Arama

İçinden İstanbul geçen filmler

Galata Köprüsü'nden Boğaz'a, Adalar'dan Rumeli Hisarı'na, Kapalı Çarşı'dan Haydar Paşa Garı'na, Adalar'dan Eminönü'ne, Balat'tan Beyoğlu'na uzanan ve eşsiz güzelliğiyle birçok filmin doğal dekoru olan İstanbul'un sinema sanatı içerisindeki serüveni.

İçinden İstanbul geçen filmler
Yayınlanma Tarihi: 24.4.2018 00:00:00 Güncelleme Tarihi: 24.04.2018 21:09

İstanbul, tarih boyunca ressamların, edebiyatçıların, sanatçıların ilgisini çeken bir kent oldu. Ayrıca her sanatçının farklı bir İstanbul'u vardı. Pierre Loti, Claude Farrere ve Ernest Hemingway'in İstanbul tasavvurlarında büyük farklar vardı.

Kozmopolit ve gizemli kimliğiyle dikkat çeken bu kentin sinemacıların ilgisinden münezzeh kalması elbette düşünülemezdi. İstanbul,1900'lü yılların başından itibaren birçok yerli ve yabancı filme ev sahipliği yaptı.

İçinde İstanbul geçen filmlerden bahsetmeden önce, sinemanın kentteki serüvenine göz atmakta fayda var:

İstanbul, sinemayla ilk kez 1897 yılında Polonyalı Sigmund Weinberg sayesinde tanıştı. Lumiere Kardeşler tarafından çekilen filmler ilk defa bu yıllarda Beyoğlu'ndaki sinemalarda gösterilirken ilk Türk filmi ise Fuat Uzkınay tarafından 1914 yılında çekildi.1922 yılında ise ilk yerli yapım firması olan Kemal Film kuruldu ve yapılan ortaklıklar sayesinde sinemacıların İstanbul'a olan ilgisi arttı.

TABUTTA RÖVAŞATA – DERVİŞ ZAİM (1996)

Anlattığı hikâye, temsil ettiği mekân ve ele aldığı karakterlerle sıra dışı bir filmdir Tabutta Rövaşata. Türkiye sinemasında o güne değin pek alışılmadık bir anlatı sunar. Yeşilçam'da belirli kalıplar içinde tekdüze filmler üreten yerli sinema, seksen sonrası gelen ekonomik, politik ve kültürel değişimlerle birlikte varoluş krizine girmiş ve kabuk değiştirmeye başlamıştır.

Bu değişim, dönüşmekte olan Türkiye ekseninde gerçekleşir. Doksanlı yıllarla birlikte yeni temalar, yeni anlatım dilleri ve farklı temsil biçimleri kendini göstermeye başlamıştır. Kıbrıslı yönetmem Derviş Zaim'in auter bakışın ürünü olan ilk filmi Tabutta Rövaşata, bahsettiğimiz bu bağlamda her yönüyle yenilikçi bir filmdir. Anlattığı hikâye ve kullandığı biçim aşina olunanın, yaygın imgelemin dışındadır. Yeşilçam dışı koşullarda az sayıda üretilmiş, daha bireysele odaklı bir sinemayla akrabalığı vardır.

Kent temasının belirgin olduğu filmde, Rumelihisarı'nda yaşayan evsiz Mahsun'un hayatından bir kesit sunulur. Hikâye, gerçek hayattan esinlenilerek yazılmıştır. Aynı semtte 28 yıl sokaklarda yaşayan Dursun Tokta'nın yaşamından esinlenilmiştir. Yönetmen Zaim, ilk filminin yapımcılığını ve senaristliğini de üstlenerek öznel bir bakış açısı ortaya koyar. Film, İstanbul'u temsili açısından ayrı bir yerde durur. Tamamına yakın kısmı boğaz kısmında geçer, yaygın İstanbul imgesine yeni bir tanım getirir. Özellikle Yeşilçam sinemasında gördüğümüz simgesel mekânlar üzerinden romantize edilen kent imgesi burada ters yüz edilir. Mahsun'un yaşamaya çalıştığı Boğaziçi ve çevresi soğuktur, rüzgârlıdır, yağışlıdır; yaşaması oldukça zor bir mekân olarak karşımıza çıkar. Öyle ki Mahsun'un tıpkı kendisi gibi evsiz olan arkadaşı Sarı, havanın oldukça soğuk olduğu bir gecede, sızdığı kayıkhanede donarak ölür. Bu, özellikle Yeşilçam filmlerinde görülen Boğaziçi imgesiyle oldukça tezat bir görüntüdür; ölümle özdeş bir mekân tasviri vardır. Bunun yanı sıra anlatının geneline yayılan klostrofobik atmosfer bu imgeyi besler.

AH GÜZEL İSTANBUL – ATIF YILMAZ (1966)

Atıf Yılmaz'ın yönetmenliğini yaptığı Ah, Güzel İstanbul (1966), popüler Türk sinemasının temel trüklerinin açık bir şekilde tespit edilebildiği bir filmdir. Bunda, içinde bulunduğu toplumsal grubun hâkim düşünüş biçimindense, Türk sinemasının düşünüş biçimine daha yakın duran Atıf Yılmaz'ın etkisi barizdir. Üniversite okumuş, resim sanatıyla ciddi bir şekilde ilgilenen, entelektüel bir gündeme sahip Atıf Yılmaz, filmlerinde Türk entelektüellerinin özellikle 1960 sonrasında hızlı bir şekilde benimsedikleri modernist ideolojik formlardan farklı olarak -biraz da içgüdüsel bir şekilde- popüler Türk sinemasının genel siyasi eğilimini benimsemiştir. Ancak Ah, Güzel İstanbul alelade popüler bir film olmanın ötesinde Türk sinemasının siyasi eğilimini açık bir şekilde ortaya koyan ve vurgulayan bir filmdir.

Bir yerde bu film entelektüel ortama hâkim siyasi düşünce ile kültürel hayata içkin olan siyasi duyarlılığın tartışmasına sahne olmaktadır. Bu tartışma popüler film anlatısının imkânları ve kısıtlılıklarına tabidir. Ama yine de bu film 1960'larda Türkiye'de toplumsal taleplerin hangi karşıtlıklar etrafında sıralandığını görmek açısından zengin bir metindir. Bu zenginlikte filmin senaryosunda imzaları bulunan Ayşe Şasa'nın entelektüel birikimi ve muhayyilesinin ve Safa Önal'ın gündelik hayata ve dile dair bilgisinin de katkısı yadsınamaz. Ah, Güzel İstanbul, Türk sinemasında müstesna bir yere sahiptir ve bu sadece Türk sinemasının meselelerini ortaya koymasından değil, bunlar hakkında bir tefekkür geliştirmesi sebebiyledir. Atıf Yılmaz'ın bu filmi, belki biraz da yönetmenin önüne geçerek kendi üzerine düşünen bir filmdir. Bu da Ah, Güzel İstanbul'u farklı söylemlerin karşılaşmasına izin veren ve bu şekilde onları açık eden bir metin kılmaktadır.

GURBET KUŞLARI - HALİT REFİĞ (1964)

"Gurbet Kuşları" filminin senaryosu, Orhan Kemal'in 1962'de yazdığı, aynı isimli romanından uyarlanmıştır. Halit Refiğ'in yönetmenliğini yaptığı bu film, göç üzerine yapılmış ilk Türk filmi olması ve Cüneyt Arkın'ın oynadığı, yıldızının parladığı ilk filmi olması gibi birçok ilkleri içerisinde barındırır.

Filmin ana konusu göç üzerine kurulmuştur; Bakırcıoğlu ailesinin daha iyi yaşam standartlarını elde etme maksadıyla memleketleri Kahramanmaraş'tan İstanbul'a taşınarak uğradıkları hüsranı, hayal kırıklıklarını ve yaşadıkları dramı anlatmaktadır. Üçü erkek (Selim, Murat, Kenan) ve biri kız (Fatma) olmak üzere dört çocuklu aile, Fatih'te bir ev kiralamışlar ve orada tutunmaya çalışmışlardır.

Film, Haydarpaşa Garı'na ulaşan Tahir Efendi ve ailesinin görüntüleriyle başlar. Haydarpaşa, hem yeni gelen insanları karşılayıp onların umutlarına, hayallerine ve sevinçlerine şahitlik ederken hem de acı ve tükenmişlikle biten İstanbul maceralarının ardından insanları yerine-yurduna uğurlayan; İstanbul'un ilk ve son durağı olan sembolik bir mekân, önemli bir figürdür.

EŞKİYA – YAVUZ TURGUL (1996)

Yavuz Turgulun senaryosunu yazıp yönettiği ve başrollerini Şener Şen ve Uğur Yücel'in paylaştığı 1996 yapımı ve izleyici bakımından rekor kırmış ve tarihe geçmiş bir yapımdır. Ayrıca kırdığı rekoru 2001 yılına kadar elinde bulundurmuştur. Yavuz Turgul'un aşk ve dram konulu en başarılı filmlerinden biridir.

Eşkıya, hem bu düzenin politikalarının bir uzantısı olması hem de rotasını kaybetmiş Türk Sinemasının uzun zamandır arzuladığı bir yönelimin pratik göstergesi olması açısından çok başarılı bir film oldu.

Film, bir eşkıyanın aşk hikâyesini anlatır. Baran, otuz beş yıl önce Cudi Dağı'nda yakalanan eşkıyalardan biridir. Hapisten çıktığında onu asıl ihbar edenin en yakın arkadaşı Berfo olduğunu öğrenir.

Berfo, Baran'ın hem altınlarını hem de sevdiği kız olan Keje'yi alarak İstanbul'a gitmiştir. Eşkıya elinde hiçbir adres olmadan İstanbul'a doğru yola çıkar. Bilmediği bu şehirdeki rehberi kanunsuz işler peşinde koşan Cumali olur. Ancak Cumali sayesinde Berfo'ya ulaşan Baran, kendini başka işlerin içinde bulacaktır.

ANLAT İSTANBUL – ÜMİT ÜNAL (2005)

İstanbul'u anlatma kaygısıyla ortaya çıkan ve İstanbul'un bizzat rol aldığı film Anlat İstanbul'dur. İstanbul yine illegal yapısının ön plana çıktığı filmde İstanbul'un yeraltı dünyasına farklı bir anlatımla değinmektedir.

İstanbul'u tam anlamıyla anlatıp anlatmamakta tartışılsa da beş ayrı yönetmenin imzasını taşıyan Anlat İstanbul, Batı masallarını İstanbul hikayeleriyle buluşturarak farklı bir anlatım üslubu denemiştir.

SEVMEK ZAMANI – METİN ERKSAN (1965)

1965 yapımı "Sevmek Zamanı" dönemine göre Türk sinemasının damağına yeni bir tat kazandıran garip diye betimleyebileceğimiz bir film. Tutku halini oldukça yalın bir şekilde anlatan bu filmin çekimi, Metin Erksan'ın eşyalarına mal olmuş. Sinematografik açıdan Antonioni ve Tarkovsky'i aratmayan filmde hafif bir İtalyan neorealizmi sezilmiş olsa da kendi içinde absürd bir sürrealliği de mevcuttur.

Halil, Büyükada'da bir konağı boyarken duvarda asılı bir fotoğrafa âşık olur. Bir sene boyunca, her gün fotoğrafı izler ve bir gün fotoğrafın sahibi çıkagelir. Meral, Halil'in bir resme âşık olabilmesine âşık olur. Ancak; Halil'i resmine değil kendine âşık olduğunu ikna etmesi için çaba sarf etmesi gerekecektir.

Metin Erksan, 1965 tarihli başyapıtında modernizm timsali Meral ile şark duygusalı Halil'in hikâyesinin arkasına, muhteşem siyah-beyaz sinematografi ve müzikle, İstanbul'u koyuyor.

HAYAT VAR – REHA ERDEM (2008)

"İstanbullular zengin olmaz mı?" Aslında çoğumuzun yanı başında geçen hayatlara Reha Erdem farklı bir gözle bakıyor. İstanbul'un çok da bilinmeyen bir bölgesinde, dedesi ve babasıyla yaşayan Hayat, zor koşullar altında kendince bir dünya geliştirmiştir. Daha çok kendine dönük yaşayan Hayat, etrafında olan bitenlere kayıtsız görünse de umutsuzluğu derinden hissetmektedir.

Yine Reha Erdem'in "Beş Vakit" filminde gördüğümüz Elit İşcan' ın başarılı oyunculuğuyla hayat verdiği karakter, seyirciye de umutsuzluğu, şiddeti, zorlukları ve buna rağmen hala umudu ve hayatın devam edebileceğini gösteriyor.

Filmde sıklıkla kullanılan arabesk öğeler ve müzikler hem Hayat'ı hem de seyirciyi hayatın içine doğru akmaya hazırlarken, düşünebildiğimiz tek şey: Hayat gerçekten var, hem de Hayat'ın kırmızı ruju kadar gerçek…

İSTANBUL HATIRASI: KÖPRÜYÜ GEÇMEK - FATİH AKIN (2004)

Fatih Akın'ın İstanbul'a ilan-ı aşkı niteliğindeki "İstanbul'un Sesi", çıkış noktası bu kentin seslerini araştırmak olan belgesel. Akın'ın filmdeki kahramanı, ilk olarak 2003 yılında "Duvara Karşı" filminin koro müziğinin yapımcılığı için İstanbul'a gelen, "Einstürzende Neubauten" topluluğu üyesi Alexander Hacke. Hacke ile Selim Sesler'in yollarının kesişmesi, belgeselin kilit noktasında yer alıyor. Zira tek kelime Türkçe ya da Çingene dili bilmeyen Hacke, yine tek kelime Almanca veya İngilizce bilmeyen Sesler ile daha başından itibaren mükemmel bir diyalog içine giriyor. Tabii ki bunu sağlayan, müziğin evrensel dili. Ortaya çıkan kültür alışverişinde Doğu ile Batı, Avrupa ile Asya buluşuyor, bir potada eriyor ve birbirlerini zenginleştiriyor.

GÜNEŞE YOLCULUK – YEŞİM USTAOĞLU (1999)

İstanbul'a yeni gelmiş olan Mehmet, seyyar arabasında müzik kasetleri satan Berzan ile arkadaş olur. Tire'li olmasına rağmen, Mehmet koyu teni nedeniyle herkes tarafından doğulu sanılmaktadır. Mehmet Berzan'a, bir çamışırhanede çalışmakta olan Arzu ile ilgili gelecek hayallerini, Berzan ise ona günün birinde Irak sınırındaki köyü Zorduç'daki sevgilisine geri dönme arzusunu anlatır. İçlerindeki bu geleceğe doğru taşıdıkları umutlar onları hayata bağlanmalarını sağlayan en büyük etken olmaktadır.

"Güneşe Yolculuk", naif bir gencin 90'lar Türkiye'sinin gerçeklerinin farkına varma sürecinin yanı sıra dostluğun ve cesaretin de hikâyesini anlatıyor.

UZAK – NURİ BİLGE CEYLAN (2002)

Çanakkale'nin Yenice kasabasını kendisine mekan olarak seçen yönetmen, Uzak filmi için karlar altında bir İstanbul'u tercih etmişti. Film, ideallerinden uzaklaşmaya başladıkça yaşamının anlamını yitiren ve uzaklara gitmeyi düşleyen bir adamla, hayallerini gerçekleştirmek için İstanbula gelen bir gencin hikâyesini anlatıyor.

Minimalist bir sinema anlayışına sahip olan Nuri Bilge Ceylan, filmin senaryosunu ve yönetimini üstlendiği gibi, görüntü yönetmenliğini de kendisi yapmış. Sinemasında doğuya özgü yavaşlığı ve sadeliği temel almasıyla tanınan yönetmenin en olgun çalışması olarak kabul edildi.

2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN