Arama

Mustafa Özcan
Mart 4, 2022
1962’den 2022’ye:  Geri dönen nükleer kabus
Sesli dinlemek için tıklayınız.

Domuzlar Körfezi bunalımının (1961) ardından 1962 yılında patlak veren Küba füze krizinin üzerinden tam 60 yıl geçti, aynı kriz bir kez daha dolaylı olarak karşımıza çıktı. O dönemde ABD'nin başında bir Katolik başkan, daha doğrusu JFK (Kennedy) bulunuyordu. Dünya, nükleer bir savaşın eşiğine gelmişti. Bu krizde Küba ile Türkiye mızrak ucu ülkeler konumundaydı. Pazarlık konusu oldular. Tarih bu yönüyle bugün yeniden tekerrür ediyor. ABD'nin başında yine bir Katolik başkan bulunuyor; Jeo Biden. JFK'den sonra ABD'nin tanıdığı ender Katolik başkanlardan bir diğeri. Ukrayna'da Ortodokslardan sonra dini dağılımda Katolikler ikinci büyük grubu temsil ediyorlar.

Küba, şimdi yeni krizde devre dışı olsa bile Putler veya Putin çılgınlaştı ve nükleer silahlara başvurabileceklerini söyledi. Lavrov da bunu biraz daha detaylandırdı. Lavrov, Üçüncü Dünya Savaşı'nın nükleer ve yıkıcı olacağını söyledi. Biden'ın dediği gibi, esasında konvansiyonel füzeler de yıkıp yakıyor. Sonra da tavzih sadedinde nükleer bir savaşın Batı'nın kafasında ve aklında olduğunu söyledi, sorumluluğu onlara attı. Bu da ne kadar kaypak bir yönetim anlayışı sergilediklerini gösteriyor. Batılılar nükleer bir kamplaşma, bir tarafa Suriye'de olduğu gibi Ukrayna'da da Zelenski'nin uçuşa kapalı bölge talebine karşılık vermediler. Suriye'de de Obama idaresinden bunu ısrarla isteyen ülke Türkiye olmuştu. Lakin Obama idaresi bu talebi kös kös dinlemişti. Ötesinde Suriye'yi Putin'e pazarlamıştır. İşgal için Putin'i Suriye'ye davet etmiştir. Clinton da Ukrayna'nın elindeki nükleer silahların Rusya'ya devri için arabulucu olmuştur. Bununla birlikte Putin'in Ukrayna'da bir yıpranma savaşıyla karşı karşıya kalmasını istiyorlar.

Putin ve avanesi nükleer söylemini iki de bir tekrar ediyor. Belki de bu söylemle birlikte caydırıcı olmak istiyor. Geçmişte nükleer silahlar birbirini dengede tutuyor ve korku dengesi barışı koruyordu. Şimdi ise Putin barışı korumak için değil zaferini garanti etmek için çılgınca nükleer söyleme başvuruyor. Bu, dünyayı ateşin eşiğine ya da yeni bir krizin eşiğine getirdi. Putin'in adımını Lavrov tamamladı ve bir çağrıda bulundu. Artık Avrupa'daki Amerikan nükleer silahlarının geri çekilmesinin vaktinin geldiğini duyurdu. Avrupa'nın Amerikan nükleer silahlarından arındırılmasını istedi. Bu ne anlama geliyor? Bunun ucu Türkiye'ye de dokunuyor. Türkiye'yi de nükleer şemsiyeden mahrum etmek istiyor. Elbette Amerikan nükleer silahlarının çekilmesi Avrupa'yı nükleer silahlardan arındırmaz veya mahrum etmez. İngiltere ile Fransa nükleer kulübün bilinen üyeleri. Lakin diğerleri şemsiyeden mahrum olur. Bununla birlikte birçok Avrupa ülkesine soğuk savaş döneminde caydırıcı olması için Amerikan nükleer füzeleri yerleştirildi. Belçika'dan İtalya'ya kadar birçok Avrupa ülkesi bu dağılımdan nasibini aldı. Topraklarına Jüpiter füzelerini yerleştirdiler. Bu silahlardan Türkiye'nin de payına düşenler oldu. Bir zamanlar Selim Luzi'nin çıkardığı el-Havadis dergisi bir yazı dizisinde (1987) Türkiye'nin elinde 500 nükleer başlık olduğunu duyurmuştu. Bununla birlikte soğuk savaşın bitiminde kademeli olarak bu füzeler azaltılmıştır. Bazı kaynaklara ve verilere göre Türkiye'nin elinde son dönemlerde sadece 80 küsur nükleer başlık kalmıştır.

Elbette Küba krizinde olduğu gibi, Lavrov bunları da kastediyor olmalı. Bunun dışında Romanya, Bulgaristan, Polonya gibi NATO'ya yeni dahil olan eski Varşova Paktı üyesi Doğu Avrupa ülkelerine de bu tarz silahlar yerleştirildi mi, bilmiyoruz.

Bu durumda Ukrayna kriziyle birlikte bir taraftan Türkiye ile Rusya diğer taraftan Türkiye ile Batı arasındaki ilişkiler de daha karmaşık hale geliyor. Bir taraftan sıcak savaşlar sırasında Montrö'ye göre Boğazlar rejiminin düzenlenmesi gerekiyor. Kıyıdaş ülkelerin ve ötesinde yabancı ülkelerin Karadeniz de savaş gemileri bulundurmalarına savaş zamanlarında kısıtlama getiriliyor. Bunun uygulanması ve denetlenmesi ise hem Türkiye'ye düşüyor hem de gerilimi beraberinde getiriyor. Bu hususta şimdi en azından Türkiye ile bir taraftan Ukrayna diğer taraftan da ABD arasında yorum farkı doğuyor. Pentagon Sözcüsü John Kirby, Montrö Antlaşması'na aykırı olarak Rusya'nın Karadeniz'de savaş gemileri bulundurduğunu söylüyor. Ukrayna da Montrö Antlaşması gereğince Boğazlarda Rus gemilerine karşı tedbir alınmasını istemişti. Çavuşoğlu ise bir tavzih ile birlikte Boğazları kullanan gemilerin geri dönen ve Karadeniz limanları envanterine bağlı gemiler olduğunu ve bunun Montrö Antlaşması'nı delmediğini bildirmiştir. Kısaca Türkiye, hem Montrö Antlaşmasının yükümlülükleri, uygulanması çerçevesinde hem de Avrupa'daki Amerikan nükleer silahları çerçevesinde istemeden de olsa krizin parçası olma durumunda kalıyor. Türkiye'nin hassas coğrafyası, krize de yakın olmasını beraberinde getiriyor. Bununla birlikte Rusya'nın Ankara Büyükelçisi Yerhov Türkiye'nin Montrö Antlaşması'nın gereklerini uygulamasını anlayışla karşıladıklarını söylemiştir. Montrö Antlaşması'nın maddelerini uygulama konusu tanımla da alakalı. Sözcü İbrahim Kalın gibi kimileri Ukrayna meselesini kriz olarak tanımlarken Mevlüt Çavuşoğlu son açıklamalarından birisinde statüyü savaş olarak tanımladı ve gereği de icraata konuldu.

Jüpiter füzelerinden günümüze

1959 başında Küba'daki Amerikan yanlısı diktatör Batista'yı devirerek iktidara geçen Fidel Castro, Sovyet yanlısı bir politika izliyordu. ABD, Castro'yu devirebilmek için çeşitli yollara başvurdu. Lakin çare bulamadı. Bu yollardan birisi de Amerikan Devletleri Örgütü'ndeki diğer Latin Amerikan devletlerini Küba aleyhinde girişime zorlamaktı ve bu ülkeye karşı bir şeker boykotu uygulaması başlattı. Castro bu harekete, Küba'daki Amerikalıların mülklerini millileştirerek cevap verdi ve Havana'daki Amerikalı diplomatların ülkeyi terk etmesini istedi. Bunun üzerine başkan Eisenhower Küba ile diplomatik ilişkileri kesti. Bundan sonraki başkan Kennedy de CIA'nın hazırlanmış olduğu planı yürürlüğe koyarak Domuzlar Körfezi çıkartmasını gerçekleştirdi, ama plan başarısızlıkla sonuçlandı. Kübalı yetkililerin harekata katılmış mültecileri yargılamaları sonucu harekattaki ABD rolü açıklık kazandı. Bu olaydan sonra iki ülke arasındaki gerginlik Sovyetler Birliği'nin Küba'ya nükleer başlıklı ekim füzelerini yerleştirmeye başlaması ile daha da arttı.

Başarısız çıkarmanın akabinde kriz daha da tırmandı ve 14 Ekim 1962'de bir ABD casus uçağı Küba'daki inşaatı devam eden nükleer füze rampalarını görüntüledi. ABD'de seçim mücadelesinin hızlandığı bir dönemde 16 Ekim 1962 günü, dönemin ABD Savunma Bakanı Robert McNamara, Küba'da füze üslerini belirleyen hava fotoğraflarını Başkan Kennedy'e sundu. Fotoğraflardan edinilen bilgiye göre, Sovyet füzeleri yerleştirilmeye başlanmıştı ama ateşlemeye hazır hale gelmeleri için bazı parçaların Küba'ya gelmesi bekleniyordu. Kennedy, teknik danışmanlarıyla uzun süren toplantılar yaptıktan sonra Küba'nın denizden abluka altına alınmasına karar verdi. Ardından Kruşcev ile Kennedy arasında mektuplaşmalar ve pazarlıklar başladı ve Türkiye'deki nükleer silahlara karşı Küba'ya yerleştirilen silahların sökülmesine, geri çekilmesine karar verildi. Böylece buhran veya nükleer bunalım yatıştırıldı, donduruldu. Bu da zincirleme güven hasarına yol açtı. Türkiye zor zamanda kendisinden vazgeçilebileceği gibi bir kanaate vardı.

Bununla birlikte, Amerikalıların demode olduğunu söyledikleri Türkiye'deki nükleer başlıklar, zamanla yenileriyle değiştirildi . Kıssadan hisse, az gittik uz gittik yine aynı noktaya geri geldik.

Şimdi Putin'in tehditleri, Lavrov'un istekleriyle birlikte başa döndük.

Mustafa Özcan

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN