Arama

İsmail Güleç
Ağustos 23, 2019
Ölür ise ten ölür, canlar ölesi değil

Geçenlerde Adalet Ağaoğlu ile yapılan bir röportajı okudum ve Ağaoğlu'nun şu sözleri çok dikkatimi çekti:

64 yıllık eşim öldüğünde yarım kaldım. Bu kadar uzun yaşamayı hiç istemezdim, kendimden sıkıldım.

Bu sözleri okuyunca aklıma bir arkadaşımın geçen sene 84 yaşında vefat eden annesinin sözleri geldi. Merhûme teyzemiz, bu dünyada yeteri kadar kaldığını, eşini çok özlediğini, öte dünyaya göç etme vaktinin geldiğini anlatırmış ve adeta kısa bir süre sonra otobüsü kalkacak yolcu gibi bavulu hazır ölümü beklermiş.

Bir arkadaşım da babasının "Allah'ım, arkadaşlarımı benden önce aldın, ben ne zaman geleceğim?" dediğini anlatmıştı. Çocukluğumda büyüklerimin ölümü bir kurtuluş, sevdiklerine kavuşma gibi gördüklerini ve ölümü vakti zamanı gelince çıkılması gereken bir yolculuk gibi gördüklerini hatırlarım.

Bunlar sizin için ne anlam ifade ediyor bilmiyorum ama modern dünya insanı için çok yabancı olgular olmaya başladığını gözlemliyorum. Gazetelerin magazin sayfalarını takip edenler ne demek istediğimi çok iyi anlayacaklardır. Bir örnekle anlatmaya çalışayım ne demek istediğimi.

Bir gazetenin magazin sayfasında yaşı sekseni aşmış bir hanım sanatçının hâlâ mayo giyip denize girebildiğini büyük bir keyifle anlattığı haber vardı. Bir başkası ne kadar genç göründüğü ve pazılarının kuvvetiyle övünüyordu torunu yaşındaki kız muhabire kendine beğendirmeye çalışarak. Ne güzel dünya değil mi!

Bir hanım düşünün lütfen, yaşı yetmişlerde olsun, estetik yüz gerdirme ameliyatları, kiloları ve yağları aldırmalar, pahalı kozmetik ürünler, biteviye boyanan saçlar, bitmek bilmez rejimler, spor altında çekilen eziyetler, birkaç dakika başkalarına hava atmak ve olduğundan daha genç görünmek için sıkıntı içinde giyilen rahatsız edici elbiseler. Kısa süren bir mutluluk için bu kadar sıkıntıya katlandıran duygu ne? Felek akşam olunca gerçeklerle yüz yüze getiriyor herkesi. Birkaç dakikalık görüntü için çekilen sıkıntıların sonucunda vücuttaki tahrip ve onun yansıması olarak hissedilen psikolojik acı ve yıkım karşısında düşülen çaresizlik girdabına düşen bir dolu insan.

Mustafa Merter böyle bir kadını şöyle tarif eder herkesin okuması gerektiğini düşündüğüm kitabında:

Nesneye indirgenmiş, papağan gibi her tarafı boyanmış, estetik ameliyatlarla aslından kopmuş, bedeninin en kutsal yerleri kasap dükkanındaki etler gibi sergilenen, cüretkar mini eteğiyle mahremiyetin son sınırlarına kadar açılıp saçılan seks objesi "modern/çağdaş kadın" aslında bir insanlık trajedisidir.

Bir tarafta yarım kalan, sıkılan ve bir an önce arkadaşlarına kavuşmak isteyenler, öte yanda dünyaya kazık çakmak isteyenler.

Siz kim gibi olmak istersiniz; zamanı gelince gitmek isteyenlerden mi, o zamanın gelmesini hiç istemeyenlerden mi?

Zamanı gelince gitmeye hazırlanmasını bilmeyen, narsist, şizoid ve kaygılı olan çağımız kadını ve erkeğinin temel trajedisi nursuz, aşksız, muhabbetsiz ve güvensiz bir dünyada hapsolup kalmaktan başka bir şey değil. Daha da kötüsü böyle bir zindanda olduğumuzun farkında olmamamız.

Tarih boyunca Batılı insan tanrıların yaşadıklarını düşündükleri dağlara çıkmak istemiş, ölümsüz olmanın yollarını aramış, durmuş. Dünyaya sahip olmak, hükmetmek istemiş, istiyor. Antik Yunan'dan beri böyle. Tüm krallar, soylular, zenginler, meşhurlar kendilerini sonsuza kadar yaşatacak formüllerin peşinde koşmalarının hikayeleri ile dolu.

Doğu'da ise tam tersi veya tersi idi mi demeli. Bu dünyanın geçici olduğu, bedenin ölümünden önce arzuların ölümünün gerçekleşmesi gerektiği Buda'dan bu yana hep öğütlenmiş. Dünya malına değer vermeme, bu dünyada kalıcı olunmadığını hatırdan çıkarmama yaşam felsefesi olmuş.

Modern zamanlarda Doğu Batı'ya, Batı da Doğu'ya bakıyor, her ikisi de kendisinde olmayanı arıyor. Peki yok mu bunun ortası? Olmaz olur mu, ikisinin ortası İslam.

İslam itidal dini. Aşırılıkları da aşırıları da sevmez. Hem bu dünyanın hem de öte dünyanın hakkını veren bir yaşam sürmeyi bize öğütler. Varlığımız iki farklı parçadan oluşuyor. Biri bu dünyada kazandığımız ete-kemiğe bürünen tarafımız. Bu dünyada kazanılan bedenin yaşaması için yemek-içmek gerekiyor. Diğeri de Allah'ın yaratırken üflediği ruhumuz. O ruh ölümsüz ve nasıl bir akıbetle karşılaşacağı bedeni ile arasında kurduğu münasebete bağlı. Yani İsa'nın hakkı İsâ'ya, Ceasar'ın hakkı da Ceasar'a.

Her şeyi ekranlardan öğrenemiyoruz maalesef. Biraz ekran zincirinden kurtulmamız lazım. Evet, biz koltuklarımızdan kalkacağız, zincirlenmiş başımızı geri çevireceğiz ve hakikati arayacağız.

Arayacağız ve bulacağız. Bulacağız ve ölümü bizi sevdiklerimize götürecek bir otobüsü bekler gibi beklemesini öğreneceğiz. Dünyamızı nurlu, aşklı, muhabbetli ve emin bir hale getireceğiz. Ölümün bir düğün gecesi, bir kavuşma gecesi olduğunu aklımızdan çıkarmadan bu dünyada yapmamız gerekenleri aşk ile yapacağız. Ve şunu aklımızdan hiç çıkarmayacağız:

Ölür ise ten ölür, canlar ölesi değil

Canlardan olmak niyazıyla Allah encamımızı hayırlara tebdil buyursun.

İsmail Güleç

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN