Arama

Prof. Dr. Ömer Türker
Nisan 5, 2020
İslam düşüncesi geleneğinin sürekliliği sorunu (5)

Geçen yazıda İmam-Hatip Okulları ve İlahiyat Fakültelerinin İslam düşünce mirasının tevarüsünde nasıl bir işlev gördüğü meselesini ele alacağımı söylemiştim. Ama Türkiye'de malum sebeplerden ötürü uzaktan eğitim başlayınca yaşanan bir gelişme nedeniyle bu yazının konusunu değiştirme kararı verdim. Uzaktan eğitimin ilk gününde ders veren öğretmenlerden biri, başörtülü olduğu için bazı kesimler Milli Eğitim Bakanlığı'nı eleştirdi. Eleştiriler bununla da kalmadı, ders aralarında televizyondan verilen tasavvuf musikisi icraları ile değişik konularda hazırlanmış animasyonlar da eleştirildi. Bakanlık geri adım atarak, ders araları için yapılan hazırlıkları tamamen rafa kaldırdı. Şimdi öğrencileri teşvik ve disipline edici birtakım konuşmalar yahut teneffüs olduğunu bildiren görüntü yayınlıyorlar. Pek çok meselede olduğu gibi bu meselede de olay çok hızlı geçildi. Zaten Türkiye'nin gündemi şimdilerde böylesi durumların sorun haline getirilmesine elverişli de değil.

Şimdiye kadar Türkiye'de İslam düşüncesinin sürekliliği sorununu daha ziyade dindarlaşma arzusunda olan insanların fikrî durumlarını dikkate alarak değerlendirdim. Yine buna devam edeceğim. Lakin İslam düşüncesinin sürekliliği sorunu, bir bütün olarak Türkiye'deki fikrî hayatın sorunudur. Bu yazıda İslam düşünce geleneğindeki kopukluğun, İslam geleneğini düşünce ve hayatta hareket noktası olarak benimsemeyen kesimlerde yol açtığı birkaç sonucu ele alacağım. Sözü çok uzatmadan doğrudan konuya gireceğim.

Türkiye'de Batılılaşma süreci Osmanlı'da başlar ve Cumhuriyet'le zirveye ulaşır. İvmesi düşük olsa da hala devam etmektedir ve tamamlanmamış bir süreçtir. İslam düşünce geleneğinden kopuş da Batılılaşma süreciyle paralel olarak devam eder. Yani Osmanlı döneminde başlar, Cumhuriyetin kuruluş döneminde zirveye ulaşır ve ivmesini kaybetmekle birlikte sonraki yıllarda devam eder. Kuşkusuz bir bütün olarak bu sürecin en önemli özelliği, inanç, davranış ve tutumlarımızdaki köklü değişimlerdir. Fakat süreç, Türkiye'de hususi bir aydınlar grubu yetişmesine zemin oluşturmuştur. Kendi kültürel mirasına karşı yabancı hatta düşmanca duygular besleyen bir grup. Tahmin edileceği üzere böyle bir grup varlığını aslında Cumhuriyet'e borçlu değildir. Osmanlı döneminde Batılılaşmayı Batıcılığa eviren bir zümre zaten ortaya çıkmıştı. Fakat bu zümre, Osmanlı'da muhalefetteydi ve kontrollü yürüyen bir Batılılaşma hareketinin -bizzat bu süreci yürüten muktedirlere rağmen- radikal savunuculuğunu yapıyordu. Cumhuriyet'le birlikte iktidara gelerek resmi ideolojinin temsilcisi olma payesini elde etti.

Gerek Osmanlı'daki değişimler, gerekse Cumhuriyet dönemindeki devrimler bekleneceği üzere bir kısım direnişlerle karşılaştı. Direnişlerde şaşılacak bir taraf yok, zira yüzyıllardır hüküm süren alışkanlıkları, gelenekleri ve kuralları değiştiren yeni bir düzen kuruluyordu. Bir insan, kendi alışkanlıklarını değiştirmek istediğinde bile bizzat kendisinin direnciyle karşılaşır. Kaldı ki milyonlarca üyeden oluşun bir toplumun alışkanlıklarını değiştirmek, ilk bakışta göründüğünden daha zor ve karmaşıktır. Bütün bu süreçte, sözü edilen aydınlar zümresi, dinî olan her şeye karşı olumsuz bir tavır geliştirmiştir. Bunun kısmen anlaşılabilir bir tarafı olduğunu düşünebiliriz. Batı'da hem modern bilimin gelişimi kısmen –çoğunlukla söylendiği gibi bütünüyle değil- dinî müesseselere karşı gerçekleşmişti hem de modernleşme süreci dinî kurumların direnişlerine rağmen gerçekleştirilmişti. Bu durum, Batı tecrübesini modernleşme sürecinin modeli kabul edenler tarafından genelleştirildi ve İslam dünyasında da öyle olacağı varsayıldı. Evet, inanç, davranış ve tutumlarla birlikte toplumsal düzenin referans çerçevesinin dinî kaynaklar olması, Batılılaşma sürecindeki bir kısım direnişlerin tabii ki dinî kaynaklara atıfta bulunmasını da gerektirmiştir. Fakat bizzat bu süreci yaşayan Batıcı zümre, iki meselede değerlendirme hatası yaptı.

Birincisi, süreci başlatanlar ve Batıcı zümrenin muktedir oluşuna kadar sürdürenler, dinî makamlara temsil edenlerdi. Yani Osmanlı'daki değişimler, hilafet makamında bulunan sultanlar ile en yüksek dinî rütbe olan şeyhülislamlık makamında bulunanların onayı ile gerçekleşmiştir. Ayrıca tartışmalar, esas itibariyle bilimsel bilgi ve teknoloji transferinde değil, bireysel ve toplumsal hayatı düzenleyen esas, kural ve teamüllerin değişimindeydi. Hiç kimse matematik ve fizik bilimlerin yenilenmesiyle ilgili bir tartışma yapmadı. Bilimsel bilginin aktarımı, on sekizinci yüzyılın ikinci yarısından itibaren hatırı sayılır bir ciddiyet kazanmıştı. Her ne kadar değişimleri hoş karşılamayan ve eleştirel yaklaşan zümreler bulunsa da bireysel ve toplumsal hayatı düzenleyen kural ve teamüllerin değişimine yönelik adımlar, hiçbir dinî grup tarafından engellenmedi. Hatta Atatürk döneminden sonra Türkiye'de değişimin en yoğun ve hızlı olduğu iki dönem vardır: Özal ve Erdoğan dönemleri. Her iki dönemin ortak özelliği, dinî hayatta rahatlama çabasının yanı sıra modernleşme çalışmalarının hız kazanmasıdır. Bu dönemlerde siyasi iktidarlar tabii ki el değiştirmiştir ama Türkiye'de hiçbir zümre hakiki anlamda mevzi kaybına uğramamıştır. Hatta bu iki dönemin eleştirilmesi gereken tarafı, Batılılaşma yönündeki değişimin önünü kesmesi değil, değişimin kontrolünü yeterince sağlayamamasıdır. Özal döneminde başlayan ve Ak Parti döneminde tamamlanan bir şehirleşme süreci yaşanmıştır. Fakat bu şehirleşme, Türkiye'de sanayileşmeyle paralel yürümediğinden gecekondu bir hayat üretti, tam bir tüketim toplumu olmanın şartlarını oluşturdu, doksanların nesli ile iki binlerin nesilleri arasında değer aktarımını, en radikal devrimlerin yapıldığı dönemlerde bile görülmediği şekilde en alt düzeye indirdi. Şehirlerin gelen nüfus yoğunluğuna ayak uyduracak bir düzenden mahrum olması, hem şehir kültürünü tahrip etti hem de köy kültürünü sürdürülemez hale getirdi. Muhtemelen önümüzdeki dönemlerin en büyük toplumsal problemi, yeni hayat tarzına uygun değerlerin inşası olacaktır. Kuşkusuz bu süreç, geleneksel uygulamalar içinde varlığını sürdüren dinî değerleri de etkiledi. Siyasî iktidar, dinî tedrisatı yaygın hale getirmek ve dinî hayatı rahatlatmak için bir kısım teşebbüslerde bulundu lakin bunların, ne derece başarılı olduğu henüz belirsiz. Kontrol edilemez araçlarla taşınan Batılı değerlerin yaygınlaşmasını sağlayan değişim süreci, aynı imkânı dinî düşünce ve hayat tarzının serpilmesine vermedi. Bu açıdan bakıldığında dinin veya dinî olmakla nitelenen şeylerin, modernleşme çabalarına engel olduğu kesinlikle söylenemez.

İkincisi ve daha önemlisi şudur: Sözü edilen zümre, dinî değer ve uygulamalara karşı çıkma, mesafeli durma yahut lakayt davranmanın ne anlama geldiğini bir türlü kavrayamadı. Türkler, Müslüman olduktan iki yüzyıl sonra İslam'ın bütün merkezi bölgelerinin siyasi hâkimiyetini ele geçirdiler. 1900'lere geldiğimizde İslam dünyasının yönetimi bin yıldır Türklerin uhdesindeydi. Bin yıllık iktidar sadece Anadolu, Rumeli, Balkanları, Arap dünyasını, İran'ı ve Hindistan'ı etkilemekle kalmadı, aynı zamanda Türklük kavramını da etkiledi, hatta köklü bir şekilde dönüştürdü. Türklerin tarihi, adetleri, alışkanlıkları ve kurumları, İslam dininin tarihinin bir parçası ve kimi durumlarda en yetkin uygulaması haline geldi. Dolayısıyla böyle bir geçmişin varisi ülkede, dine yahut dinî olan şeylere düşmanlık, milletin tarihine ve kültürel mirasına düşmanlığa evrilmeye son derece müsaittir. Türkiye'de Batıcı aydınların önemli bir kısmı, bizzat Batılılaşmanın ivmesinin güçlü olduğu zamanlarda bunu bir türlü anlamadılar ve hala anlamamakta ısrar eden bir zümre var. Türkçe'nin en muhteşem örneği olan Yunus Emre şiirlerini çağ dışı saymak için bir kimsenin Türklüğün ne olduğunu anlamaması yetmez, aklından zoru olması gerekir. Bu, bir İngilizin Shakespeare'i, bir Almanın Goethe'yi, bir Arabın İmrülkays'ı, bir Farsın Sa'dî-i Şirâzî'yi çağ dışı sayması kadar izandan yoksun bir tavırdır. Bu ülkede bir aydının tasavvuf musikisine düşman olması için tarihsel aklını tamamen yitirmiş olması gerekir. Fakat böyle düşünen ve bu toplumun aydın tabakasında yer alan azımsanmayacak bir insan vardır.

Kanaatimce bu garabetin sebebi, değişim sürecinde yaşandığı varsayılan sahte bir travmanın ilerleyen dönemde histeriye dönüşmesidir. Bu zümre sanki çağdaşlaşma sürecinde dinden asla unutmayacakları bir zarar görmüşler ve duygusal bir yıkım yaşamışları gibi -belki dinin kendisine değil ama- dini görünür hale getiren unsurlara karşı, olumsuz bir tavır geliştirdiler. Muhtemelen başlangıçta travmatik olan bu tavır, özellikle seksenlerden itibaren bir histeriye dönüştürüldü. Dinî imalardan arındıramadıkları sürece hiçbir tarihsel figüre olumlu yaklaşamıyorlar, kültürel mirasa karşı umarsız ve lakaytlar, İslam düşüncesini anlamak için hiçbir gayret sarf etmiyorlar. Niyetlerinin düşmanlık olduğunu düşünmüyorum ama sahte travma ve histerileri, tavırlarının düşmanca görünmesine sebep oluyor.

Bence bunun Türk toplumuna en çok zarar veren tarafı, tarihsel ve fikrî mirasımızın hakkıyla eleştirilmesini ve sahici bir düşünce tarihi okumasını engellemesidir. Bu zümrenin aklına Ebüssuud Efendi deyince milyonlarca kilometre kareye hükmeden bir devletin en yüksek yargı makamı değil, cami imamı geliyor. Medrese müderrislerini, bir dönemin bilim insanları olarak değil, konuşurken sakalını ve ağzından fırlayan köpükleri kontrol edemeyen itici bir vaiz olarak tasavvur ediyorlar. Tekke şeylerini muskacı ve üfürükçü zannediyorlar. İslam'ın metafizik ve ahlâkî derinliği hakkında hiçbir kanaatleri olmadığı gibi olmasına yönelik bir arzuları da yok. Bin küsur yıllık Türk tarihinin bilim dili olan Arapçaya bakışları, Şerif Hüseyin hıyaneti ile petrol zengini Arapların israfı arasına sıkışıp kalmış durumda. Türk edebiyatının en önemli kaynak dillerinden birini olan Farsçaya bakışları, İran'ın kurnazlığı ile rejim ithali çabası arasında sıkıştırılmış durumda. Bu sebeple İslam medeniyetinin klasik dillerini, bilginlerini ve kurumlarını küçümsüyor ve merak etmiyorlar. Medrese ve tekke gibi yüzyıllarca Müslümanların insanlığın düşünen zihni olmasına hizmet etmiş kurumların adı geçtiğinde zaaf dönemlerini, kötü örnekleri ve suiistimalleri düşünmek ve konuşmaktan haz alıyorlar. Dine yönelik menfi tutum ile tarihe yönelik eleştirel tutumu birbirine karıştırıyorlar. Kılık kıyafet ve alkol tüketimi arasında gidip gelen dar ve sığ bir çağdaşlaşma anlayışını temsil ediyorlar. Çarpık şehirleşme de onların bu konumunu teyit ediyor.

Maalesef bu aydınlar zümresi, Türkiye'de hala psikolojik üstünlüğe sahipler. Bu sebeple tavırları, ideolojik kutuplaşmayı fazlasıyla besliyor. Siyaset mesleği zaten kutuplaşmalar üzerinden beslendiğinden siyasîlerin çözüm bulma çabaları, partilerin ikbal hevesleriyle gölgeleniyor. Bir yandan Çin'den çıkan virüs Kurân ve Sünnetten çıkmış gibi virüs üzerinden dini tahfif etme ve dindarlara saldırmayı özgürlük sanan cahil bir nesil yetişiyor, diğer yandan virüsün gelişmiş ülkelerde yol açtığı tahribatı, bilimin sefaleti ve dinin zaferi sayan sahte dindarlar türüyor. Tam da bu sebeple sorun, bütün ideolojik kabulleri aşacak kadar ciddi. Bizim şu veya bu şekilde bu sorunun üstesinden gelmemiz gerekiyor.

Üniversitelerimiz kötü durumda olmasına rağmen 1950'lerden bu yana hatırı sayılır bir bilimsel birikim de oluştu. Türkiye'de en ciddi ilmî araştırmaların yapıldığı alanların biri tarihtir. En kötü dönemlerde bile saygın tarihçiler yetişmiştir. İlahiyatçılık mesleği tüm kusurlarına rağmen epeyce mesafe kat etti. Sayıları az olmakla birlikte farklı bilim dallarında yetişmiş ve sahasına ciddi katkılar yapan insanlarımız var. Ama sahte travma ve histeriler, üretilen bilimsel birikimin, ortak bir kültür olmasını engelliyor. Din, dil ve tarih alanlarını, zümre çekişmelerine kurban eden bir toplumun kesinlikle geleceği olamaz. Dolayısıyla bu toplumun tarihsel ve fikrî mirası ihmal edildiği sürece bu topraklardan hakiki bir düşünce üretmek mümkün olmayacak. Aklımızı başımıza devşirmemiz, sahte duyguları, boş korkuları bir kenara bırakmamız gerekiyor.

Prof. Dr. Ömer Türker

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN