Seyyahların gözünden Osmanlı'da Ramazan
Kanuni devrinde Avusturya elçisi sıfatıyla İstanbul'da bulunan Busbecq'in hatıralarında Osmanlıların Ramazan ayını idrak edişini anlattığını biliyor muydunuz? Dünyaca tanınmış seyyahların kaleme aldıkları hatıralar, Osmanlı'nın gündelik hayatına dair önemli bilgiler ihtiva ederler. Sizler için, seyyahların gözünden Osmanlı'da Ramazan nasıldı? Kısaca derledik.
Önceki Resimler için Tıklayınız
Karargâhta bilhassa ramazan ayında büyük bir sessizlik hüküm sürer. Türklerde askeri disiplin ve geleneklere bağlılık çok kuvvetlidir. Hiçbir suç cezasız bırakılmaz. Ordudan ayırma, başka bir alaya sürgün edilmeden tutunda rütbe ve memuriyetin geri alınması, mallarının müsaderesi, dayak ve idama kadar çeşitli cezalar verilir. Sürgün cezası umumiyetle hudut boyundaki garnizonlara gönderilme şeklinde oluyor ki sürgün edilenler oralarda çeşitli hakaretlere hedef olduklarından bu ceza ölümden bile ağır geliyor onlara. Daha ağır suç işleyenler sürüldükleri yerde ölüme mahkûm ediliyorlar. Böylece bir yeniçeri ocağında değil de alelade bir askeri sınıfında ölüp gidiyorlar."
Dünyaca tanınmış ünlü İtalyan edibi Edmondo De Amicis 1874 yılında geldiği İstanbul'da büyük bir heyecanla ve renkli üslubuyla kaleme aldığı "Costantinopoli'' adlı eserinde İstanbul'un sosyal ve kültürel hayatı hakkında önemli ipuçları vermektedir.
Müslümanlar bütün gece boyunca bol bol yiyip içer ama imsakla beraber, dini kaideye riayet ederler ve kimse bunu alenen ihlal etmez. İstanbul'da Arabi ayların dokuzuncusu olan ve Müslümanların oruç tuttukları Ramazan ayında bulunduğum için her akşam yazmaya değer bir sahne gördüm. Bütün Ramazan boyunca Türklere güneşin doğuşuyla batışı arasında yemek yemek, su içmek, tütün içmek yasaktır. Hemen herkes bütün gece boyunca bol bol yiyip içer ama imsak dedikleri vakitle beraber dini kaideye riayet ederler ve kimse bunu alenen ihlal etmez.
Bir sabah arkadaşımla ben, bir tanıdığımızı, Hünkâr yaverlerinden birini ziyaret etmeye gittik. Hiçbir batıl fikri olmayan bu genç zabiti Saray-ı Hümayunun giriş katındaki bir odada elinde bir fincan kahve ile bulduk, Yunk: ''Nasıl, güneşi doğuşundan sonra kahve mi içiyorsunuz?'' diye sordu. Zabit omuz silkip Ramazana da oruca da aldırış etmediğini söyledi; fakat tam bu sırada kapı ansızın açılınca, fincana saklamak için öyle çabuk bir hareket yaptı ki, kahvenin yarısı ayaklarına döküldü. Bu küçük hikâyeden, bütün gün halkın gözü önünde olan kimselerin Ramazan'a hürmeten bu ayda bir şeyler yiyip içmemeye özen göstermesi gerektiği neticesi çıkarılabilir.
Mesela sandalcılar… Buna inanmak için onları güneşin batışından birkaç dakika önce Galata Köprüsü'nden görmeye gitmelidir. Dinlenenleri, kürek çekenleri, hemen oracıktakileri, uzaklaşmış olanları sayınca bin civarında sandalcı görürsünüz. Şafaktan beri hiçbir şey yememişlerdir, açlıktan üzerlerindeki rehavet hissedilebilinir, yiyecekler iftariyelikler kayıkta hazır durur, bir güneş bir yemeğe, bir yemeğe bir güneşe bakarlar.
Güneşin batışı top atılarak bildirilir. Arzuyla beklenen bu andan önce ağızlarına bir yudum su ve bir lokma ekmek koymaları mümkün değildir. Birkaç defa, Haliç'in bir köşesine bizi götüren sandalcıları yemek yemeye teşvik ettik; güneşi gösterip daima: ''Yok' Yok! Yok!'' diye cevap verdiler.
Güneş dağların arkasında yarı yarıyadan fazla kaybolunca nevalelerini büyük bir zevk ve heyecanla hazırlamaya başladılar. İnce bir ışık kavisinden başka bir şey görünmeyince, istirahat edenlerin, kürek çekenlerin, Haliç'i geçenlerin, Boğaz'da kayıp gidenlerin, Marmara denizinde dolaşanların, Asya sahilinin en tenha körfezlerinde demir atmış olanların hepsi iftarlıkları hazır, gözleri neşe içinde batıya doğru dönerler ve bir ateş noktasından başka bir şey kalmayınca, bin iftariyelik bin ağıza götürülür.