Arama

Ekrem Demirli
Mart 31, 2018
Hakikati ararken sahicilik sorunu: Din kitlelerin afyonu mudur?

Vahiy eksenli düşünce ve felsefî ekollerin en ciddi sorunu müntesiplerine hakikati arama hususunda sahici bir motivasyon kazandırmada kendini gösterir: İnsan hakikatten bütünüyle habersiz olsa onu aramaz; ne aradığımızı bilmesek nasıl arayalım ki? Bütünüyle bildiğimiz bir şeyi ise niçin arayalım? Bildiğimizi arayabileceğimizden söz etmek bizi totolojiye götürür. İslam literatüründe buna tahsilü'l-hasıl, var olanı tekrar var etmek denilerek anlamsız sayılır. Acaba din insana hakikatin tümünü vermiş midir? Böyle ise hakikat aramak beyhude bir iş olur; yapılması gereken şey, 'huzur içinde' yaşamak olabilir. Dini düşünce çağımızda ne kadar zayıflarsa zayıflasın, bu sorun değerinden bir şey yitirmeden güncelliğini korumaktadır. Dinin hakikat talebi karşısındaki tavrı vahiy ile hayat arasındaki irtibat arayan düşünce ve sanatın gidişatını belirleyecek ana konudur.

DİN VE FELSEFE: HAKİKAT SEÇKİNLERE MAHSUS BİR İMTİYAZ MIDIR?

Din ile felsefe (modern öncesi, Grek'e kadar) çok yönlü ilişkiler kurmuştur: Din felsefeye ne vermiştir, bu sorunun cevabını tam olarak bilmiyoruz; en azından bu hususta ciddi görüş ayrılıkları olduğunu hatırlamak gerekir. Bazı düşünürler felsefenin başta ahlak bahisleri olmak üzere kurucu tüm konularının din kaynaklı olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu konuda daha iddialı olanlar ise insanlığın entelektüel mirasının peygamberlerden tevarüs edildiğini söylemişlerdir (Hermes veya İdris Peygamber bahsi). Fakat böyle iddiaları bilimsel açıdan temellendirmek güç, güç olduğu kadar da lüzumsuzdur. Çünkü bir 'kaynak' herhangi bir zihni ürünü ne ölçüde etkilerse etkilesin, ortaya çıkan ürünün ilk işi kaynağına karşı bağımsızlaşmak oluyor; artık 'kaynak' iddiasında ısrar 'züğürt' tesellisinin ötesine geçmiyor. Lakin bu 'unutulmuş' veya 'ihmal edilmiş kaynak' daha sonra felsefenin dince 'kullanılabilir' olmasının zeminini temin etmiştir. Felsefe 'inanç' ve duygu eksenli dini hayatın soğukkanlı bir akılcılığa dönüşmesine katkı sağladı. Bu sayede din tabiat ve hayatla daha güçlü irtibat kurarak bir medeniyet inşa edebildi. Din ise felsefeye bir istikamet vererek geniş kesimlere ulaşmasını sağlamakla yaşamasını temin etti. Her ikisinin hareket noktası da 'hakikat' arayışıdır. Ancak başından beri filozoflar ile dini düşüncenin önderleri arasında bu konuda ciddi tartışmalar yaşanmıştır: Bilhassa dinin hakikati 'verili' bulduğu şeklindeki ithamlar, felsefenin dine bir hakikat yöntemi olarak değil, kitleleri yöneten bir siyaset aracı olarak bakmasına yol açtı. Felsefeye göre din, hakikati arama yeteneğinden yoksun olanların 'şehir' içinde tutunmasını sağlayan bir halk ideolojisinden ibarettir. Bu sayada onlar, hakikatini idrak edemedikleri ahlaki ilkeleri 'anlamadan yaşarlar.' Bu meyanda Marksistlerin meşhur 'Din kitlelerin afyonudur' iddiasının hiç de yeni bir iddia olmadığını hatırlamak gerekir. Bu iddia Greklerden Helenistik döneme, oradan İslam filozoflarını içerecek şekilde (özellikle Farabi), hakikat arayışını seçkinci bir imtiyaz ve liyakat sayanların müşterek tasavvurudur: din kitlelerin umududur. Onların payına düşen şey, hakikatin kendisi değil, sadece tahayyülüdür. Din kitlelere hakikati değil hayalini sunarak onları 'avutur.' Bunu ise hayal gücü maharetiyle korkutarak veya umutlandırarak yapar.

Modern dünyada dini 'mitolojiler' ile aynı zeminde addeden ideolojilere varana kadar felsefenin din telakkisi kabaca budur: Bu iddianın doğru tarafları olabilir, kuşkusuz! Din hakikat karşısında seçkinciliği reddederek sıradan insanı muhatap alır. Bu sayede de 'hakikat' arayışını azınlığa mahsus bir imtiyaz saymak yerine herkesi özne kılmak ister. Bunun iki temel sebebi vardır: Birincisi dinin insana yüklediği kıymettir. Hümanist hareketler de dahil olmak üzere, hiçbir felsefe veya ideoloji din gibi insan sorununa eğilmemiş, din kadar insana değer yüklememiştir. 'Eşref-i mahlûkat' tabiri veya 'insan merkezli evren' telakkisi bu nedenle hümanist düşünürler tarafından abartılı bulunmuştur. Din için herhangi bir insan bütün insanlar demektir: dinin ihmal edebileceği veya ehliyetsiz sayabileceği insan yoktur. Bu insancılık dinin hakikat karşısındaki tavrını ve üslubunu bir ölçüde değiştirmiştir. İkinci mesele ise hakikat tasavvurundan kaynaklanan farklardır. Felsefede 'hakikat' kendisine gitmemizi bekleyen perdeli bir şey olarak durur: ona gidebilmek mutlaka çabayı, çaba öncesinde ise yeteneği iktiza eder. Dinde nihai hakikat Allah'tır. Allah ise felsefedeki hakikat gibi 'pasif' bir bekleyen değildir. O bize kendini göstermek ve tanıtmak iradesine sahip, bizim aradığımız değil bize bizi ve kendisini buldurmak isteyen hakiki öznedir. Hakikate yolculuğun öznesi insan değil, ilk başta pasif hakikat sandığımız Allah'tır. Bu nedenle insanın çabası gerekse bile, 'ehliyet' veya yetenek fıtratta mündemiçtir. Her insan O'nu tanımak ve bulmak için gerekli yetenekle yaratılmıştır: 'Allah Âdem'i kendi suretinde yarattı' bu imkânı verir. Aradaki bu fark felsefe için dini çabasız ve ehliyetsiz görmeye yol açsa bile, dinde burada bir çelişki yoktur.

Meselenin ehliyet kısmını bir yana bırakırsak, şu soruyu yeniden sormak gerekir: Acaba dini düşünce hakikat için gerekli 'çaba'yı atıl hale getirerek zihnimizi dinlendiriyor mu? Kanaatimce sorunun cevabına iki şekilde bakmak gerekir: Dindarların genelini dikkate alırsak ortada bir sorun olduğu aşikârdır; bundan dindarların bir kısmı da rahatsızdır zaten. İnsanlar dine yönelince bulmuş olmanın rahatlığı yüzlerinden okunur: 'Huzur İslam'dadır' bazen hakikat karşısında böyle bir tembelliğin mazereti haline gelebilir. Dini cemaatlere ve özellikle tarikatlara intisap edenler erken 'bulmuşluk' rahatlığıyla istirahate çekilirler. Ancak bunun dinden kaynaklandığını söylemek, dinin böyle bir tembelliği ve atıllığı iktiza ettiğini iddia etmek, başta Hz. Peygamber olmak üzere, dini hayatın kurucu önderlerine haksızlıktır. Onlar bize gerçek aramanın 'bulduktan' sonra başladığını anlattı: Bunu tasavvufun bir tabiriyle anlatırsak 'seyr ilellah', yani Allah'a doğru olan yolculuk esas ürünlerini ve hakiki bilgiyi seyr fillah, yani Allah'ı tanımadaki yolculuğa dönüşünce verir. İslam düşüncesine şekil veren büyük eserler bu ikinci süreçteki aramanın şahitleri olarak ortaya çıktı.

Ekrem Demirli

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN