Arama

Mustafa Özcan
Şubat 24, 2019
'Babilleşme'den 'Atinalılaşma'ya!

Ünlü İngiliz filozof Bernard Russel, küreselleşme sürecindeki dünyanın istikbaliyle ilgili başlangıçta iyimser olduklarını ve dünyanın küresel köye dönüşeceği ümidini taşıdıklarını, kanaatini seslendirdiklerini ama zamanla umutlarının sönmese bile azaldığını, daha doğrusu yanıldıklarını itiraf edecektir. Radyo gibi kitle iletişim araçlarının yaygınlaşmasıyla insanların daha da yakın hale geleceğini varsaydıklarını ama sürecin tam tersi istikamete seyrettiğini söylemiştir. İletişim ve bilişim çağıyla ve kanallarıyla birlikte bilgiye ve insana ulaşmak daha kolay hale geldi. Bununla birlikte insanlar kümeleştikçe yabancılaşma daha da arttı. Ademoğlunun yeryüzüne inmesiyle birlikte insanlık elbette ki tek bir dil kullanıyordu. Dillerin menşei üzerine duracak değiliz. Bununla birlikte dil üzerinden insanlar arasında ayrılık rüzgarlarının Babil'de esmeye başladığı varsayılır. Babil'de insanlar birbirine yabancılaşmaya başlamıştır. Bununla birlikte insanlar tek dil bile kullansalar bu birbirleriyle anlaşabilecekleri anlamına gelmiyor. Aksi takdirde, tek dil veya resmi dil kullanan ulus devletlerinde insanların birbiriyle pek anlaştığı söylenebilirdi.

Küreselleşme dönemiyle birlikte dünyanın yeniden küresel bir köy haline gelmesi umutları yeşermişti. Bununla birlikte araçlar ve imkanlar arttığı halde beklenen netice husule gelmemiştir. Demek ki araçlar ve imkanlar, insanın birbiriyle bütünleşmesi için yeterli olmuyor. Hayata ve amaçlarına dair farklı telakkiler ve kavramlar Babilleşmeye kapı aralıyor.

Küreselleşme asrında yaşamamıza rağmen asrımızın en önemli karakterlerinden birisi Babilleşmedir. Fiziki yakınlaşma insani, fikri ve duygusal yakınlaşmayı sağlayamamıştır. Aksine kitleler arasında duygusal kopuş yaşanmış ve zombileşme eğilimi artmıştır. Duygusal kopuş da sosyal fakirleşmeyi yani ilişkilerin daralmasını beraberinde getirmiştir. Bu açıdan küreselleşme çağında yeni bir Babilleşme serüveni ve süreci yaşıyoruz.

Babilleşme kavramına aşina idik.

Atinalılaşma kavramına da aşina hale geldik.

Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Yaşlılık Şurasında konuşması sayesinde bunun bir ikizinin olduğunu da fark etmiş, öğrenmiş olduk:" Antik Roma döneminin filozoflarından Çiçero şöyle bir hadise anlatır. Atina'da ihtiyar bir adam tiyatroya gider. Atinalıların yanına gider kendisine kimse yer vermez. Bunun üzerine ihtiyar Spartalıların olduğu bölüme geçmek zorunda kalır. Orada hemen ihtiyara yer açılır. Atinalılar ise bu davranışı alkışlarla karşılarlar. Çünkü Atinalılar iyilik nedir bilirler ama yapmak istemezler. Evet dünyamızın hızla Atinalılaştığı bir dönemde, yaşlılarımıza sahip çıkmayı, onlara hep el üstünde tutmayı boynumuzun borcu olarak görüyoruz…" Ben bu hikayenin başka bir tarafında ve boyutundayım. Bu da mülteciler meselesidir. Mülteciler meselesinde maalesef Avrupalılar Atinalılar gibi refleks göstermişlerdir. Avrupalılar Atinalılaşmayı temsil ederken Spartalılık da Türklere kalmıştır. Bugün Atina da tam Atinalılaşmanın merkezinde yer alıyor.

Dünyanın 'göç'ü konuştuğu 6. Bakanlar Konferansı'nda, mülteci haklarına ilişkin 'İstanbul Taahhütnamesi' kabul edildi. Macaristan "Göçmenlik bir insan hakkı değildir" diye tuttururken, Avrupa Birliği Komiseri Avramopoulos, mülteciler konusunda Türkiye'nin yaptıklarını örnek gösterdi. AB Komisyonu'nun Göç, İçişleri ve Vatandaşlıktan Sorumlu Komiseri Dimitris Avramopoulos'un bu yöndeki sözleri ezcümle şöyle:

"Göç meselesi küresel bir sorun haline geldi ve bu sorunla ancak işbirliği yaparak başa çıkabiliriz. Mülteci konusu, yabancı düşmanlığını körükleyen popülist politikacılar tarafından istismar edilen en tepe, üst maddelerden biri haline geldi. Mülteci kriziyle ilgili birlikte ulaşmış olduğumuz önemli sonuçların üzerine yenilerini inşa edebiliriz. Bunlardan birincisi, 2016'da imzalamış olduğumuz AB- Türkiye Deklerasyonu'dur. 2015'te günde 14 binden fazla kişinin Ege Denizi üzerinden AB'ye geçtiği günleri hatırlıyorum. İdare edilemez bir durumdu. Bu işbirliğinin esas niteliği, düzenli geçişlerin sayısının düşürülmesinde değil, yaklaşık 4 milyon mülteciye ev sahipliği yapan Türkiye'nin cömert ev sahipliğinde yatıyor. Bu konuda Türkiye'nin yaptıklarını anlatmaya kelimeler yetmez. Türkiye'yle birlikte, en önemli şeyleri yerine getirdik. Göçmenlerin hayatını kurtardık, mültecilerin hayatını koruduk, insan kaçakçılarıyla etkili bir şekilde mücadele ettik. Hiç bir ülke bu krizle tek başına mücadele edemez."

Atinalıların yaptığı gibi iyiliği takdir etmek iyi olsa da yeterli değildir. AB'nin mülteciler konusunda Türkiye'ye teşekkürü ve takdiri de böyledir. Cömertliği sadece dille değil elle de yapmak gerekir. Bu hususta Avrupalıların üzerlerine düşeni pek de yaptıkları söylenemez. Onların da karınca kararınca ellerini taşın altına koymaları gerekir.

Yine de yumuşak güç olarak AB, Çin, Rusya ve ABD ile mukayese edildiğinde fark görülecek ve mülteciler konusunda daha duyarlı ve daha yardımsever oldukları teslim edilecektir. Ama yine de yeterli değil. Kremlin Sözcüsü Dmitri Peskov da bu yönde Türkiye'yi övse de son tahlilde mülteciler konusunda Rusya, sorun çözen değil sorun çıkaran taraftadır.

Bir zamanlar Neocon teorisyen Robert Kagan "Amerikalılar Mars'tan, Avrupalılar Venüs'ten" demişti. Mülteciler meselesinde de çatallaşan hatlarda Türkiye Sparta'yı temsil ederken Avrupalılar doğrudan iyilikle arasına mesafe koyarak Atina tarafında kalmıştır.

Mustafa Özcan

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN