Mehmet Akif'i daha iyi tanımamızı sağlayacak anılar
İslam ve vatan aşığı Mehmet Akif Ersoy'un bütün hayatı mücadelelerle geçti. Aynı zamanda bir ıstırabın, hüznün ve faziletin yansıtıcısıydı. Osmanlı'nın sancılı dönemlerinde insanlara kucak açarak onları birliğe, beraberliğe çağırdı.O, bir daha benzeri yazılamayacak, İstiklal Marşı'nın dizelerine imzasını attı. En hassas olduğu nokta ise diniydi. Sizler için Mehmet Akif'i daha iyi tanımamızı sağlayacak anıları derledik.
Önceki Resimler için Tıklayınız
📌Mehmet Akif, Abbas Halim Paşa'nın davetleri üzerine 1925 yılına kadar kışları Mısır'da yazları İstanbul'da geçirdi. 1925'in sonlarına doğru Türkiye'den Mısır'a gitti, on bir sene de geri dönmedi. Gidişinde emekli maaşının bağlanmamasından doğan geçim sıkıntısı ve hükumetin muhalif kabul ettiği birçok fikir ve siyaset adamı arasında kendisinin de polis takibine alınmasının ağırına gitmiş olması önemli rol oynadı. Kendisi, bu gidişin gerekçesini dostlarından Şefik Kolaylı'ya şöyle açıklar: "Arkamda hafiye gezdiriyorlar. Ben, vatanını satmış ve memlekete ihanet etmiş adamlar gibi muamele görmeye tahammül edemiyorum. İşte, bundan dolayı gidiyorum." Fakat Mısır'daki şehir hayatı onu bunaltıyor, Kahire'nin uzağında bir köyde, sessiz ve sakin yaşıyordu. Eşref Edip Mehmet Akif'in Mısır'daki yaşamından şöyle bahseder:
"Büyük bir i'zâz olmak üzere, birlikte Ezher'i, müzeyi, Dârülfünûn'u, hayvanat bahçesini, büyük camileri gezdik, ehramları gördük. Bir Cuma günü de Mısır'ın, belki de İslâm âleminin en mümtaz, en güzel okuyan hâfızı, Şeyh Muhammed Rıfat'ı dinledik.
"Bir de buranın en meşhur muganniyesi Ümmü Gülsüm var, onu da bir gece sen gider, dinlersin"dedi. Görüyordum ki, Üstad şehirde bunalıyordu. Kahire'de biraz fazla kaldık mı, çok sıkılıyordu. Geçirdiği münzevi hayat onu büsbütün şehirden uzaklaştırmıştı.
O muazzam şehrin hiçbir şeyi onu eğlendirmez, cezbetmezdi. O, yalnız inzivâgâhında düşünmekle, yazmakla, okumakla vakit geçirir, başka şeyde zevk bulmazdı.
Sabahleyin erkenden kalkar, çayı hazırlar, sonra beni uyandırır, kahvaltı ederdik. Üstad eskisi gibi yemiyordu. Pek az yiyordu. Gündüzleri sabah kahvaltısı ile iktifa ediyordu. Son zamanlarda çay da çok içmiyordu. Akşamları ise hafif sebze ve yoğurttan başka bir şey yemiyordu. "Burada başka türlü yaşanmaz" diyordu.
Eşya namına odasında birkaç kanepe, iki demir ayaküzerine konulmuş birkaç tahtadan ibaret karyola vazifesini görür bir şey, bir hasır seccade, bir çift nalın, bir divit, bir de duvarda Hikmet Bey'in Afganistan'dan gönderdiği bir seccade... Bu seccade lüks sayılırdı. Fakat o, en kıymetdar bir hediye idi. Üstad evden eve taşındığı zaman geceleri taşındığını söylerdi. Konu komşu eşyasını görmesin diye."
Mehmet Akif, yaşamının son günlerini Kur'an-ı Kerim'e, onu anlamaya adadı. Eşref Edip şöyle anlatır:
Üstad'ın son seneleri hep Kur'an tercümesiyle geçtiği için artık Kur'an onun bütün kalbini, bütün ruhunu, bütün mevcudiyetini kaplamıştı. Kudret-i bedeniyesi müsâid olduğu zamana kadar her gün mutlaka bir parça Kur'an okurdu. Evvelce günde birkaç cüz okuyabilirken, sonraları takatsizliği hasebiyle birkaç sayfaya kadar indi.
Hiç okuyamayacak kadar hastalanınca, Hâfız Necati onu Kur'an'sız bırakmadı. Hemen her gün onun başı ucunda, sakin ve sessiz odasında, hazin hazin okudu. O da gözleri kapalı, hazin hazin dinledi. Üstad, Kur'an'ın her âyeti ile her kelimesi ile hattâ harfleri ile günlerce, senelerce uğraştığı için, artık gönlünü oraya vermiş, bütün zevki o olmuştu. Bir pırlanta üzerinde işleyen sanatkâr gibi, o, Kur'an'ın muazzam âyetleri üzerinde senelerce çalışmış, onu anlamaya uğraşmıştı.
📌 Mehmet Akif, Mısır'dan döndüğü zaman oldukça hastaydı. Yaşamının son günlerini geçirdiği Mısır Apartmanı'nda onu dostları ziyaret ediyordu. Bu ziyaretlerden birinde söz, İstiklal Marşı'na gelmiş, son derece hasta olmasına rağmen, Mehmet Akif heyecanla şiiri hakkında konuşmuştu. Eşref Edip, bu ziyareti şöyle anlatır:
"Üstad uzun bir hicretten sonra memlekete dönmüştü. Gurbet illerinde sevgili yurdunun hicran ve hasreti onu yakmış, kavurmuştu. Ciğerleri şişmiş, vücudu bir külçe kemik halinde kalmıştı. Beyoğlu'nda Mısır Apartmanı'nın loş ve sakin bir odasında son günlerini yaşıyordu.
Sevdiği bazı arkadaşları kendisini ziyarete gelmişlerdi. Millî Mücadele günlerinden bahsediliyordu. Söz İstiklâl Marşı'na intikal etti. İstiklâl Marşı denince üstadın gözleri büyümüş ve parlamıştı.
Hasta bakıcının yardımıyla doğruldu, anlatmaya başladı: "İstiklâl Marşı... O günler ne samimî, ne heyecanlı günlerdi. O şiir, milletin o günkü heyecanının bir ifadesidir. Binbir fecâyi karşısında bunalan ruhların, ıztıraplar içinde halâs dakikalarını beklediği bir zamanda yazılan o marş, o günlerin kıymetli bir hatırasıdır. O şiir bir daha yazılamaz... Onu kimse yazamaz... Onu ben de yazamam... Onu yazmak için o günleri görmek, o günleri yaşamak lâzım. O şiir artık benim değildir. O, milletin malıdır. Benim millete karşı en kıymetli hediyem budur..."
Bunu söylerken Üstad yorulmuştu. Başı yastığa düşüyordu. O kemik külçesini yavaşçacık itina ile yatağına uzattık. Misafirler veda ettiler. Üstad gözlerini kapadı. Sakin, sessiz uyumaya başladı.