Filistin Davasının Uluslararası Hukuk Ve Küresel Vicdan Boyutu - Fikriyat
Uluslararası hukukun ve küresel vicdanın en ağır sınavlarından birini verdiği Filistin davasını, hukukçu akademisyen Muhammed Huzeyfe Küçükaytekin ile konuştuk. Sumud Filosu'ndaki mücadelesiyle ve Mikeno gemisindeki direnişiyle tanıdığımız Küçükaytekin; ateşkesin hukuki geçerliliğinden, evrensel adalet kavramının göreceliğine, halkın adalet arayışı olan boykota ve hafıza soykırımına karşı duruşa kadar tüm boyutları değerlendirdi.
Özge Özkul: Hocam öncelikle hoş geldiniz demek istiyorum. Davetimi kabul ettiğiniz için de teşekkür ederim hocam. Nasılsınız?
Muhammed Huzeyfe Küçükaytekin: Öncelikle ben teşekkür ederim. Değer verdiniz, bizi yayınınıza çağırdınız, okuyucularla bizi buluşturacaksınız inşallah. Bu bizim için çok değerli bir şey. Çünkü ilk baştan beri şunun üzerine basıyorduk: Hem yolculuk sürecinde hem yolculuk sonrasında, ortada bir kazanım ya da bir başarı varsa, bunu hep beraber başardık. Hep beraber bu yolda bir mücadele verdik. Ondan ötürü bu yolculuk sonrasında yaptığımız çalışmaları da çok değerli görüyorum. Çünkü kazanımlar bir noktaya geldikten sonra, bunun hem hukuki açıdan hem de toplumların kalplerinde daha uzun vadede izler bırakması açısından sonrasındaki çalışmalar çok değerli. Sizin şu an yapmış olduğunuz bu yayın ve bunun metne dönecek hali, bizce çok değerli. Elhamdülillah ben iyiyim. Bosna'dayım, Saraybosna'da ikamet ediyordum. Şu an ikinci vatanıma dönüş yapmış bulundum.
ÖÖ: Çalışmalara devam ediyorsunuz değil mi hocam?
MHK: Evet, şu an burada devam ediyoruz. Tam iş başı yapmadım aslında, üniversitede değilim şu an. Biraz daha Sumud sonrasında hem hukuki işlerle ilgilenmeye, arkadaşlarla beraber destek olmaya çalışıyorum. Hem de edebi metinlerle biraz daha hemhal oluyoruz.
ÖÖ: Orada akademisyenlik yapıyorsunuz değil mi?
MHK: Evet, ben üniversitede araştırma görevlisiyim. Benim asıl alanım mülteci hukukuna biraz daha yatkın. Hukukta "returnees" (geri dönenler) diye bir kavram var; geri dönenlerin entegrasyon sürecindeki hukuksal dayanakları üzerine çalışıyorum. Dar bir alanda çalışmayı yürütüyorum genelde. Ama onun dışında hukukun diğer dallarıyla ilgili de (Roma hukuku, hukuk felsefesi, eşya hukuku) üniversitede derslere giriyoruz.
ÖÖ: Gündemimiz, yaşanan bu büyük acıların gölgesinde varılan bir ateşkesle devam ediyor. Öncesinde iyi niyet beyanlarını da gördük. Ancak hepimizin aklında aynı soru var: Bu siyasi adımlar gerçek bir adalete dönüşecek mi sizce? Bu adımlar Filistin ve diğer Müslüman coğrafyaları nasıl etkileyecek?
MHK: Bu soru aslında çok katmanlı bir soru ve biraz daha ilerleyen süreçte görebileceğimiz bir sonu var. Ama geçmişe, özellikle İsrail meselesinin daha önceki tecrübelerine bakarsak, maalesef çok pozitif bir ilerleme göremeyeceğimizi düşünüyorum. Tabii bununla beraber, şu an dünya çapında çok ciddi bir uyanış oldu. Son yapılan ateşkes anlaşmasının maddelerinden biri şuydu: Günlük 600 adet insanî yardım tırı girecek. Şu an (anlaşmadan sonra) toplam giren tırların sayısı 859'u aşamadı diye biliyorum. Baktığımız zaman, daha ilk haftalarında olmamıza rağmen ateşkes, maalesef ulaşılması gereken ve maddeleri uygulanan bir sözleşme halinde değil. Bununla beraber saldırılar devam ediyor. İki gün önce 100 farklı noktaya havadan saldırı gerçekleştirdi İsrail Siyonist rejim. Bu sözleşme kendi başına çok bir kazanım elde etmeyebilir. Ama bizim Sumud Filosu'yla beraber ciddi bir kazanımımız vardı: Halklarda ciddi bir uyanış oldu ve halkların hükümetleri değiştirebilme, hükümetlere baskı yapabilme gücü ortaya çıktı. Yani sivil hareket artık üst tabakanın ya da yöneticilerin boyunduruğu altında değil; artık yöneticileri boyunduruğu altına alan bir noktaya geldi. Bunu özellikle Avrupa toplumlarında çok rahat görebiliyoruz. Niye? Çünkü baktığımız zaman, Avrupa'daki İspanya gibi çok nadir ülkeler dışında bütün hükümetler devlet düzeyinde İsrail'e destek çıkıyor. Batının öncülüğünde Amerika, İngiltere, Almanya, Fransa, Hollanda gibi ülkelerin hepsi soykırım karşısında yer almaktansa, soykırımı isteyen tarafta yer alıyor. Oradaki toplumların insanlığın ve vicdanın tarafında olması, hükümetleri boyunduruk altına almış olması, onlara baskı kurabiliyor olması, eğer bu ateşkesle beraber bir kazanım sağlanabilecekse, bu oradaki halkların ve bizlerin göstereceği tepkiler ve gündemlerle beraber bir noktaya varabilir. Bundan ötürü sivil hareketlerin görevi burada bitmiş değil bence. Sivil hareketler her alanda çalışmaya devam etmeli. Ama daha önceki süreçlere baktığımız zaman, İsrail maalesef bütün ateşkes anlaşmalarını ihlal etti. Bunu da ihlal ediyor. Yine tabiri caizse bir kabadayı rolüne bürünerek, istediği zaman Refah'ı açıyor, istediği zaman kapatıyor. Gazze dışındaki halklar olarak görevimiz bitmedi, bu alanda çalışmaya devam etmemiz gerektiğine inanıyorum.
ÖÖ: Hocam, dediğiniz gibi saldırılar devam ediyor. Hatta şimdi "görünmez sarı hat" diye bir mesele var. İsrail onun gerisine çekileceğini söyledi ama böyle bir sarı hattı kimse bilmiyor. Neresinden nereye çekilecek? Bu nasıl bir adalet? Bunu nasıl açıklayabiliriz?
MHK: Aslında onu açıklayabilecek bir kavramımız yok. Zaten iki gün önce Ben-Gvir'in yaptığı konuşmayı herkes duydu. Ne kadar ikiyüzlü ne kadar bütün hukuki metinleri ihlal eden bir muhatabımız olduğunu bir kere daha gördük. "Bütün rehinelerimizi geri aldık, artık tekrardan Gazze'yi cehenneme çıkan bir kapıya çevirmemiz gerekiyor" diye bir ülkenin bakanı açıklama yaptı. Bütün dünyanın karşısında bunu yayınlamaktan da ar etmedi. Karşımızda hukuk tanımayan bir oluşum var. Ondan ötürü, bu ateşkes sözleşmesine çok fazla dayanabileceğimiz bir durum yok. O dediğiniz sarı hat bölgesi de gerçekten muğlak bir şey, daha belirlenmedi. Çünkü sözleşme üç kademeli ilerleyecekti, daha ilk kademesini bitirebilmiş değiller. İlerleyen süreç nasıl geçecek? Gerçekten bütün insanlık olarak şu an beklemedeyiz. Ne yapabileceğimizi bilemiyoruz. Bundan ötürü çalışmaların devam etmesi çok önemli.
ÖÖ: "Adalet evrenseldir" diyoruz. Fakat zulmün hep aynı coğrafyalarda yoğunlaştığını görüyoruz. Hukukun, bu toplumsal gruplar arasındaki güç mücadelesinin bir ürünü olduğunu düşündüğümüzde; egemen güçlerin kendi kurallarını dayattığı bir coğrafyası olduğunu söyleyebilir miyiz?
MHK: Burada Aliya İzzetbegoviç'ten bir alıntı yapmak istiyorum. Allah rahmet eylesin, Aliya bu konularda bize çok değerli dersler veren bir mütefekkir. Diyor ki: "İnsanları tek tek sevemeyenler, 'hümanizm', 'insanlık' adı altında hem vicdanlarını rahatlatıyorlardı hem de insanları daha rahat kullanabiliyorlardı." Gerçekten baktığımız zaman, bu adaletin evrensel oluşu çok sıkıntılı ve çok göreceli bir kavram. Malumunuz, benim de bulunduğum coğrafyada Srebrenitsa katliamı yaşandı. Batı ülkeleri buradaydı ve bu katliamlar onların izinleriyle gerçekleşti. Srebrenitsa katliamı gerçekleşirken Hollanda Birliği, kendi elleriyle oradaki tamamen sivil bir halkı Çetniklere, milliyetçi Sırplara, faşistlere teslim etti. Biraz da geçmişe bakarsak, mesela Fransız Devrimi'nden herkes bahseder. İnsan haklarının, sivil hakların elde edildiğinden bahsederiz. Ama aynı tarihlere baktığımız zaman, aynı Fransa, bu devrimle eş zamanlı olarakCezayir'de, insan tarihinin en acı soykırımlarını, vahşetini, işkencelerini yapıyordu. Ondan ötürü "evrensellik" kavramı maalesef çok göreceli bir şey. Ve haklı olmak yeterli olmuyor. Haklı olmanın yanında güçlü olmanın gerektiğini görüyoruz. Çünkü özellikle Müslüman coğrafya bu konuda ciddi ızdırap çeken bir coğrafya. Bu sadece Filistin merkezinde değil; birçok Müslüman coğrafyada benzer zorlukları, benzer sınavları yaşıyoruz. Yani Uygur Müslümanlarının yaşadığı zulüm ya da zamanla Bulgaristan'daki Müslümanların (Türklerin, Pomakların, Tatarların, Torbeşlerin) yaşadıkları zulüm ve soykırımlar birbirinden bağlantısız değil. Ama eğer haklı olmanın yanında belli bir güce ya da belli alanlarda söz sahipliğine sahip olunmadığı zaman, gerçekten bu tür "evrensel" diye sloganik bir şekilde bize gösterilen adalet kavramı çok sloganik kalıyor. Bunu uygulayabileceğimiz alan elimizde kalmıyor. Bunu Filistin'de bir kere daha gördük, bugün de görüyoruz. Ortada hukuki garantör ülkelerin bulunduğu bir sözleşme uygulanamıyor. Garantörler şu an yine bir şey yapmıyorlar ya da yapamıyorlar. Evrensel dediğimiz adalet kavramı, çok sınırlı alanda, güçlünün istediği zaman uygulayabildiği; "adalet ve demokrasi" sloganı altında farklı coğrafyalara girip en büyük katliamları yapabildiği bir söyleme dönüşüyor. Bunu Irak'ta da gördük. "Demokrasi ve barış getirmek" sloganıyla Amerika'nın gidip orada yaptıklarını hala kaynaklarda görebiliyoruz. "Evrensel" kavramını gerçekten çok genişe yayamıyoruz. Cihanşümul (herkesi kapsayıcı) değil; sadece güçlünün uyguladığı sloganik bir kavram diyebiliriz.
ÖÖ: Hukuk sistemi en başından beri belirli aktörleri koruyacak şekilde mi dizayn edilmiş? Buna varabiliyor muyuz?
MHK: Sumud Filosu ile yola çıkarken de aslında şu noktaya gelmiştik: Neden biz Sumud Filosu'nu bir ülkenin tekeline vermeden, tamamen çok katılımlı, çok milletli ve çok farklı fikir dünyası/etnik gruptan arkadaşlarımızla beraber yola çıkardık? Bunun bir sebebi şuydu: Sistemden bir şey beklediğiniz zaman tıkanıyorsunuz ve onun bir parçası oluyorsunuz. Adalet kavramına geldiğimiz zaman da, bu kavramın değişebilmesi için halkların değişmesi lazım. İnsanların belirli bir bilinç kıvamına geldikten sonra ancak adalet kavramını tekrardan sorgulayabiliriz. Özellikle Türkiye toplumuna baktığımız zaman, adalet kavramını değiştirebilmemiz için toplum olarak bir kıvama, bir şuura gelinmesi gerekiyor. Eğer insanlar kendi bireysel hayatlarında adalet kavramını; insan ilişkilerinde, aile içindeki ilişkilerinde ya da toplumsal ilişkilerde uygulayabiliyorsa, ondan sonra biz bunu bir üst kademeye çıkartıp devlet düzeyinde ve uluslararası düzeyde bir adalet sistemini tekrardan sorgulamaya başlayabileceğimize inanıyorum. Çünkü toplumu bireyler ve aileler oluşturuyor. Onun için ben bu konunun önce küçük mercekten değerlendirilip sorgulanması, ondan sonra büyük merceğe çekilmesinin daha doğru olduğuna inanıyorum.
Mesela miras hukuku. Miras hukuku için devlet gerekmez, adalet sistemi gerekmez. Miras hukuku, Kur'an'la ve naslarla çok net bir şekilde belirlenmiş bir alandır ve bunun uygulanması için devletin bir kademesi gerekmiyor. Kişiler kendi arasında bölümünü yapabilir. Ama şu an mesela kendi toplumumuzda miras davaları en çetin davalardır. İki kardeş bir parça toprak için birbirini kırabiliyor. Şimdi burada adalet sisteminin bir sıkıntısı yok, devlete gerek yok. Burada bireylerin kendi iç dünyalarındaki adalet kavramı ve inandığı değerler dünyasındaki sıkıntılardan ötürü sistemin ilerlemediğini düşünüyorum. Ondan ötürü, biz adalet sistemini konuşmadan önce, bence bireylerin kendi iç dünyalarındaki adalet kavramlarını sorgulamamız ve bu konu üzerine yönelmemiz gerekiyor.