı değil, kılıcı bırakmak için gelenim.' dedi.

O esnada, o da, 'Cümle-âlem benim ismim ve geçmiş günlerin ismim etrafında ördüğü âdetler vesilesiyle bayram ediyor. (…) Ama, insanlar arasında benim hakikatimi bilen yok(...)' diyordu. (...) Birden önünde eğilerek yere kapandım, 'Ey Nasirâlı Îsâ..' diye seslendim. (…) Başımı kaldırıp baktığımda, önümde duman sütunlarından başka başka bir şey görmedim.'

Cibran'ın yazısında, Hz. İsâ aleyhisselam'ın ağzından aktarılan ibare, gerçekte, Matta İncili'nde 10. bâbdan aktarmadır:'34-Yeryüzüne barış getirmeye geldiğimi sanmayın! Ben barış değil, kılıç getirmeye geldim.(…)'

Ama, daha sonraki asırlarda, Hz. Îsâ'ya, -yine Matta İncili'nde, 5.bâb, 38-44'de-,'Sizin bir yanağına vurana, siz öteki yanağınızı da uzatın.' dedirttirilmiş ve o, dünyaya, 'ütopik bir sevgi peygamberi' olarak anlatılmış ve sonra da, onun takibçisi olduklarını söyleyenler, asırlardır, kurdukları emperial sistemlerle, insanlığa kan kusturmuşlardır.

*

Esasen, Hz. Îsâ'ya dünya hayatında, kendilerine 'havari' denilen sadece 12 kişi iman etmişti. Hz. Îsâ'nın şeriati, 'Trinité- Teslis/ Üçleme' denilen ve 'Tanrı- Oğul ve Ruh'ül Quds' şeklinde ifade olunan ve Hristiyanlık şeklinde en başta, Tarsuslu Paulus (Saint Paul) tarafından tedvin olundu. İznik ve Rimini gibi konsüllerde İncil'den bazı çıkarmalar ve düzeltmeler yapıldı ve Kilise farklılaşmaları ortaya çıktı. Meselâ, İskenderiye Kilisesi'nden Arius, daha çok 'tevhîd' inancını sahib savunuyordu.

*

Bugün de devam eden ayrılık ise, MS. 750'lerde Roma'daki Papa, kuzeyden gelen barbarlar tarafından istilâ edilme tehlikesiyle karşılaşınca, Frankia Krallığı'nın (ve Franklar'ın) yardımıyla o tehlikeleri bertaraf etti ve MS. 800 yılında Şarlman'ı İstanbul'daki Doğu Roma Kilisesi'nin görüşünü almadan, Roma İmparatoru olarak kutsadı ve 'Muqaddes Roma- Germen İmparatorluğu' tesis olundu.

Dolayısıyla Kilise, teorik olarak bütün idiyse de, Doğu Roma İmparatoru, MS.863'de, İstanbul Patriği'ni seçince, bu tâyine Papa karşı çıktı ve böylece Doğu ve Batı Kiliseleri arasında teolojik farklılıklar da daha bir derinleşmeye başladı.

Gelişen zıdlaşmalar esnâsında, Papa, İstanbul Patriği'ni ve Doğu Kilisesi'ni aforoz ettiğini duyurdu. İstanbul Patriği de Papa'yı ve Batı Kilisesi'ni aforoz ettiğini ilân ederek karşılık verdi. Bu şekilde Batı ve Doğu Kilisesi, MS. 1055'lerde tamamen ayrıldı.

Latince 'Katolik' kelimesi, Papalık Kilisesi için, 'cihanşumûl', yâni, 'bütün dünyada tek söz sahibi' mânâsında kullanıldı.

'Doğu Kilisesi' ise, kendisini "ilke ve geleneklerle bağlı; gerçek..' mânâlarına gelen 'Ortodoks' kelimesiyle adlandırdı.

*

Ve özellikle Katolik Kilisesi ve öncülük ettiği dünya, Haçlı Seferleri'yle zirveye ulaşan saldırganlıklarının devamını Asya, Afrika ve Amerika'da asırlarca en kanlı şekilde sergiledi ve Hz. Îsâ'nın takibçiliği adına! Ve böylece, onun dünyaya gelişinin yıl dönümü adına, Milâdî-2024'üncü yıla girilirken de, Hz. İsâ aleyhisselâm, bir kez daha en ağır zulümlere mâruz bırakıldı; üstelik de O'nunla hiç ilgisi olmayan çılgınca eğlencelerle.

*

Bu arada materyalist dünya bunalan insanların, Hristiyan toplumlarında da nice sosyo-psikolojik bunalımlara ve çıkmazlara yol açtığı hatırlayıp, bu açıdan ilginç bir kitaba kısaca göz atmak da faydalı olur herhalde.

Miladî-2024'üncü yılın girmesi münasebetiyle bu konuya etraflıca bakmışken, bir de Hristiyan dünyasındaki inanç konuları etrafında ve özellikle de, Kilise ile Hristiyan olarak tanınan toplumlar arasındaki ilişkiler konusuna değinilen bir kitab üzerinde de duralım biraz.

Amerika'lı, David Kinnaman isimli bir araştırmacının türkçeye, 'Beni kaybettin..' adıyla çevrilen 'You Lost Me:…' isimli eserinde 'Genç Hristiyanlar Neden Kiliseyi Terk edip İnancı Sorguluyor?' konuları, daha çok da 16-29 yaş aralığında olanların zihin dünyalarını irdeleyerek ele alınmış.

Bu konunun, başka inanç konularına veya ideolojik yönelimlere bağlı olanların zihinlerinde de yer aldığı söylenebilir.

Yazar, 'medyaya bir de 'Hristiyan gözüyle bakın' diyor ve şöyle devam ediyor: 'Tek başarabildiğimiz, çocuklarımızı, medya şiddetinden cinsiyet konuları ve küfürlerden uzak tutacak birkaç 'cıss..' belirlemekse, başarısız olmaya devam ediyoruz demektir. (…) Çocuklarımızı medya kullanımları hakkında Hristiyanca ve İncil'e uygun bir şekilde düşünmeye yönlendirmeliyiz..' dedikten sonra, eleştirdiği eğitim şeklinin kendi üzerindeki etkilerinden de örnekler veriyor ve '15-16 yaşındayken beni de kaybettiniz.. Fakat 20'lerin başında gerçeği aramaya başladım. Arayışım, beni tekrar Mesih'e götürdü..' diyor.

Aynı konularda biz Müslümanların da zihinlerimizi meşgul eden sıkıntılarımız yok mudur ve çözümü de, kendi inanç kaynaklarımızdan sorup, öğrenmeye çalışmalı değil miyiz?

*

Bu vesileyle, son günlerde 'Munther İsaac' isimli genç bir kardinalin bir Noel vaazının videosunda verdiği mesaj dikkat çekiciydi. 'Mesih enkaz altında..' diyordu, siyonist İsrail rejiminin Gazze'de işlediği cinayetlere değinirken...

Hakikati ifade etmek, herkese yakışıyor.. Merak edenler, '@munther_isaac' linkinden takib edebilirler. Evet, insan olmanın, vicdan sahibi olmanın en güzel örneklerinden birini, en azından bu vaazında sergiliyordu bu hakperest kişi... Kezâ, bir çok yahudinin de, siyonist İsrail rejiminin siyaset ve cinayetlerine karşı çıktıklarını ve yapılanları Hz. Musâ'nın şeriatiyle ilgisinin olmadığını dile getirdiklerini belirtelim.. Bu konuda, bazı 'haham'lara da rastlamak mümkün.. Hattâ bu Yahudilerden bazıları, geçen hafta, Amerikan başkanı Biden'ı, bir konuşması sırasında şiddetle protesto edip, şaşkına döndürdüler ve susturdular. Kezâ, Amerikan Kongresi'nden etkili yahudi senatör Sanders'in Amerika tarafından, 'İsrail'e 14 milyar dolarlık ek bir malî yardım verilmesi'ni önlemek için çırpınışı ve Gazze'nin bombardıman edilişinin, İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanya'nın Dresden şehrinin bombardıman edilişine denk olduğunu söylemesi ilginçtir. (Ki, o zaman 200 bin nüfuslu olan Dresden şehri, 2. Dünya Savaşı'nın sonuna doğru, Amerikan ve İngiliz Savaş uçaklarınca, 13 Şubat- 15 Şubat 1945' günleri arasında, 50 saat kadar sürekli bombardıman edildi ve o esnâda atmosfer sıcaklığının 1000 dereceyi geçtiği ve binaların demir iskeletlerinin sıcaklıktan dolayı eridiği ve binaların çöktüğü, 40 bine yakın insanın kafatası kemiğinin bulunduğu bildirilmiştir. Bazı iddialar 140 bine yakın ölümden de söz etse de, 6 Ağustos-1945'de Hiroşima'ya atılan ilk Atom Bombasının Dresden Faciası'nı gölgelediği söylenmiştir. Müttefikler'in kullandığı bombalar arasında 'fosfor bombası' da bulunmaktaydı. Bu yüzden, Dresden şehri bombalanma sona erdikten sonra da günlerce yanmıştı.) Senatör Sanders'in yaptığı bu 'Dresden- Gazze' benzetmesi gerçekten de isabetli olarak gözükmektedir.

Kezâ, kendilerini, ateist veya agnostik olarak bildiren nice yüzbinlerin, İsrail rejiminin Gazze'deki korkunç barbarlığı karşısında sergiledikleri protesto gösterileri de saygıyı hak ediyor.

*

Selahaddin Eş Çakırgil

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN