Arama

Ekrem Demirli
Nisan 14, 2018
Meseleleri ele alırken üslup sorunu: Bilimsel yaklaşıma duyulan ihtiyaç

Vaizlerin ve 'kıssa' anlatıcılarının bariz vasfıdır: günlük hayatın üslubuyla 'duygu' merkezli konuşmalar yaparak dinin mesajını geniş kesimlere ulaştırırlar. Mesajı ne kadar ulaştırdıklarına 'ulema' her zaman kuşkuyla bakmış olsa bile, coşkulu konuşmalarının geniş bir nüfuz alanı inşa edebildiği kesindir. Açık ve somut konuşmalarında abartılı tavsifler ile korkutur, heyecanlandırır, ağlatır, dinleyicinin konuya bir şekilde girmesini sağlarlar. Dinleyicileri ile aralarında tesis ettikleri 'duygudaşlık' dışında gerçekte bir dayanağı olmayan nüfuzlarına fakihler ancak siyasî otoritenin desteğiyle, sufiler ise tarikatlar aracılığıyla -ki şeyhlerin önemli bir kısmını vaizler arasında değerlendirebiliriz- mukabele edebilirlerdi. Ne kadar eleştirilere maruz kalsalar da halkın din ile ilişkisi vaizler ve kıssa anlatıcıları maharetiyle şekillene gelmiştir. Bu bahiste şöyle bir kısır döngü ortaya çıkar: Vaizler halkın dini hayatını şekillendirmek isterken dinleyicilerle aralarındaki etkileşim de onların konuşmalarının yönünü belirliyordu. Bu nedenle konuşmaları dinleyicilerde duygu ve hissiyat oluştururken öğrenme-bilgilenmeye daha az imkân kalıyordu.

Akademik hayatta üzerinde çok az bilimsel araştırma yapılmış alanlardan birisi vaizlik-kıssa anlatıcılığının asr-ı saadetten beri süre gelen tarihidir. Bu ihmal öyle ciddi sonuçlar doğurmuştur ki din-siyaset, din-toplum eğitimi, din ve metafizik gibi alanlar başta olmak üzere pek çok alanı doğru tanımamız mümkün olamadı. Bir din anlatımı-tebliği sorunu olarak vaizlik-kıssacılık ile bunun ortaya çıkardığı literatür gereği gibi anlaşılmadığı sürece din-cemiyet ilişkileri hakkında doğru yorumlara varamayacağız.

Vaiz-kıssa anlatıcılarının mükerrer örneklerle ve hikâyelerle yoğrulan konuşmaları sıradan insan tecrübesine hitap eder; işin cazibesi de tam burasıdır galiba! İnsan ve onun sübjektif 'küçük' dünyasıyla kurulan sıcak temas, 'ulema' sınıfının günlük hayatın diline ve insan tecrübesine yabancılaşmış zihni karşısında onları başarılı kılmıştı. Bununla birlikte sorun da buradan kaynaklanıyordu: Onların konuşmalarında doğruluk veya yanlışlık duyarlılığı yerini ulaşılabilirliğe bıraktığı ölçüde bilim alanından uzaklaşıyorlardı. Vaizler hakikati anlatmak yerine duygunun aktarımına dikkati vermişti. Biz Müslümanlar şu konuda açık bir fikre sahip değiliz: Din bir duygu mudur, yoksa zihnin kalıplarını zorlayarak insanı daha zora, alışkanlıklarıyla mücadeleye sevk eden bir hakikat arayışı mıdır? Soruya 'her ikisi birden' demek mümkün olabilir; fakat bu bizi başka sorunlara düşürür. Duygu ile zihinsel olan birbirinden farklı süreçlerde keşfedilir, farklı şekillerde tabir edilir. En azından Müslüman düşünürlerin ciddi bir kısmı duygu ile aklın-düşünmenin farklı şeyler olduğunu bilerek dini bir 'taakkul' ve 'idrak' meselesi saymışlardı. İnancın mahalli sayılan kalbi, söz gelişi, duygu mahalli değil, derin düşünmenin idrak aracı sayıyorlardı. Bununla birlikte dini düşüncenin duyguyla ilişkisi sorunu üzerinde yeni bakış açılarına ihtiyaç vardır.

Geçmişten günümüze dini hayatın hemen her alanında ciddi kopmalar ve kesintiler yaşansa bile vaaz-kıssa anlatıcılığında bir kesinti yaşanmadı. Dini alanda hala en başarılı örnekler bu alandan çıkmaktadır. Üstelik bu alan kendince bir literatür de inşa ederek duygu merkezli edebiyatı yaygınlaştırdı. Bu gayeyle yazılan hikâyeler, romanlar vs.–İslami roman diye bir tabiri hatırlamak gerekir- sanatı önemsemeyen duygu yoğunluklu üsluplarıyla vaizlerin işinin yazılı örnekleridir.

Son yıllarda akademik hayat bu üslubun ciddi ölçüde etkisi altına girmiş görünmektedir. Kabul etmek gerekir ki ilahiyat alanı hiçbir zaman böyle bir dilden yoksun kalmamıştı. Filozofların din eleştirisini hatırlarsak, onlar dine 'halk vaizliği' olarak bakıyordu. Ancak çağımızda iş daha ileriye giderek akademik üslubu ikincilleştirdi. Pek çok insan kendince karmaşık konuları 'anlaşılır' kılmak için 'vaaz' dilini kullanmayı yeğliyor. Bu konuda öncülerden birisi şimdi rahmetli olmuş bir hoca idi: Hemen her meseleyi konuya aşina olmayanların bile rahatlıkla anlayabileceği örneklerle izah eder, günlük hayatın basit örnekleriyle süslediği konuşması dinleyicilerinde makes bulabilirdi. Söz gelişi tevhit ve şirk bahsini anlatırken 'şirk' yerine şirket, ortaklık, hisse senedi gibi tabirleri kullanırdı. Daha sonra kendisinden etkilenen pek çok insan bu dili yaygınlaştırdı. Şirket ile şirk arasında kelime benzerliği vardır: fakat şirk meselesini böyle anlatmaya başladığınızda artık yorumu dinleyicinin insafına bıraktınız demektir. Dinleyici konuyu dilediği şekilde yorumlar, istediği yere çekebilir. Hoca konuşmanın cazibesiyle hızını alamaz emlakçılık, alım satım, komisyon, yüzde payı gibi ticari tabirleri kullanarak dinleyicileri etkilerdi. Şefaatten söz etmek gerekince torpil, araya adam sokmak gibi Türkiye'nin zaten malul olduğu gündelik sorunları 'kaşıyarak' insanların konudan tiksinmesini sağlamak isterdi.

Türkiye'de dini hayat üzerinde ciddi bilgi sorunları var, bunu kabul etmek gerekir. Fakat bu sorunları aşmaya çalışırken böyle bir dil kullanarak sorunları daha çıkmaza sürüklemek doğru değildir. İmam Gazali kelam ilminin gerekliliğinden söz ederken biraz Şafii bakış açısının etkisi altında 'şehre bir kelamcı yeter' demişti. Mevcut duruma bu bakış açısını uyarlarsak şöyle diyebiliriz: Bir ülkeye bu kadar vaiz kâfi. Akademik hayat kendi dilini ve üslubunu koruyarak meseleleri soğukkanlı ve bilimsel bir şekilde ele almaya çalışmalıdır.

Bir sonraki yazıda bu üslubun yaygın bir örneğine dikkat çekeceğiz: Merdiven altı din eğitimi!

Ekrem Demirli

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN