Muhammed İkbal’in 10 farklı portresi
Pakistan'ın milli şairi ve yirminci yüzyılın büyük Müslüman filozofu Muhammed İkbal'in amacı, mistik hayallerin içinde yolunu şaşırmış ya da Avrupa'nın ihtişamından gözleri kamaşmış dindaşlarının, Müslümanların kutsal merkezine dönmelerini sağlamaktı; bunu da eserleriyle yapıyordu. Muhammed İkbal'i ölüm yıl dönümünde 10 farklı portresi ile rahmetle anıyoruz.
Önceki Resimler için Tıklayınız
1923'de Peyam-ı Maşrık'ı yayımlamıştır. Bu eser meşhur Alman şairi Goethe'nin (d.1749-ö.1832) Doğu-Batı Divanı adlı eserine doğulu bir şairin cevabı olarak yazılmıştır. İkbal, bu eserini derinden saygı duyduğu Afgan Kralı Emanullah'a ithaf etmiştir. Esrar-ı Hôdi' nin 1920'de Nicholson tarafından İngilizceye tercüme edilmesi, İkbal'in hem Avrupa'da şöhret kazanmasını hem de ülkesindeki itibarının son derece yükselmesini sağlamıştı.
Onun şiirinin bir tek temel hedefi vardır: Müslümanlara, gerek fert gerekse ümmet olarak kendi kişiliklerini geliştirip güçlerini yeniden kazanmalarını öğretmek.
Muhammed İkbal'in mermer sandukası – Keşmir / Pakistan
Türk milletinin yakın tarihteki sıkıntılarıyla ilgilenen İkbal, bu ilgisini daha 1911'de Trablusgarp Savaşı şehidleri için yazdığı şiiriyle terennüm etmiştir. Burada İkbal, huzuruna çıktığı Hz. Peygamber'in kendisine hediye olarak ne getirdiğini sorması üzerine cennette bile bulunmayan bir hediye getirdiğini söyleyerek içinde Türk şehidlerinin kanının bulunduğu şişeyi Resûlullah'a sunar. İkbal, sömürgecilik döneminde bağımsızlığını koruyabilen tek müslüman millet olarak övdüğü Türkler'i aynı zamanda "İslâm rönesansını" gerçekleştirebilecek potansiyele sahip olarak da görmektedir.
Türklerin gerek İslâm tarihindeki rolleri gerekse Trablusgarp, Balkan, I. Dünya savaşları ve Millî Mücadele'deki kahramanlıkları İkbal'in hayran olduğu ve gelecek için ümit beslediği özelliklerdir. Saltanatın kaldırılıp hilâfetin ilga edilmesi de İkbal tarafından alkışlanmış ve cesur bir ictihad olarak İslâm dairesinde değerlendirilmiştir. Ona göre müslüman milletler içinde sadece Türkler dogmatizm uyuşukluğundan kurtulabilmiş ve entelektüel hürriyet bilinciyle kendilerini yenilemek yolunda mesafe almışlardır. Ancak İkbal, sonraki yıllarda ortaya çıkan gelişmeleri ve Batılılaşma hareketlerini bir geçiş dönemi zarureti gibi görmek istemişse de böyle olmadığı neticesine varınca bunları Câvidnâme'de açık şekilde eleştirmiş ve üzüntüsünü dile getirmiştir.
İkbal, kökü Avrupa'da alan ve İslam dini ve dünyasını etkileme gayretinde görülen bütün "izm"li akımlara da şiddetle hayır demişti. Onun felsefesinde ne nasyonalizme, ne kapitalizme yer vardı. Gerçek bir mümin, bu yabancı ve dejenere olmuş fikirlerle, akımlarla sonuna kadar savaşmalı ve iradenin kılıcıyla mücadele etmeliydi. Gerçek bir dindar ve mümin Iran mistisizminin hayallerle örülmüş gül bahçelerinden de artık çıkmalı ve İslam'ın vatanı olan, Arabistan'ın yakıcı çöl güneşinde kendini bulmalıydı.
İkbal de çağdaşları gibi Avrupa'yı sadece "parlak ama katı bir beyin", Doğu'yu ise bir "sevgi sentezi" olarak görüyordu. Orta Çağ'dan beri bilinen ve hatta Alman romantiklerinin de özlemi olan bu görüşü İkbal sık sık şiirlerinde ve diğer eserlerinde dile getirmiştir. İkbal, batının teknik ve bilimsel üstünlüğünün elbette kabul ediyordu, fakat diğer İslam bilim adamları gibi o da, batı dünyasının Orta Çağ İslam bilimlerinden faydalandığını, hatta onun etkisinde kaldığına inanmıştı. Fakat İkbal batı dünyasının bilinçsiz ve sadece dış görünüşüyle taklit edilmesinin faydasız olduğuna da inanmıştı. Şöyle diyordu İkbal; "İlim aslında kötü bir şey değildir, ama hiçbir zaman sevgiden kopmamalıdır. Sevgiyle birleştiği zaman harikalar yaratabilir."