Dünya Kurucu Lider: Aliya İzzetbegoviç
20. yüzyıl soykırımlar yüzyılı… İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanların uyguladığı Yahudi soykırımı en bileneni olmakla birlikte ne yazık ki tek değil. Modern insan hakları söylemini üreten coğrafyada, Avrupa'nın göbeğinde 1990'larda benzer bir soykırıma şahit oldu dünya. Sırf dini mensubiyeti sebebiyle savunmasız ve silahsız sivil bir halk uluslararası kamuoyunun gözleri önünde katledildi.
Sömürgecilik tarihinin ortaya koyduğu gerçeklik dünyasına rağmen söylemsel düzlemde Batılılık ve modernlik ile şiddet ve şiddetin en uç hali soykırım kavramları yan yana getirilmemeye özen gösteriliyor. Ancak her ne kadar şiddet, Doğulu ve modern olmayan ile hususiyetle de İslam ve Müslüman toplumlar ile ilişkilendiriliyorsa da sosyolog Z. Bauman'ın belirttiği gibi soykırım aslında modernlikle uyumlu bir olgudur: "Modernlik sadece daha fazla üretme ve daha hızlı seyahat etmek, daha da zengin olma ve daha özgür hareket ile ilgili değildir. Aynı zamanda da hızlı ve etkin öldürme, bilimsel olarak tasarlanan ve yürütülen katliamla ilgilidir."(Parçalanmış Hayat, s. 253) Dahası Bauman'a göre modern rasyonelleşme ve bürokratikleşme Avrupa'da üretilen holokostu mümkün kılmış olduğu gibi eylemle ahlak arasındaki mesafenin açılmış olması sebebiyle de bundan sonra yaşanabilecek soykırımları önleyecek mekanizmalar mevcut değildir. Bosna'da yaşananların engellen(e)memesinde görüldüğü gibi...
Bosna: Avrupalı İslam Kimliğinin Acı Faturası
20.yy.'ın en vahşi soykırımlarından biri Bosna Müslümanlarına karşı uygulandı. Sırplar tarafından şehirleri kuşatılan, toplama kamplarında aç bırakılan, işkence edilen, neslin bozulması amacıyla erkekleri öldürülüp, kadınlarına sistematik tecavüzün uygulandığı bir toplum, kelimenin tam anlamıyla yok edilmek istendi. Tam da çok kültürlük üzerine tartışmalar sürerken Avrupa'nın İslam'la karşılaşma hattı olması bakımından hususi bir öneme sahip olan Bosna'da çok kültürlüğün sembolü, Mostar köprüsü Hırvatlarça bombalandı. Böylece Bosna'da yüzlerce yıldır süregelen ve bu anlamda Osmanlı idaresine çok şey borçlu olan birlikte yaşama ideali yok edilmiş oldu.
Boşnak halkının kurtuluş mücadelesinin lideri ve 20.yy.'ın en önemli düşünürlerinden biri olan Aliya İzzetbegoviç, dönüşüm sürecindeki Yugoslavya'da yeterince temsil edilemeyen Müslümanlar'ın önde gelen isimlerindendi. İslam'dan ilham alan düşüncelerinin bedelini biri gençlik diğeri olgunluk yaşlarında olmak üzere iki ayrı dönemde yaklaşık 9 yıl hapiste yatarak ödedi. Aliya, Bosna idealine sahip biriydi ve farklılıkların bir aradalığına gösterdiği saygıyı Avrupalılığından evvel Müslüman kimliğine bağlıyordu. 1994'te savaş devam ederken bir Alman dergisine şunları söylemişti: "Benim hoşgörüm Avrupa değil İslam kökenlidir. Eğer hoşgörülüysem öncelikle ve en çok Müslüman olduğum için, ancak ondan sonra Avrupalı olduğum içindir. Avrupa, parıldayan gerçeklere rağmen kendisini kurtarmaya kesinlikle muktedir olamadığı kuruntulara sahiptir. Örneğin, Bosna'daki bu savaş sırasında, yüzlerce kilise ve cami yıkıldı. Bunlardan bir teki bile Boşnaklar tarafından yıkılmadı, hepsi Avrupalılar tarafından yıkıldı. Türk idarecileri dünyanın en yumuşak yöneticileri değillerdi, ama tüm Hıristiyan halklar ve onların Ortaçağdan kalma en önemli anıtlarının hepsi 500 yıllık Türk idaresi boyunca ayakta kalabildi. Bu bir gerçek. Belgrad'dan fazla uzak olmayan Fruska, Gora Tepelerinin meşhur manastırları Türk yönetiminin 300 yılı boyunca ayakta kaldı, ama üç yıllık 'Avrupalı' yönetimine dayanamadı. II. Dünya savaşı sırasında yakılıp yıkıldılar. Faşizm ve komünizm Asya'nın değil Avrupa'nın ürünleridir. Ve şimdi bile Avrupa, Balkanlar'da faşizmin ortaya çıkışına karşı fazla bir hassasiyet göstermemiştir. Avrupa'ya değer veriyor ve takdir ediyorum ama kanımca kendisini olduğundan çok daha büyük görüyor." (Tarihe Tanıklığım, s. 196) Birçok hakikati barındıran şu kısa cevap yüzlerce yıla dayanan birlikte yaşama kültürünün bizzat Avrupalılarca nasıl heba edildiğine dikkat çekerken onları tevazuya ve hakikatlerle yüzleşmeye davet etmişti. Ancak Aliya bunu dışarıdan biri olarak değil bizzat Avrupalı kimliğiyle içeriden biri olarak ortaya koydu. Zira onun kişiliğinde Avrupalılık ve Müslümanlık birbirini nakzetmeyen kimliğinin önemli iki boyutuydu.
Aklen ve düşünce itibariyle Batıya, ruh ve duygu bakımından Doğuya ait olduğunu söyleyen düşünür, Doğu Batı Arasında İslam adlı kitabında savunduğu fikirlerle uyumlu şekilde Avrupalı-Müslüman kimliğini bir sentez olarak ortaya koydu. Buna göre alemde her şey çift yaratılmış; varlık, beden-ruh, madde-mana, kültür-medeniyet ikilemi içerisindeydi ve bu ikilem ancak İslam tarafından uzlaştırılmıştı. Aliya, sadece 3 tür dünya görüşünden söz edilebileceğini savundu: Birincisi sosyalizmin temsil ettiği ve sadece dış aleme odaklanan materyalizm, ikincisi Batı'da 'religion' olarak tanımlanan ve sadece iç aleme yönelen din yani Hıristiyanlık ve son olarak bunların olumlu yönlerini sentez eden ve aşan, ikilikler arasında dengeyi sağlayan, bu anlamda üçüncü yolu oluşturan İslam. Soğuk savaş yıllarında kaleme alınmış bu eser ile çift kutuplu dünyada İslam'ın yeri ve imkanlarını ortaya koymak açısından oldukça cesur bir yaklaşım ortaya koyabilmiş olan Aliya, İslam'ın çatışmaları aşan doğasına uygun olarak kendi kimliğinde de Avrupalılığa ve aynı anda İslamlığa yer bulabilmişti. Ancak onun ve onun temsil ettiği Boşnak toplumunun bu tutumu Avrupalılar tarafından kabul bulmadı. Etnik köken itibariyle farkın olmadığı pek çok durumda bile Boşnakların dini aidiyetleri, Sırplar, Hırvatlar ve katliamlara ses çıkarmayan Avrupalılar tarafından hep öteki olarak ve hatta Avrupa'nın kalbindeki Osmanlı hançeri olarak görüldü. Zaten Sırp komutan Mladiç, Srebrenitsa'da soykırıma hazırlanırken "Nihayet Türklerden intikam almanın vaktinin geldiğini" bizzat belirtmemiş miydi?
Ahlak-Siyaset
Bilge kral sıfatının kendine çok yakıştığı Aliya'nın bir düşünür olarak katkısı pek çoktur ve bunlar mutlaka başka çalışmalara konu olmalıdır. Bu yazının konusu olması bakımından bir devlet adamı ve lider olarak katkısı ise siyasi ve askeri mücadeleyi evvela ve mutlaka ahlaki ve yasal zeminde sürdürmeyi zaruri görüyor oluşunda aranmalıdır. Ahlakın kaynağı ve insanın ahlakiliği onun felsefesinde başlı başına önemli bir konudur. Doğu Batı Arasında İslam, Esaretten Kaçış, Tarihe Tanıklığım adlı eserlerinde ve yaptığı bir çok konuşmada bu konuya derinlemesine eğildiği görülmektedir.
Devlet adamı kimliğinden evvel onun bir düşünür olarak tüm fikriyatını, dini ve siyasi yaklaşımını ve dünya görüşünü belirleyen temel kavramdır ahlak. Bir düşünür olarak hayatı anlamlı kılan şeyin ahlak olduğunu ve ahlaktan kaçışın mümkün olmadığını gerçek hayata dair gözlemleriyle desteklemiş; bu ahlakiliğin zorunlu olarak Allah'a ulaştırdığını savunmuştur. Aliya'nın ahlak ve ahlakilik üzerine bu denli önemle duruşu, onun ve ardından gelen binlerce Boşnak'ın ortaya koyduğu mücadelenin karakterini ve kaderini belirlemiştir desek yanılmış olmayız. Zira savaş esnasında Sırpların ve Hırvatların tüm saldırganlıklarına, işledikleri savaş suçlarına, yaptıkları katliamlara rağmen Aliya askerlerini ve halkını ahlakî zeminde tutmak için üstün gayret göstermiş; hemen her konuşmasında bu ilkenin haklılığına ve gereğine işaret eden ifadeler seçmiştir. "Kazanacağız, çünkü ahlaklı olan biziz" duruşuna sahip olan Aliya, savaşın en şiddetli zamanlarındaki bir kış gününde askerlerini ziyareti sırasında onlara şu şekilde hitap etmişti: "Görüyorsunuz, Allah karşımıza acı verici bir imtihan çıkarmıştır. Boğazlandık, kadın ve çocuklarımız öldürüldü, camilerimiz yakıldı, ama biz kadın ve çocukları öldürmeyeceğiz, kiliseleri yıkmayacağız. Bunu yapmayacağız çünkü bazı tekil vakalarda bunlar olmuş olsa da bu bizim yolumuz değil.... Biz muzaffer olacağız çünkü biz başkalarının dinine, milliyetine ve farklı siyasi kanaatlere saygı gösteriyoruz ve çünkü bu zor durumumuzda bile temiz insanlar olmaya çabalıyoruz. Ve başkalarının ibadethanelerini yıkmak bize her halükarda yasaklanmıştır." (Tarihe tanıklığım, s. 194)
Şer Karşısında Ahlaklı Duruş
Aliya'nın ahlak üzerine uzun fikir mesaileri savaş sırasında meyvesini verdi ve hem halkının hem de askerlerinin moral gücüne katkı sunmaya ve ahlaki üstünlüğü devam ettirmeye yardımcı oldu. Ancak bu yerken boğaza takılan ağızda acı tat bırakan bir meyveydi; çünkü intikamı değil, affı önceledi. Aliya lider olarak halkına kendilerine yaşatılan acıları unutmamayı ancak onlara mukabele etmemeyi öğütledi; tüm saldırı ve yok etmelere karşı sabrı ve Bosna idealine sahip çıkmayı tavsiye etti. Daha savaş devam ederken bile şehirleri terk eden Hırvatları, Yahudileri ve diğer etnik ve inanç gruplarını çok kültürlü Bosna'ya sahip çıkmaya ve saldırganların nüfusu kesin hatlarıyla ayırma isteklerine boyun eğmemeye davet etti.
Aliya, en temel teolojik ve felsefi tartışmalara yol açan dünyada kötülüğün varlığı meselesini hayata anlam katmakla ilişkili olarak değerlendirdi. Ona göre şer olmasa hayr da olmaz ve iyi ile kötü olmasa her şey mekaniğe ve anlamsızlığa indirgenirdi. (Esaretten Kaçış, s.14) Bu ufki bakış, alemde şerrin varlığına bile saygı duymaya davet ediyordu. Ne de olsa hayır ve şerrin Allah'tan geldiğine iman etmişti. Bu yüzden şerle mücadelede de ahlakiliği gerekli gördü. Yıkıcı ideolojilere ve hareketlere asla hoş bakmadı ve savaş esnasında bile aşırıya giden ve intikam hislerine yenik düşen askerilerin yargılanmasını sağladı.
Aliya Tarzı Cihat
Günümüzde cihat terimi önemli anlam daralmalarına uğratılmış durumda. Neredeyse sadece savaşı çağrıştıracak şekilde kullanılan kavram, cihat ettiğini iddia eden terör örgütleri ve onları islamofobiyi güçlendirmek için kullanan grup ve kurumlar marifetiyle en vahşi yöntemlerin savunusuna dönüştürüldü. Oysa cihat olarak tanımlanmayı en fazla hak eden hareketlerden biri Aliya'nın halkıyla birlikte ortaya koyduğu mücadeleydi ve O, Hz. Peygamber'in "küçük cihattan büyük cihada" ifadesinden yola çıkarak savaş esnasındaki mücadeleyi küçük cihat olarak değerlendirdi. Büyük cihat ise, ona göre barış yapma sürecine işaret ediyordu. Çünkü büyük yıkımların olduğu bir ortamda savaşmak barış yapmaktan daha kolaydır ve asıl marifet ve zor olan barışı gerçekleştirebilmektir.
Aliya, "Dünya red yoluyla kazanılmaz, bu ancak kabul yoluyla yapılabilir. Gerçekte dünyanın kabulü, onu değiştirmenin ve kazanmanın ön şartıdır" (Esaretten Kaçış, 39) diye düşünen dünya kurucu bir liderdi. Hayatın getirdiklerini bir olgu olarak kabul etti, değerlendirdi ve değiştirmek için meşru zeminde mücadele etti. Ve o bu tavrıyla ardında çağlar üstü bir mücadele ahlakını miras bıraktı.
H. Şule Albayrak
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.