Arama

Osmanlı döneminde hayvanlar, "dilsüz canavar" olarak kabul edilip, hakları devlet eliyle korunur, eziyet edenlere falaka cezası bile verilirdi. Avrupalı seyyahlar ise atalarımızın bu sevgisini bir türlü anlayamamışlardı.

Hayvanlara yapılan eziyet haberleri yüreğimizi karartıp, moralimizi bozuyor. Hâlbuki biz kuş evleri yapan, aç hayvanların beslenmesi için vakıflar kuran, yaralı hayvanlar için hastaneler yaptıran bir millettik.
Osmanlı döneminde hem devletimiz, hem de milletimiz hayvanlara iyi davranılması konusunda hassasiyet gösterirdi. Bu konuda seyyahların eserlerinde ve Osmanlı belgelerinde birçok bilgi mevcuttur. Priscilla Mary Işın'ın da "Yabancı Seyahatnamelere Göre Osmanlı Kültüründe Hayvan Hakları ve Hayvan Sevgisi" isimli bir tebliği vardır.

DİLSÜZ CANAVAR
II. Bâyezid dönemine ait kanunnamede hayvanların hakları şöyle tespit edilmiştir:
"Ayağı yaramaz beygiri işletmeyeler. Ve at ve katır ve eşek ayağını gözeteler ve semerini göreler. Ve ağır yük vurmayalar. Zira dilsüz canavardır. Her hangisinde eksük bulunursa, sahibine tamam etdüre. Etmeyeni ve eslemeyeni gereği gibi hakkından gele." Yük hayvanlarına ağır yükler taşıtılmaması ve hayvanın üzerinde yük varken hareketsiz tutulmaması konusunda emirler vardır.
Kanunî döneminde Türkiye'ye gelen Hans Dernschwam, seyahatnamesinde bu konuda ilginç bir hikâye anlatır: "Kaymakam Koca Mehmed Paşa halka karşı tuhaf davranışlarda bulunurmuş ve onları sık sık işledikleri suçlar için cezalandırırmış. Günün birinde paşa bir aşçı dükkânının önünde odun yüklü güzel bir at görür. Atın sahibi ortalarda yok; içerde dükkânda karnını doyurmakta. Paşa köylüyü buldurup odunları atın sırtından indirtir ve adamın sırtına yükletir. Ata bir akçelik kuru ot aldırtır. At bu otu yiyinceye kadar adam sırtında ağır odun yükü ile ayakta bekler. Paşa adama, önce odununu sat, karnını ondan sonra doyur anladın mı der." 16. yüzyılın sonlarında İstanbul'da bulunan Domenico Hierosolimitano ise Türkler'in hayvan sevgisini şöyle anlatır: "Şehirde birçok yerde büyük meydanlarda ve özellikle Sultan Bayezid Camii yanındaki meydanda, tek işi ahşap şişte hayvan ciğeri kavurmak olan birçok insan vardır. Çok sayıda ve itibarlı insanlar bu yarı pişmiş ciğer şişlerinden almak için toplanırlar ve doğal içgüdüleriyle orada toplanan kediler yesin diye onlara verirler. Çok büyük bir hayır işi yaptıklarını düşündükleri için, Müslümanlar kafesteki kuşları ve diğer hayvanları azat etmek geleneğine de sahiptir; yani şehirdeki kafeste kuşların satıldığı yerlere giderler. Onları satın alırlar ve hemen onlara özgürlüklerini verirler, böylece Hz. Muhammed'i sevindiren hayırlı bir amel sergilediklerini düşünürler. Atlar için de böyle bir geleneğe sahiptirler, eğer bir kişi atına aşırı yük yüklerse ve polis tarafından görülürse, hemen tutuklanır. Burun delikleri delinir, atın kuyruğuna bağlanır ve ihtisab ağası onu bu şekilde şehir boyunca dolaştırır.
Genelde atın taşıdığı yükü adama taşıttırırlar".

KUŞLAR İNSANLARDAN KAÇMAZDI
17. yüzyıl ortalarında İstanbul'da bulunan Antoine Galland, hayvanlarla iç içe yaşandığı ve iyi davranıldığı için kuşların insanlardan kaçmadığını anlatır: "Burada karabatak, saksağan kuşu, kuzgun ve kumrular ve bilhassa leylekler görülür. Bu kuşlar o derecede rahatlardır ki, yuvalarını köyün yolları üzerindeki ağaçlara yaparlar. O kadar ki, üzerlerinde iki yahut üç yuva bile bulunan ağaçlar vardır.
Padişahın bir bahçesinde tamamıyla karabatak yuvalarıyla dolu bir ağaç vardır. Bu kuşların bu derecede rahat olmaları, kendilerine karşı gayet gaddar olan çocuklar da dahil olarak hiç kimse tarafından bir fenalık edilmemesinden ileri gelmektedir".

Erhan Afyoncu-Sabah

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN