Arama

Bir Müslüman devrimcinin fikir yolu: Malik Bin Nebi

Türkiye’de 1960’larda dilimize çevrilen kitaplarıyla tanınan Malik Bin Nebi, ümmetin dirilişi ile ilgili fikirleriyle İslam dünyasına yepyeni kapılar açtı. Hayatını sömürü-sömürge ilişkilerini düşünerek ve çözüm üreterek geçiren Malik Bin Nebi, Cezayir’in bağımsızlığı için mücadele etti ve İslam ümmetini zihnî bağımsızlığa davet etti.

Bir Müslüman devrimcinin fikir yolu: Malik Bin Nebi
Yayınlanma Tarihi: 16.9.2017 00:00:00 Güncelleme Tarihi: 17.01.2018 17:22

"Sömürgecilik hala gece yarısı çanlarını çalıp sömürge halkını uykuya devam etmeye çağırıyorsa da, artık uyku saati geçmiş, dünya Müslümanlarının teslimiyetçilik ruhu dönmemek üzere gitmiştir."

Malik Bin Nebi, 28 Ocak 1905'te Fransız sömürge sisteminin kendini her alanda hissettirdiği Cezayir'de doğdu. İlk ve orta öğrenimini bir Fransız okulunda tamamladıktan sonra 1930 yılında Fransa'ya giden Malik Bin Nebi, Doğu Araştırmaları sınavına girmesinin engellenmesi sonucu Elektrik Mühendisliği Enstitüsü'ne girse de, zamanının büyük bir kısmını felsefe, sosyoloji gibi bilimlere ayırdı.

SÖMÜRGECİLİĞİN ŞEKİLLENDİRDİĞİ BİR HAYAT

Sömürü sisteminin yarattığı ortam, Malik Bin Nebi'nin hayatında kalıcı bir etki bıraktı. Küçüklüğünden beri içinde yaşadığı sömürge ortamı nedeniyle, "medeniyet, sömürge, bağımsızlık" gibi konulara özel ilgi gösterdi. Bu bilinçle, Fransa'da yaşayan Kuzey Afrikalı gençlerin ve Cezayirli işçilerin bilinçlenmeleri için birçok çalışmaya katkı sağladı.

Politik baskılar sonucu birkaç defa hapishaneye giren Malik Bin Nebi, 1956'da Kahire'ye gitti ve burada Arapçasını geliştirdi. Zaman içerisinde, düşüncelerini farklı Arap coğrafyalarında konferanslar vererek dile getiren Malik Bin Nebi, Arap dünyasında tanınan bir isim oldu. Cezayir'in bağımsızlığını kazanması ardından 1963'te ülkesine döndü ve hayatının geri kalanını öğrencilerle ve aydınlarla yaptığı derslere adadı.

PRATİKTE DE MÜCADELENİN ÖNDERİ OLDU

Malik bin Nebi, sadece teorik bir mücadelenin değil, hayatının her döneminde hem fikirleriyle, hem de pratikteki önderliğiyle insanlara öncülük etti. Bunun en büyük örneğini, ülkesine dönmesinin ardından Cezayir Üniversitesi'ndeki öğrencilerle ve aydınlarla yaptığı dersler ve okul içinde verdiği mücadeleler oluşturur.

Marksistlerin ağırlıkta olduğu üniversitede bir mescid açılması için büyük çaba harcayan Malik Bin Nebi, bu çabanın önemini şu sözlerle vurgulamıştır: "Namaz kılmak için üniversite içerisinde elde edilen bir metrekare, üniversite dışında elde edilen çok geniş mekândan daha hayırlıdır."

EĞİTİMDE İSLAM'IN HÂKİM OLMASINI SAĞLADI

Ömrü fikri mücadelelerle geçen Malik Bin Nebi, öğrencileriyle haftalık toplantılar gerçekleştirmek üzere evini kullanıma açtı. Üniversite mescidinden başlayan oturum ve faaliyetleri, bilinçli İslamî bir kültürel harekete dönüştürerek, nitelikli bireylerin gelişmesine vesile oldu.

Fransızca ve Arapça dilleri için ayrı oturumlarda gerçekleştirilen bu toplantılar, Batı düşüncesi ve Cezayir Üniversitesi'ndeki sola karşı mücadelede büyük etkiler uyandırdı. İmkânların yetersizliğine ve hâkim olan terörizm atmosferine rağmen Malik Bin Nebi'nin öğrencileri, İslam'a karşıt akımlara göğüs gerdiler. 1970'lerin sonlarında, İslam'a muhalif akımlar hezimete uğradı; üniversite, enstitü ve ortaöğretimde İslamî akım hâkim oldu.

İBN-İ HALDUN'UN İZİNDE; YEPYENİ FİKİRLERLE

Malik Bin Nebi, siyasî ve fizikî bağımsızlığın, zihnî bağımsızlık anlamına gelmediğinin altını defalarca çizerek, İslam ümmetini fikirsel bağımsızlığa davet etti. Eserlerinde, "medeniyet" konusu üzerinde ayrıca duran Bin Nebi, Müslümanların temel probleminin medeniyet problemi olduğuna, fikrî dönüşümler yaşamayan insanların yaşadıkları diğer tüm değişimlerin sahte veya geçici olduğuna dikkat çeker.

Malik Bin Nebi, metodolojisinde İbn-i Haldun ile paralellikler gösterir. Birçok analizciye göre ise, Bin Nebi, İbn-i Haldun'un sadık bir öğrencisi değil; aynı zamanda yaşadığı çağın dinamikleri doğrultusunda yeni üretimler yapan bir bilgedir.

NEDEN SÖMÜRÜLMEYE MÜSAİTİZ?

Fikir dünyamıza katkı sağlayan Malik Bin Nebi'nin ortaya attığı en önemli sorulardan biri, "Neden sömürülmeye müsait bir hâldeyiz?" sorusudur. Toplumu insanın şekillendirdiği bir yapı olarak tanımlayan Malik Bin Nebi, her şeyin merkezine 'insan'ı oturtur. Rad Suresi'nin 11'inci ayetine atıfla, insanın kendisini değiştirmesi durumunda tarihi ve toplumu da değiştirebileceğini vurgular.

Toplumdaki ortamın berrak olması halinde, siyasal yönetimin de aynı berraklıkta olacağına inanan Malik Bin Nebi, bunların olmaması durumunda sömürülmeye elverişli bir toplumun ortaya çıkmasının kaçınılmaz olduğunu söyler.

Malik Bin Nebi, Müslümanların Batı karşısında aldığı tavır ile ilgili ise, "Müslümanların en büyük meselesi onlardaki komplekstir. Batıya karşı olan kompleksleridir." tespitinde bulunur.

Malik bin Nebi'yi önemli kılan bu görüş ve tespitlerin yer aldığı "Düşünceler" adlı eserinde yer alan kendi dilinden fikirleri:

"Geçip giden günlerin halkların hayatlarında dokudukları o girift kumaşın cinsi noktasında kesinlikle mevcuttur. Bu halklar, yirminci yüzyılda varlıklarını ilgilendiren özel sorunları ve ortak problemleri göğüslemişlerdir. Bu sorun ve problemler, diğerlerinin dünyasına doğru bir uzantının da ifadesidir. Bugün yayınladığımız kitaba bağımsız bir isim koyarak "Bazı Sorunlarımız Üzerine Düşünceler" dememiz, bu dinamik iki boyutluluğa bakışımızın sonucu olarak söz konusu konuşmalarımızı ayrıca yayınlamamız gerektiği düşüncesini desteklemiştir. Okuyucu, bu sayede elinde tuttuğu kitabın, "Medeniyet Sorunları" serisinin yeni bir halkası olduğunu görecektir. Bu halka, içte yapılanmaya yönelik bazı gereklerle birlikte, sömürge gibi farklı dış etkenlerin tesiri altında kalan halkların hayatlarında yaşanmış özel durumlardan kaynaklanan zorunlulukları içermektedir. Bilindiği üzere bu 'sömürü', Afro-Asyatik halkların varlıklarını, her halk için kendine özgü zorunluluklarla dolaylı biçimde ilişkilendiren bir olgudur. Söz konusu zorunluluklar da, o halklar için geleneksel tarihi ve coğrafi çerçeveden daha geniş bir çerçeveye taşan yeni yükümlülük ve sorumluluklar dayatmaktadır.

Bu kitap, İslam Toplumu açısından bu ikilemi çözmeye çalışan bir eserdir. Yazar, değişik zamanlarda yaptığı konuşmalar çerçevesinde söz konusu ikilemi ele almıştır. Konuşmaların bir bölümü Arap-İslam Toplumunun kendi tarihsel sınırlarıyla ilişkili iken bir kısmı, İslam Dünyası ve İslamî Kavramlarla ilişkilidir. Bazıları ise, ondokuzuncu asırda egemen olan sömürge hattı üzerinde, yani Tanca-Cakarta ekseni üzerinde yaşayan halklarla arasındaki bağlarla ilişkilidir.

Yazar, bu konuşmaları, yaşadığımız toplumun varlığını yakından ilgilendiren ve başkalarının dünyasına uzantılarını ele alan farklı boyutlarda incelemiştir.

İlk konuşma, psikolojik bir zorluğu ele almaktadır ki önceki bir incelememizde ona işaret etmiştik. Kısaca hatırlatmak gerekirse o zorluk, şu veya bu şekilde ruhsal boyutta önümüze çıkarak gelişim veya uyanış sürecini engelleyen bir zorluktur. Aynı zorluk, sosyal boyutta bu gelişim ve uyanış sürecinin bir işareti olarak öne çıkmaktadır.

Birinci konuşma, konuyu bu açıdan ele almaktadır. Bu özelliğiyle, toplumumuzun günümüzde iç yapılanma zorunlulukları karşısında yaşadığı sıkıntılara açıklık getirme çabası olarak görülebilir. Yazar bu bölümde okuru aşağılık kompleksinden kurtarmaya çalışır. Gerçekten de günümüzde çoğu insan, sosyal hayatını kuşatan zorluk ve sıkıntılara mantıklı açıklamalar bulma sürecinde bu komplekse kapılabilmektedir. Çünkü bu zorlukları kavrama sürecinde genellikle kendi aklî kapasitesine güvenmek yerine problemlerin tabiatına, ahlaki bakımdan da bunlar karşısında izleyeceği davranış biçimine takılıp kalmaktadır.

Bu konuşma, okurun yeniden yapılan sürecinde önümüze çıkan zorluk ve mesuliyetleri değerlendirmede düştüğümüz hatayı anlama daki başarısı nispetinde söz konusu kompleksin çözümüne de katkıda bulunmuş olacaktır.

Bundan sonra geriye, söz konusu zorluk ve sıkıntıların, eşyalar dünyasından (=âlem-i eşyâ) çok fikir ve zihinler dünyamızda (=âlem-i enfüs) gelişip serpilmesinin neden ve niçinlerini araştırmamız kalmaktadır.

İkinci ve üçüncü konuşmaların konusu da tam olarak bu sorudur. Hangi sıralamayla ele alırsak alalım sonuç değişmeyecektir. İster önce "Toplumdaki Nedenler" konuşmasını ele alalım, isterse "Ekonomik Kavramlar ve İnsanî Değerler" konuşmasını fark etmez.

Şu var ki ikinci konuşmamız için başlık olarak seçtiğimiz "Nedenler", tabiatı itibarıyla üçüncü konuşmanın önüne geçmektedir. Çünkü ilki, toplumsal enerjileri harekete geçiren ve onları yapılanma sorunlarına doğru yönlendiren genel sebepleri oluşturur. Diğer konuşma, yani "Ekonomik Kavramlar ve İnsani Değerler" ise, normal gelişim altyapısına sahip olmayan bir toplumda ekonomik yapılanmanın gerektirdiği özel enerjilerin kaynağına değinmektedir. Belli bir gelişim düzeyine sahip toplumlarda ise fabrikalar, finans kurumları gibi ekonomik birikimin ürünü olan kurumlarla karşılaşırız.

Şu hâlde ikinci konuşma, üçüncü konuşma için, mantık bilimindeki tanımıyla tikel bir önerme için tümel bir önerme niteliğinde olacaktır.

"İslam ve Demokrasi" başlıklı dördüncü konuşma ise, iki boyutlu bir sorunun çözümüne yönelik açılımlar içermektedir. Bu konuşma hem yapılanma, hem de iletişim konusunu ele almaktadır. Çünkü konuşmamızda okura şunu açıklamaya çalıştık: Demokrasi projesi; demokratik nitelikte siyasal kurum ve örgütler inşa etmeden önce bizzat insanı özel bir yapıda inşa etmektir. Böylelikle gerek Ben gerekse diğerlerine ait duygular sayesinde, söz konusu kurum ve örgütlerin hayat bulmasını garanti edecek dayanaklar oluşacaktır. Bunlar, tarihin getirdiği olağanüstü gelişmelerde bile onları korumayı garanti edecek nitelikte olacaktır.

Bir başka açıdan, bu konuşmalarda ele alınan konu, iletişim sorunlarının bir yönüyle ilişkilidir. İletişim sorunlarıyla kastettiğimiz, önceki bir araştırmamızı da ayırdığımız Müslüman Halklar arasındaki ortak sorunlardır.

Burada ilgilendiğimiz boyut, İslamî Kişiliği şekillendirmeye yönelik olandır. Bu kişiliğe sahip olan Müslüman birey, Müslüman'ın dünya üzerinde taşıdığı sorumluluklar bağlamında diğer Müslümanlarla ortak bir tavır sergileyecektir. Bu ise, günümüzde "Müslüman"ı temsil eden modellerin birleşmesi demektir. Bu modeller arasında kimi, herhangi bir medeniyetle tanışmayıp fıtrat üzere yaşamaya devam eden insandır. Örneğin Siyahî Afrika'da yaşayan milyonlarca Müslüman bu durumdadır. Kimi de belli bir medeniyet tecrübesi yaşamış, fakat iç dünyasında çökmüş bir medeniyetin tortularından başka bir şey kalmamıştır. Her iki grup da sosyo-tarihsel gelişimin iki ucunda yaşamaktadırlar. Biri medeniyet öncesi dönemi, diğeri ise medeniyet sonrası dönemi yaşamaktadır.

İki gruba mensup bireylerin psikolojik durumlarını gözlemlediğimiz zaman, bunları tek bir medeniyet projesi içinde birleştirmenin, yani ikisine dünya hayatına dair ortak sorumluluklar yüklemenin hiç de kolay olmadığını görürüz.

Bunlar yeni ve İslamî bir demokrasi projesinin yenmesi gereken zorluk ve sıkıntılardır. Bu projede Müslüman birey yeniden yapılandırılacak ve Yüce Allah'ın Hz. Âdem'i yarattığı gün vicdanına koyduğu insan onuru bilincini tekrar kazanarak medeniyet yolunda ilerlemeye başlayacaktır.

Beşinci konuşma, "Afro-Asyatik Dayanışma" konusunu ele almaktadır. Peki, bu konuşma, hangi sebeple ve ne tür bir ilişki bağlamında önceki konuşmaların arasına katılmıştır?

Önceki bir incelememizde Müslüman'ın dünya üzerinde belli sorumlulukları olduğunu, burada yaşanan önemli olaylarda devreye girmesinin, bu sorumlulukların gerektirdiği zorunluluklardan olduğunu ifade etmiştik.

Müslüman'ın yeniden yapılandırılmasının gerektirdiği şartları açıklamayı hedefleyen her araştırma, bu rolün aktif olduğu siyaset, ekonomi yahut ahlak gibi değişik alanlarla ilgilenmek zorundadır.

Bandung Fikrinin belirlediği alan da Müslüman'ın varolması gereken platformlardan biridir. Burası, Yirminci yüzyılın tanık olduğu savaşta İslamî değerlerin gündeme getirileceği bir platformdur. İnsanlığın kaderini ve geleceğini belirleyecek bu büyük kavgada Müslüman da kendi dünya görüşü ve misyonuyla ortada olmalıdır.

Fakat bu platformun kendine özgü kuralları vardır. Müslüman, bu kuralları bilmeksizin rolünü oynayamaz. Bunlar, günümüzde "Afro-Asyatik Dayanışma" bayrağı altında yer alan milyonlarca insan açısından, henüz medeniyet safhasına girmediği için fıtrat üzere yaşayan adamın sıkıntılarıyla, Hindistan'da, Çin'de veya Arap ülkelerinde yıkılmış medeniyetlerinin kalıntılarından başka bir şeyi olmayan adamın yaşadığı sorunları içermektedir.

Bu sıkıntı ve kalıntıların tren katarları misali olumsuz etkileri olduğu için yeni bir medeniyetin gerekleriyle çatışmaya girmeleri kaçınılmaz olacaktı. İşte bu yüzden bahsettiğimiz kuralların objektif ve realist bir şekilde etüt edilmesi gerekir. Konuşmamızda bunları incelemek suretiyle Müslüman gencin söz konusu sıkıntı ve kalıntılardan ne kadar etkilendiğini görmesini ve bunlardan kurtulma sorumluluğunu idrak etmesini hedefledik. Çünkü yaşadığı dünyada sömürüden kurtulması, barış ve medeniyet mücadelesinde insanlığın yardımcısı olmak için imkânlarını birleştiren güçler arasında yer alması büyük ölçüde buna bağlıdır.

Beşinci konuşma, İslamî Değerlerle Müslüman insanın davet ve misyonunun yayılması için yeni bir platform olması bakımından "Afro-Asyatik Dayanışma" gerçekliğini açıklama çabası olarak görülebilir.

Kahire 24.4.1961

Malik Bin Nebi

ZORLUKLAR: İSLAM TOPLUMUNDA KALKINMA İŞARETLERİ

Baylar, bayanlar!

İzin verirseniz öncelikle sizlere bu konuşmayı yapma fırsatını bana sunan Kültür Bakanlığına teşekkürlerimi sunmak istiyorum. Bu değerli kuruma, beni sizlere takdim ederek aranızda konuşmacı olarak bulunmam lütfunu esirgemeyen değerli dostum Dr. Yusuf Şakra'nın şahsında bir kez daha teşekkürlerimi sunuyorum.

Kullanacağım dilin, Sayın Şakra'nın beni tanıtırken çizdiği portrenin bazı hatlarını silmesinden endişeliyim. Zira kendisi beni, Arapça'yı rahat kullanan biri olarak tanıttı. Oysa gerçek bunun aksidir.

Bu konuşmanın yapılmasını sağlayan kültür merkezi görevlisi dostlarıma da ayrıca teşekkür ediyorum. Son olarak varlığınızla beni şereflendiren sizlere de, Arapça'yı iyi konuşamayan bir insanı cesaretlendirmek üzere burada bulunmanızdan ötürü şükranlarımı sunuyorum.

Davetiye elinize ulaştığında teveccühte bulunarak beni şereflendirdiniz. Size gelen davetiye "Müslümanlar Olarak Sorunlarımız" başlığını taşıyordu. Böyle bir başlık altında gelen davetin, Müslümanları ilgilendiren genel konularla ilgili olduğunu anladığınızdan kuşku duymuyorum. Tabii bu da bize konuşmanın çerçevesini söz konusu başlık altında çizmeyi zorunlu kılıyor. Fakat asıl kastettiğim ve daha dar olan çerçeveyi iki nokta etrafında toplayabiliriz. Bir devlet adamı, bu noktalara değinmek üzere aydınlara yaptığı konuşmasında şöyle diyebilir: "Bugün, sorumluluğun yükünü omuzlarına yüklüyoruz." Aynı devlet adamı, sanayicilere yaptığı bir konuşmada ise şunu söyler: "Fabrikalar ithal edebiliriz. Fakat insan ithal edemeyiz." Deyim yerindeyse bu iki ölçütü, psikolojik bir analize tâbi tuttuğumuzda şunu söyleyebiliriz ki bu devlet adamı, işleri bir aşamadan diğerine aktarırken veya tempolu bir ortamdan gevşemeye gidişi önlemeye çalışırken, yaşadığı sorumluluğun ağırlığına dair hissettiklerini ya da tarihin çizdiği yolda ilerlemenin zorluklarını ifade etmektedir. Netice itibarıyla bu konuşmamızda konu olarak, zorluklar ve bu zorlukları anlamayı seçmemizde herhangi bir sakınca yoktur. Peki, karşımıza çıkan veya çoğunlukla göğüslemek durumunda kaldığımız bu zorluklar ne ifade ederler?

Anılarımızı şöyle bir gözden geçirdiğimizde ya da benim yaşta birine çocukluk yıllarıyla ilgili anılarını gözden geçirme fırsatı verildiğinde, hem dedesi hem de babasının yaşadığı dönemle bağları, elli yıl sonra yaşadığı üç farklı zaman diliminde dedesi, babası ve kendi kuşağının ruh hallerinin nasıl bir değişim geçirdiği zihninde canlanacaktır.

Mesela ben, dedemin hayatını iyi hatırlıyorum. Kendisi sakin, cömert ve ağırbaşlı bir ihtiyardı. Kendisiyle aynı çağda yaşayan Müslümanların karakteristik özelliklerine sahip biriydi. Dedemle ilgili hatırlayabildiğim bir başka husus, tam bir huzur ve istikrar ortamında yaşaması, herhangi bir sorun algısının bulunmamasıydı. Örneğin ekonomik anlamda hiç bir sorunu yoktu. Çünkü hayatta yetecek kadarıyla yetinmeyi ilke edinmişti. Ruhsal açıdan da böyleydi ve bu türden herhangi bir sorunla karşılaşmamıştı. Hatta ruhsal sorunların olabileceğini bile düşünemezdi. Dedemin yaşadığı bu kuşak geçti ve babamların mensup olduğu kuşak geldi. Birinci Dünya Savaşı öncesi yıllarda babam ve arkadaşlarının farklı bir psikolojiye girdiklerine tanık oldum. Babam sorunların varlığını hissetmeye başlamıştı. Karşısına çıkan birçok meseleye dair soru işaretleri koymaktan başka bir şey yapamıyordu. Bu dönemin söz konusu kaygı ve endişe duygularıyla ayrıştığını hatırlayabiliyorum. Babam, iç huzurunu kaybetmiş bir kuşağın mensubuydu. Ancak mücadele ve sorunlarla yüzleşme yeteneğini de henüz kazanmamıştı. Sanırım sorunlarla baş edebilmek için bunları açık bir şekilde sınıflandırma kaygısı da taşımıyordu.

İstikrar duygusunda olduğu gibi hareket ve mücadeleyi de nerdeyse hiç tanımayan bu kuşak da böyle geçip gitti. Sonra bizim de mensup olduğumuz kuşak geldi. Biraz önce saygıdeğer dostum Dr. Yusuf Şakra beni takdim ederken, bu kuşağın sorunlarını göğüslemiş mensuplarından biri olduğumu söyledi. Doğrusunu söylemek gerekirse bu süreçte tek başıma değildim. Aksine gençliğin önemli bir bölümü aynı özellikleri taşımaktaydı. Dr. Yusuf'un sözünü ettiği ve köyümüzde ilk direniş hareketi olarak başlattığımız "Taşra Ayaklanması" olarak isimlendirilen eylemlerde kesinlikle tek başıma değildim. Köydeki protestolar, bir grup genç tarafından organize edilmişti. O dönemde sömürge güçlerinin, camilerimizi ve buralarda görevli imamları "Taşra Ayaklanması" hareketine karşı kullanması hepimizin tepkisini çekmişti. Biz de bu tepkiyi yansıtmak için böyle çocuksu bir protesto hareketi başlatmıştık. Yaptığımız şey, belki birçok risk barındırıyordu. Belki takip etmemiz gereken en ideal yol ve yöntem de değildi. Fakat her şeye rağmen yaşanan süreçte bir problemin varlığını kavramıştık. Bu kavrayış ve şuur, geçmişte olmayan yeni bir ruh hâlini yansıtıyordu. Bu, durağanlık ya da şaşkınlıktan çıkış demekti. Yani dedemin yaşadığı durağanlıktan ve babamın yaşadığı şaşkınlık hâlinden çıkış.

Mevcut zorlukları, (ruhsal açıdan) yaşadığımız kuşaktaki uyanış ve silkinişin açık delili sayabiliriz. Bu, konunun bir boyutudur. Farklı bir boyuttan baktığımızda ise bizden önce aynı yoldan geçmiş olanların tecrübe ve birikimlerinden faydalanmamızda bir sakınca bulunmayışıdır. Meşhur düşünür Toynbee de zorlukların nasıl fırsatlara dönüşebileceğini vurgulayarak şöyle demiştir: "Zorluklar, yaratıcı tehditlerdir. Çünkü insanları tepki göstermeye özendirirler." Bu tepkinin, fikren ve bedenen yorulup ter dökmeksizin olmayacağı açıktır.

Bu zorlukları, genel olarak Arap toplumunun yaşadığı bir kalkınma ve gelişim krizi olarak da görebiliriz. Her kalkınma vakasında olduğu gibi bunda da yorgunluk, kaygı ve acı gibi hislerin yaşanması tabiidir. Toplum planında yaşanan bu kavga ve mücadele fert planında da yaşanır. Mücadelenin bir cephesinde ferdi, hareketsizlik ve tepkisizliğe çağıran negatif güçler vardır ki bunlar, insan fıtratında var olan kolaycılığa yatkınlık sebebiyle genel kabul görürler. Bir de pozitif güçler vardır ki insanı çalışıp didinmek suretiyle daima yükselmeye teşvik ederler ki milletimizin asıl misyonu budur. Bu güçler, bizi toplumun dinamiklerini müdafaa etmeye, genel olarak ödevlerimizi yerine getirmeye çağırırlar. Gördüğümüz gibi zorluklar, sağlıklı toplumsal hayatın en büyük müjdecileridir.

Bu nedenledir ki yaşadığımız coğrafya üzerinde milletimizi temsil etme makamına gelen şuurlu devlet adamları, bakan ve milletvekilleri karşılaştıkları sıkıntı ve zorlukları kendilerinin ve halklarının mücadele meydanına girme alameti olduklarını iyi bilirler.

Peki, zorluklara yönelik bu bakış bize fayda getirir mi?

Zorlukları, problemlerimizi gösteren işaret levhaları olarak değerlendirmeyi faydalı saysak dahi bu faydanın tam olabilmesi, söz konusu işaret levhalarını şu ya da bu şekilde göğüslememiz gereken toplumsal hastalıklarımızın kanıtları olarak görmemize bağlıdır. Sayın devlet başkanı, bir yerde öğrenci topluluklarına, bir başka zaman işçi topluluklarına hitap ettiği zaman bazı zafiyet noktalarını hissetmiş olmalı ki bunları bir devlet adamına yakışır şekilde ifade etmiştir.

Bu zorlukları bir kalkınma krizinin yansıması, yani hastalık hallerine yahut fiilî hastalıklara benzeyen haller olarak değerlendirdiğimizde bunlara uzman hekimler gibi yaklaşmamız gerekir. Bilindiği üzere uzman bir hekim, tedavi şeklini belirlemeden önce hastalığın yerini ve sebebini teşhis etmeye çalışır.

Peki, burada sözünü ettiğimiz zorlukların sebep ve kaynağı nedir?

Bu soruya soyut ve genel bir cevap verdiğimizde, bu cevabımız hangi türden olursa olsun bütün gelişmiş toplumlar için geçerli olacaktır. Bu bağlamda eski Sovyetler Birliği, ABD yahut Avrupa devletleri arasında çok derin farklar mevcut değildir. Bunların dört kaynaktan doğduğunu görürüz:

Kaynakların ilki şahıslar dünyasındaki aksaklık ve arızalardır. İkincisi fikirler dünyasındaki aksaklık ve arızalardır. Üçüncüsü eşyalar/fiziksel olgular dünyasındaki aksaklıklardır. Dördüncüsü ise bu üç dünyanın birbirleriyle ilişkileri bağlamında ortaya çıkan aksaklıklardır.

Şahıslar dünyasında ortaya çıkıp siyaset veya kültür alanlarında zorluk ve sıkıntıların doğmasına zemin hazırlayan aksaklık yahut arızalar nelerdir?

Şahıslar dünyasındaki aksaklıkları gayet kolay bir şekilde görebilir ve teşhis edebiliriz. Mesela herhangi bir insan topluluğunun içinde kötülüğe davet eden bir zümre bulunabilir. Bunlar esas itibarıyla yıkıcı ve tahripkâr unsurlardır. Bir topluluk içinde bir kesimin yapıcı, bir diğer kesimin yıkıcı olması, şahıslar dünyasındaki aksaklığın en güzel misâlidir. Bir hırsız, bir alkol bağımlısı yahut diğer insanları sömüren birini toplumun yolunu tıkayan taşlar, hatta somut hastalıklar olarak görebiliriz.

Fikirler dünyasındaki aksaklık ve arızalara geldiğimizde, İslam tarihinde bununla ilgili sayısız örnek görebiliriz. Tarihimizde yaşanan zorluk ve sıkıntıların büyük bölümü fikirler dünyasında ortaya çıkan bu arıza ve aksaklıklardan kaynaklanmaktadır. Gayet zor olduğunu bilmeme rağmen, sosyal felaketlere yol açan fikirleri şöyle bir sayıp dökelim desek, sayılmayacak kadar çok olacağını görürüz. Tarih kavramı, esasen şahısların fikir ve fiilleriyle eşyalar dünyasının harmanından başka bir şey değildir. Fikirler dünyasındaki arıza ve aksaklığın birçok şekli olabilir. Örneğin kavramları tespitte düşülen hata, ya da fikirleri sağlıklı yöntemlere bağlayamama bunlardan ikisidir. Sahip olduğumuz mantık yöntemlerinde bir aksaklık meydana geldiğinde, 2 x 2 = 5′tir, diyebiliriz. Bu, fikirler dünyamızda bir aksaklık ve arıza oluşumunun habercisidir. Tarihimizde olup biten de tam olarak budur. Örneğin Cristof Colomb'un Amerika kıtasını "pusula" sayesinde keşfettiğini biliriz. Oysa aynı "pusula", Müslümanlar tarafından bulunmuş bir cihaz olmasına rağmen onları böyle bir keşfe yönlendirmemiştir. Bunun sebebi, belki de o çağda yaşayan Kur'an müfessirlerinden bazılarının dünyanın öküzün boynuzu üzerinde olduğuna inanmaları olabilir. Bu tip fikirlerin insanlardaki teşebbüs ve gayret ruhuna kelepçe vurması muhakkaktır. Bunlar belli bir topluma özgü fikirler de değildir. Dünya toplumlarından niceleri vardır ki bu gibi müfsit ve uyuşturucu fikirler gelişme ve kalkınmalarına mâni olmuştur. Misal olarak ilmin gelişim safhalarının birinde baş tacı edilmiş bir fikri gösterebiliriz. Bu fikir, tabiatın boşluk kabul etmeyişidir. Fizik bilginleri uzun yıllar bu fikre inanmış ve savunmuşlardır. Hâlbuki bu, çürük ve asılsız bir görüştür. Bu fikre göre tabiat, oluşan her tür boşluğu emerek dolduracaktır. Bu fikri savunanların kavramsal prensiplerine göre hareket edersek Mars gezegenine boşluk üzerinden ulaşmamız mümkün değildir. Bu fikrin doğru olduğu varsayımına göre önce evrendeki boşluk hava ile dolacak, yerkürenin çevresi hava tarafından doldurulacaktır. Oysa bu, insan zihninin belli bir dönemde yaşadığı zafiyet sebebiyle düştüğü bir yanılgıdan başka bir şey değildir. İnsanlığı bu yanılgıdan kurtarmak Mariotte'a nasip olmuş ve bu bilgin, söz konusu fikri yeni bir temele dayandırarak şöyle demiştir: Suyun havasız bir tüpte yükselmesi, tabiatın boşluk kabul etmediği anlamına gelmez. Bu, bir yanda suyun basıncı, öbür yanda havanın basıncı arasında belli bir yükseltide oluşan dengelenmeden başka bir şey değildir. Ünlü cıva deneyi, bu basıncın 76 cm yüksekliğinde bir cıva sütununu dengeleyebildiğini göstermiştir.

Aksaklık, eşyalar yani fiziksel varlıklar dünyasında olabilir ve bu da aksaklık ve zorluklara yol açabilir. Bunun somut olarak gözlemlediğimiz biçimi, eşyalar arasındaki uyumun kaybolması ve kendilerinden beklenen işlevleri görmemeleri, hatta felaketlere yol açmalarıdır. Örneğin bir şehri jeneratörle aydınlatmak amacıyla 220 Volt akım üreten bir altyapı kursak, fakat lambalara 120 mumluk ampuller taksak ne olur? Aradaki uyumsuzluk elbette bir felakete yol açacaktır. Gündelik hayatımızda rastladığımız birçok sıkıntı ve zorluğu bu örnekten hareketle açıklamamız mümkündür.

Görüldüğü üzere zorluk ve sıkıntılar genel olarak bu üç kaynaktan doğmaktadır: Şahıslar dünyasından, fikirler dünyasından ve eşyalar dünyasından. Bu hakikati kavradığımızda, bizi yönetenlerin yahut bizlerin hissettiği zorluk ve sıkıntıların hemen hepsinin bu üç kaynaktan doğup beslendiğini biliriz. Zorluklarla ilgili bu genel tanımlamadan sonra, bir de kendi sosyal yapımıza ve sosyal karakterimize özgü daha dar bir tanımlamada bulunmamız gerekir.

Konuşmamızda geçen kriterler ışığında az önce varsaydığımız iki olaya tekrar dönersek görürüz ki hissettiğimiz bu zorlukların arka planı, bir açıdan fikirler dünyasıyla özel bir bağı olan ferde uzanmaktadır. Bu, aydın kesime yönelik hitabımız noktasında geçerlidir. Bir diğer açıdan da eşyalar dünyasıyla özel bağı olan fertlere uzanır ki bu da fabrikatörlere ve işçilere yönelik hitabımız noktasında geçerlidir. Sonuç itibarıyla görüyoruz ki bizim zorluk ve sıkıntılarımız, toplumumuzda yaşanan tecrübe ışığında şahıslar dünyasından kaynaklanmaktadır. Ancak bu şahıslar arasında tip farkları mevcuttur. Bunlardan kimisi fikirler dünyasıyla ilişkili iken, kimisi de üretici yahut tüketici kimliğinde olsun, fertle ilişkilidir. Geçici bir netice olarak bütün bunlardan çıkardığımız ise şudur: Birinci madde olarak şunu ifade ettiğimizde değerlendirme hatası yapmış olmayız ki mesele, öncelikle fikirler dünyasını meydana getiren ve onunla ilişkimizi belirleyen kültürle, ikinci olarak da eşyalar dünyasını meydana getiren ve onunla ilişkimizi belirleyen siyasetle bağlantılıdır.

Ne var ki bu ilk netice üzerinde durup düşündüğümüzde, bir imaj çelişkisiyle karşı karşıya olduğumuzu görürüz. Çünkü zihinlerimizde taşıdığımız imaj, kültürü siyasetin hedefleriyle öyle bir ilişkilendirmektedir ki siyasetin hedeflerini de kültür belirlemektedir. Siyaset, kültür ile ilişkilidir; zira çeşitli araçlarla kültürü destekleyen odur. Bu durumda şu soruyu sormaktan kendimizi alamayız: Yumurta mı tavuktan çıkar, tavuk mu yumurtadan? Yani kültür, yumurta mı, yoksa tavuk mudur? Bu bilmece karşısında biraz şaşkınlık yaşasak da tamamen şeklî bir zorluk olduğu açıktır.

Yapmamız gereken, öncelikle iki kavramı (siyaset/kültür) tanımlamak, birbirlerinden bağımsız olarak bilimsel sınırlarını çizmektir. Yapacağımız tanım, bu iki kavramın birbirlerine nispetle konumlarını belirlemeyip bilimsel netlik ve duyarlılığın da ötesinde pedagojik nitelikte yani pratik bir tanımlama olmalıdır. Elle tutulur gözle görülür net bir zihinsel imaj oluşturmalıdır. Bu vesileyle aydın gençlerimize, zihinlerinde oluşan her türlü fikrin pratik sahada uygulanabilirliğini test etmelerini öğütlemek isterim.

Şu hâlde ilk işimiz, kültür olgusunu yukarıda çizdiğim çerçevede belirlemektir. Sonra bireysel kapasiteleri yönlendiren bir olgu olması bakımından kültürün tanımını yapmaktır. Fert, kültür tarafından yönlendirilen bu kapasiteleri kullanarak bireysel çıkarıyla orantılı biçimde kendi iç yapılanmasını gerçekleştirirken bireysel çıkarın toplumsal çıkarla uyumu dâhilinde toplumdaki yerini yapılandırır. Burada çizdiğimiz çerçeveye, bir boyutuyla ahlak dairesi de girmektedir ki böylelikle kültür, bu çerçeveden çıkarak bilim çerçevesine girmektedir. Bu son çerçevede çizdiğimiz sınırlara gireni şöyle ifade edebiliriz: "Kültür, bireysel kapasitelerin yönlendirilmesidir. Mutlak anlamda, çizilen çerçevenin bu kısmından asla bağımsız değildir."

Siyasete gelince, onun çerçevesini, toplumsal kapasitelerin yönlendirilmesi olarak belirleyebiliriz. Böylelikle toplumun iç yapılanmasını gerçekleştirirken dışarıda da konumunu gerçekleştirir. Sosyal kapasiteleri genel bir analize tabi tuttuğumuzda bunların her şeyden önce bir araç ve amaç olarak ferdi içerdiğini görürüz. Toplumsal kapasiteler, fertten doğan ve yine ona dönen enerji ve potansiyellerdir. Düzgün fert, toplumun inşasına katkıda bulunduğu zaman, harcadığı enerji kendisine bireysel kapasitelerini doğru yönlendirecek sosyal güvence ve teminatlar olarak geri döner. Şu hâlde kültür ile siyaset arasında bir sıralama ve öncelik arayışı değil dayanışma ve işbirliği vardır.

Burada yapı, canlı organizmanın tabiî yapısı gibidir. Yani tabiat insanın önce parmağını, sonra saçını yapmaz. Bunların hepsini belli bir eşgüdüm içinde ortaya çıkarır.

Sonuç itibarıyla mesele, toplumsal değerlerin sıralaması meselesi olmayıp canlı bir organizma gibi dayanışma ve işbirliği içinde olmalarıdır. Canlı organizma, bütün organlarıyla eşgüdümlü bir şekilde büyüyüp gelişir. Dolayısıyla herhangi bir insanda kafa yetişkin ebatlarında iken diğer organlar bebeğinki ebatlarında olmaz.

Kültür ile siyaset arasındaki bu eşgüdüm ve koordinasyon, birey kanalıyla tahakkuk eder. Çünkü toplumsal güç ve potansiyelleri yönlendiren şuurlu unsur odur.

İşte bu sebepledir ki zorluk ve sıkıntıların tamamının kaynağı bireyin oluşum ve yapısında, yani şahıslar âleminde ortaya çıkar. Bu âlemi incelemeye başladığımızda, toplumdaki en önemli zorluk ve sıkıntıların da izini sürmeye başlamış oluruz. Bu süreçte yapmamız gereken, bir kimyagerin kullandığı yöntemi takip etmek olacaktır. Bilindiği gibi kimyagerler, bir maddeyi analiz etmek istediklerinde ondan bir numune alırlar. Zira onun tamamını analiz etmek genelde imkânsızdır. Biz de herhangi bir toplumu oluşturan şahıslar âlemi hakkında bir şeyler söylerken, esasen onu oluşturan bazı fertlerden bahsederiz. Bu insanların gerçeklerini, bunlardan kaynaklanan sorun ve sıkıntıları tespit ettiğimizde o toplumdaki şahıslar âleminin yaşadığı sorun ve sıkıntıları da belirlemiş oluruz.

Ferdin yapısal oluşumunu tahlil ederken bir hususu çok iyi gözlemlememiz gerekir. Maksadımıza ulaşmanın en kestirme yolu da budur. Şöyle ki insan, tarihin belirlediği sınırlar içinde yaşayan bir organizma olması itibarıyla değişmez. O, ancak toplumsal bir organizma olması itibarıyla değişir. Tarih, insanın kılını bile değiştirmekten acizdir. O ancak, insanın toplumsal nitelikleri ve pratik mantık açısından faaliyeti üzerinde arttırıcı veya eksiltici bir rol oynayabilir. Bana göre yüzyılımız eşyaya bu bakış açısıyla, toplumsal sorunlara da "faaliyet" açısından yaklaşmalıdır. Elbette bu, her şeyden önce bir üretim aracı olması iddiasıyla insanın diğer yönlerini göz ardı etmemiz anlamına gelmez. "Faaliyet" kelimesinin anlamı, insanın insanîliği boyutunun olabildiğince daraltılmasına bağlıdır. Nitekim ideolojik rakiplerini eleştirme konumunda batılıların birçoğu, mantık olarak bu tip değerlendirmelere dayanırlar. Hasımlarına genellikle "siz insanı bir üretim aracına indirgemek istiyorsunuz!" suçlamasını yöneltirler.

Biz elbette böyle bir anlamı kastetmiyoruz. Her şeyden önce Doğulu ve Müslüman olmamız gereği sahip olduğumuz manevî değerler, bu tarz bir aşırılığa sapmamıza engeldir. Kaldı ki inancımızın odağını oluşturan Kur'an-ı Kerim, "Biz Âdemoğullarını şereflendirdik" (İsrâ, 17/70) buyurmak suretiyle insanoğlunu bir hayli yüksek bir mevkie oturtmuştur. Buna göre insan, toplumdaki görev ve misyonunun belirlenmesi sürecinde her şeyin üzerinde bir yere sahiptir. Çünkü o, bizzat Allah tarafından şereflendirilmiş bir varlıktır.

Ferdi, toplumda ortaya çıkıp kendisini, ailesini ve çocuklarını da etkileyen sorun ve zorlukların kaynağı olarak ele aldığımızda şu hususu kesinlikle hatırdan çıkarmamamız gerekir. Ferdin değeri iki denklem içerir: Bunların ilki "insan", yani Yüce Allah tarafından yaratılmış ve şerefli kılınmış bir canlı olması sıfatıyla sahip olduğu denklemdir. Tarih, insanın bu denklemi üzerinde herhangi bir değişiklikte bulunamaz. Diğeri ise sosyal bir canlı olması denklemidir. İşte bu ikinci denklem, tarihin olağandışı gelişmelerinden ve zamanın getirdiği hadiselerden etkilenir. Nuh Peygamber kadar bir ömür verilen, yani dokuz yüz elli sene yaşayan bir insan, sosyal bir varlık olması itibarıyla geçirdiği birçok farklı evreye tanık olacak, sahip olduğu denklemin yaşanan dönemlere bağlı olarak ne tür değişimler geçirdiğini görecektir.

Peki, insanın sosyal değeri üzerinde değişiklere yol açan, onu bazen zirvelere çıkartıp bazen de yerin dibine geçiren bu aşamalar nelerdir?

Bu soruya cevap vermeden önce çok uzun zaman önce tanık olduğum bir olayı anlatmam gerek. Mevcut düşünce yapımın oluşum sebebi de muhtemelen bu hadise olmuştur. Bundan yıllar önce doğruluk, dürüstlük ve yüksek ahlakıyla tanıdığım Cezayirli bir arkadaşım vardı. Devrin Cezayir ulemasından bilgi dağarcığı hayli geniş bir insandı. Bu meziyetlerinin yanı sıra ekonomik olarak da eli dar bir kişiydi. Yani kazancı, bir aile reisi olarak ihtiyaçlarını ucu ucuna karşılardı. Arkadaşımın ihlâsı ve ahlakının kuvveti hakkında daha iyi bir kanaate sahip olmanız için şöyle bir örnek verebilirim. Bir gün rahatsızlığı sebebiyle kaldırıldığı hastanede kendisini ziyaret gitmiştim. Acı çektiği ve can sıkıntısı içinde olduğu yüzünden belliydi. Sebebini sorduğumda şöyle dedi: "Artık cihat edemeyeceğim için öyle üzgünüm ki anlatamam."

Yıllar sonra aynı dostumla Marsilya'da bir kahvehanede oturuyorduk. Başından geçen felaketleri anlatıp yaşadığı geçim sıkıntısından serzenişte bulundu. Sohbetimiz bittikten sonra işi olduğunu söyleyerek bana veda etti ve kahveden ayrıldı. Kahvede tek başıma oturmuş, dostumun durumunu düşünüyordum. Ben böyle derin düşüncelere dalmışken kahveye yaşlı ve fena bir Fransız kadın girdi. Yaşadığı sefil hayatın izleri yüzüne vurmuştu. Ağzından çıkan şarap kokusu en uzaktakileri dahi rahatsız edecek ölçüde keskindi. Kahvenin tam ortasında durdu ve gayet çirkin bir sesle şarkı söylemeye, tek ayağı üzerinde dans etmeye başladı. Bu itici gösterinin ardından elini kahvede oturanlara uzatarak bahşiş toplamaya başladı. Yaşlı ve fena görünüşlü kadın, cömert Fransızların bahşişleriyle az önceki dostum ve ailesine bir hafta yetecek parayı bir anda toplayıverdi!

O an kafamda şöyle bir soru canlandı: Böylesine değerli ve ihlâslı bir insan müreffeh bir hayattan mahrum kılınırken hiçbir ahlakî erdemi olmayan bir kadın nasıl böyle para içinde yüzebiliyordu? İşte o zaman anladım ki, ferdin hayatı kendi özel dünyası ve kişisel yeteneğiyle değil, her şeyden önce yaşadığı toplum ile arasındaki ilişkiye göre belirlenen bir süreçti. Toplum, onurlu bir hayat için ferde çeşitli güvenceler sunuyordu. Bu yaşlı ve fena kadın dahi söz konusu güvencelerden payını alarak hayat dairesinin dışına itilmiyordu. Avrupa'da bunun örnekleri çoktu. Hâlbuki erdemli ve ahlaklı dostum, aynı güvence ve vasıtalardan yoksun olduğu için geçim derdinden bir türlü kurtulamıyordu.

Görüldüğü üzere mesele bir fert değil bir toplum meselesidir. Söylediklerimizin daha iyi anlaşılabilmesi için derim ki: Bana göre bireye musallat olan zorlukların, habire yolunu kesen sıkıntı ve engellerin kaynağı, sırf kendisi değil, aynı zamanda yaşadığı toplumla ilişkisidir. Gelişmiş ve uygar bir toplum, değeri ne olursa olsun ferde insanca yaşama güvencelerini sunar. Geri kalmış bir toplum ise bu güvenceleri sunmaz, sunma imkânından yoksundur. Çünkü hayat bir bütün olarak mükemmele ulaşır. Dolayısıyla herhangi bir toplum, diğer alanlarda imkânları kısıtlı ve dar iken bu alanda bir sorumluluğu layıkıyla üstlenemez.

Dolayısıyla ferdin medeniyet ile ilişkisinden bahsederken, onun medeniyetle ilişkisinin ya da o medeniyet içindeki yerinin üç aşamalı bir süreç izlediğini göz önünde bulundurmamız gerekir. İnsan ya medeniyet öncesi dönemdedir ya medeniyet nimetlerinin tam ortasında onlardan istifade ederek yaşamaktadır ya da medeniyet dairesinden çıkmıştır. Bu üç dönem, birbirlerinden tamamıyla farklı süreçler ifade eder. Bu taksim ile yetinmemiz hâlinde dahi medeni insanın, gayri medenî insandan tamamen farklı olacağı anlaşılabilir. Ancak medeniyet dairesinden çıkmış insan ile bu daireye hiç girmemiş insan arasında farklı bir oransallık tespit etmemiz gerekir. Medeniyet dairesinden çıkmış olan insan, bazı kalıntılara sahiptir. Bu ise, medeniyete hiç girmemiş bir topluma göre daha fazla zorluk ve sıkıntıya kaynaklık eder.

Ferdin durumunu bu yönteme göre ele alıp incelediğimizde şunu rahatlıkla görebiliriz: Arap milleti olarak bizler, bugün medeniyetin hangi aşamasında bulunursak bulunalım, ister medeniyet öncesi ister medeniyet sonrası süreci yaşıyor olalım, yeni bir medeniyet inşa etmemiz şarttır. Zira milletimizin dâhil olduğu planlar, açıkça ifade etsek de etmesek de nihaî tahlilde tek bir şeyi hedeflemektedir: Bir medeniyet kurmak. Bizler, ferde sosyal güvenliği garanti eden, dünya çapında güvenlik ve asayişi destekleyen bir toplum olma irademizi dile getirdiğimizde yahut milletimizin temel ekonomik veya toplumsal sorunlarını araştırmak istediğimizi söylediğimizde bütün bunları gerçekleştirme aşamasına varmamızın aynı zamanda medeniyetin şartlarını oluşturduğu bir hakikattir. Zaten bu şartların, medeniyet dışında bir kaynaktan çıkması da söz konusu değildir. Bunlar, ancak yeni bir medeniyet dairesinde gerçekleşebilecek hususlardır. Fertten kaynaklanan ve sürekli önüne çıkan zorluk ve sıkıntılar sorunu üzerinde kafa yorduğumuz vakit, ferdin medeniyete dönüşü veya ona girişi meselesi üzerinde düşünmemiz gerekir. Bunu yaptığımızda, bu tür özel zorluklarla neden yüzleşmek zorunda kaldığımızı da görürüz. Çünkü bizler, tarihsel bakımdan ya ferdin medeniyete geçişi ya da ondan dönüşü noktasında bulunmaktayız. Bu durumdaki insanın iki zıt gücün etkisi altında kalacağı aşikârdır:

  • İnsandaki alışkanlıklara bağlılık sıfatını kullanarak onu geri döndürmeye çalışan negatif güçler.
  • Geleceğini inşa etmesi için onu devamlı ileri doğru iten pozitif güçler.

Medeniyete ulaşma sürecinde içimizdeki pozitif güçlerin zayıf düşmemeleri esastır.

Peki, medeniyete girmemizi veya ona tekrar dönmemizi sağlayacak yollar nelerdir?

Medeniyete açılan ilk kapı, sorunlara karamsar değil iyimser bir bakış açısıyla yaklaşabilmemizdir. Zira karamsar bir bakış açısıyla yaklaşmak, onları çözümü imkânsız problemlere dönüştürür. İmkânsızı başarabileceğimizi düşünmekse abestir. Bu zihniyet biz Müslümanlarda iyice yerleşmiş durumdadır. Bir şeyi neden yapmadığımız sorulduğunda cevabımız hazırdır: İmkânsız.

Bu tehlikenin tam karşısında ise kolaya ve basite alma psikoloji yatmaktadır. Bu psikolojiyle hareket ettiğimizde ise olayları ve eşyayı basit ve önemsiz görürüz. Meselâ Cezayir'de Yahudi azınlığa her zaman hor görerek, hiçe sayarak baktık. Siyaset ve ekonomide gayet açık ve bariz olan kuvvetlerini, hakkıyla ölçüp değerlendiremedik. Amerika, İngiltere ve Fransa gibi büyük devletlerin Yahudileri daima desteklediklerini biliyorduk. Buna rağmen onlar için hep "Değersiz bir azınlık, üfürsek uçarlar" deyip geçtik. Maalesef uçmadılar!

Şu hâlde her iki psikolojiden de yani, imkânsız görmekten de kolaya ve basite almaktan da bir an önce kurtulmamız gerekir. Ortada ne imkânsız, ne de kolay bir şey vardır.

Medeniyete dönmemizi sağlayacak ikinci kapı, ödev bilinci kapısıdır. Bizler, sosyal, siyasal ve kültürel mantığımızı hak kazanma arzusundan çok, ödev bilinci prensibine dayandırdığımızda medeniyet yolunda bir kapıyı daha aralamış oluruz. Fert, yapısı gereği hak kazanmak isterken ödevlerden hoşlanmaz. Dolayısıyla ondan, haklarını talep etmesini istememize gerek yoktur. Fıtratı bunu zaten güvence altına almaktadır. Aydınlarımız, siyaset adamlarımız ve diğer iktidar sahiplerinin asıl yapması gereken, fertlerin himmet ve gayretlerini ödev bilincine yönlendirmektir.

Yükselen ve kalkınan toplum, haklara karşılık ödevleri bakımından fazlalığa sahip bir toplumu ifade eder. Bu fazlalığın önem ve değerini daha iyi kavrayabilmeniz için güncel bir konu üzerinde kafa yormamız gerekir. Örneğin Hindistan, belli bir üretim fazlasına sahip olduğu için yıllık gayri safi milli hâsılasının % 2′sini, yeni projelerin finansmanında kullanmaktadır. Çin ise % 16′sını kullanmaktadır. Oysa Asya'da en önce Gandi halkını ödev bilincine çağırmış, buna özendirmiştir. Kur'an-ı Kerim de Müslümanları önce ödev ve sorumlulukları gözetmeye, bunların gereklerini yapmaya davet etmiştir. Haklar doğal olarak bunu takip etmiştir.

Zorluk ve sıkıntılar sorununa dair sizlerle paylaşmak istediğim gözlemlerim bunlardı.

Selam ile."

FİKRİYAT

2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN