Artık bütün dünya Filistin’in yanında!
Şu sıralar Türkiye'de Sumud kavramına dair bir karışıklık yaşanıyor. Aslında bu kavramın özünü, direnişin vakarını öne çıkarmamız gerekirken, kimi çevreler bunu bir şova dönüştüğü iddiasıyla küçümsemeye başladı. Hatta "kadınlar neden oraya gitti" gibi yüzeysel eleştiriler de gündemde. Biz ise bu söylemlerin üstünü çizip, Sumud'un özündeki direnci, sabrı ve imanı Sumud Filosu katılımcılarından Zeynep Dilek Tekocak ve Semanur Sönmez Yaman ile konuştuk.
Özge Özkul: Son filo katılımcılarının da Türkiye'ye geldiğini biliyoruz. Bununla ilgili duygu ve düşüncelerinizi almak isterim. Belki oradakilerle bir iletişiminiz olmuştur; onlarla ilgili kısa görüşlerinizi paylaşır mısınız?
Semanur Sönmez Yaman: Arkadaşlar döndüler, Elhamdülillah. Gerçekten biz döndük ama kalbimiz, aklımız onlarda kalmıştı. "Bizden sonra kalanlara daha çok zarar verirler mi, nasıl dayanacaklar?" diye endişe ettik. Birinin açlık grevi yaptığını biliyorduk ne olacak ne olmayacak diye çok düşündük. Elhamdülillah, onlar da sağ salim döndüler. O yüzden birincisi mutluyuz. Geride kimseyi bırakmadık, elhamdülillah.
Orada iletişim kurma imkânımız yoktu. Sadece koğuşlarda, biri götürülürken diğeri görüp uzaktan bağırabiliyordu; bazen de boşluğa sesleniyorduk. Mesela Sena Polat'ı çok merak ettim. Üç gün boyunca göremedim. "Acaba burada değil mi?" diye koğuşta sesimizin çıktığı kadar bağırarak birbirimize sesleniyor, birbirimizden haberdar olmaya çalışıyorduk. Onun dışında maalesef bir iletişim sistemimiz yoktu.
Zeynep Dilek Tekocak: Biz adeta yoklama alır gibi sesleniyorduk, Semanur ablanın söylediği gibi: "Sena Polat burada mısın? İkbal Gürpınar burada mısın?" diye. Böyle seslenerek aslında orada olduklarını gördüm. Hatta Sümeyra ile konuştuğumda "Emine vardı" dedim. "Emine burada mı?" dedim. "Yok abla, onların gemisi herhalde daha önce döndü." dedi ama çok emin değildi. Sonra Emine'yi gördüm. "Emine!" diye seslendim. Emine'nin orada olduğunu görünce, biz uçağa bindirilirken konsolosumuza dedim ki: "Emine vardı, Emine Güneş. Onu söylemeyi unuttuk; beş hanım demiştim ama altı hanım Türkiye'den." Onlar da "Biliyoruz." dediler. Zaten biliyorlarmış ama biz, eğer birbirimizden haberdar olmazsak kimsenin kimseden haberi olmayacakmış gibi bir telaş içindeydik.
Özellikle kadınlar olarak altı kişiydik. Altımızın adı da şu anda o duvarda yazıyor. Kaldığımız hücrede, bana verilen Ventolin arkasıyla altımızın adını yazmıştım. Yanına da "Bir dahaki gelişimiz İsrail'i yıkmak ve Gazze'yi yeniden inşa etmek için olacak." diye not düşmüştüm. İmzamız hâlâ orada duruyor. İnşallah bir gün yeniden, başka kardeşlerimizle birlikte oraya gideceğiz.
ÖÖ: Şunu da merak ediyorum: Siz öncesinde de birçok çalışma yaptınız. Defalarca Filistin'e, Gazze'ye gittiniz; oradaki çalışmaları takip ettiniz. Suriye'ye de gittiniz. Yani bu filoya katılımınız aslında bir sürecin devamı gibi. Peki, bu son yolculuğa katılım nasıl oldu? Siz Sirius'taydınız, Morgana'daydınız. Nasıl ayrı ayrı gemilerde yer aldınız? Bu sizin isteğinizle mi oldu, yoksa süreç kendiliğinden mi gelişti?
DT: Buna önce ben cevap vereyim. Çünkü aslında bir kadın gemisi organize etmiştim. Semanur abla da o kadın gemisinde olacaktı. Ancak Semanur ablanın vize problemi olmadığı için, onun İtalya'dan binmesinin daha uygun olacağı söylendi. Biz yine de Tunus'tan bir kadın gemisi için harekete geçtik. Zaten yanımda bir grup hanım vardı, biliyorsunuz. Fakat Tunus'ta birçok gemimiz yola çıkamadı. "Balıkçı teknesi" bahanesiyle bazıları durduruldu bazıları arızalandı bazıları da sabotaja uğradı. Bu yüzden kadın gemisini hayata geçiremedik. Dolayısıyla farklı gemilerde olmak zorunda kaldık.
Evet, bizim bu konuda bir geçmişimiz var. Hatta şunu söyleyeyim; şu an katıldığımız programlarda ismimizin altında "Sumud filosu aktivisti" yazıyor. Ancak bizim hayatımıza Filistin, Sumud filosuyla girmedi. Filistin zaten yıllardır hayatımızın tam odağındaydı. Yıllardır işgal politikaları, Filistinlilerin yaşadığı sıkıntılarla ilgili hem sahada çalışmalar yapıyoruz hem de insanlara bunları anlatıyoruz. O yüzden "Sumud filosu aktivisti" ifadesini çok sevmiyorum.
SY: Filistin benim dünyama 12 yaşımda girdi. İkinci İntifada döneminde, bir çocuğun kollarını İsrail askerleri taşla kırıyordu; o görüntü hâlâ gözümün önünden gitmez. O günden sonra Filistin hep gündemimdeydi. Zaten ailem de bu konuda çok duyarlıdır. Annem 2010'da Gazze'ye gitmiş, Filistin için çalışmalar yapmış, Filistinli çocuklar için Türkiye'de ilk yetim destek sistemini hayata geçiren kişidir.
Ben gazeteciyken de Filistin, öncelikli haber konularımdan biriydi. On kez işgal altındaki topraklara, iki kez Gazze'ye gittim. Defalarca oradaki insanlarla haber yaptım. Böyle bir filonun yola çıkacağını duyar duymaz hemen form doldurdum, başvurdum. Başvurduktan birkaç gün sonra Dilek beni aradı, "Abla, bir kadın gemisi oluşturacağız." dedi.
Bu arada ben birkaç yıldır Kadın ve Demokrasi Derneği'nde çalışıyorum. Kadın haklarıyla ilgili faaliyetler yürütüyoruz. "Kadın gemisi" fikri bana da çok güzel geldi. Hem çalışma alanımla örtüşüyordu hem de iş yerimdekileri daha kolay ikna edebilirdim. Çünkü nihayetinde biz mesaili çalışan insanlarız, uzun süreli izin almak kolay değil.
ÖÖ: Bu kadar uzun süreceğini gerçekten tahmin etmiş miydiniz hocam?
SY: Biz 10 gün sonra evimize dönmeyi düşünerek 31 Ağustos günü yola çıktık. Eve dönüşümüz ise 4 Ekim, hatta 5 Ekim'e denk geldi. Eylül ayını hiç yaşamadık diyebilirim. Beş hafta boyunca evden uzaktaydık.
ÖÖ: Tabii, bir kadın olarak böyle bir işe girişmenin önemini anlatmaya kelimeler yetmez. Siz orada kadınların yaşadıklarına da tanıklık ettiniz. Ama şimdi görüyoruz ki, bu sefer "kadınlar neden gitti?" diye eleştiriler geliyor. "Yük olacaklarmış" gibi bir algı oluşturulmaya çalışılıyor. Şu anda Sumud'un anlamı bir kenara bırakıldı, herkes "Kadınlar neden oradaydı?" sorusuna takılmış durumda. Sizce Türkiye burada neyi kaçırıyor? Kadınların bu davaya, Sumud'a, Filistin'e kattığı değer nedir?
SY: Bir kere, kadınlarla ilgili bir şey soracaklarsa, bizimle birlikte orada olan erkek arkadaşlarımıza sorsunlar. En doğru cevabı onlar verecektir. Çünkü orada kadın-erkek ayrımı yoktu; bu, hepimizin üzerine farz olan bir sorumluluktu. Yani bütün erkekler sokağa dökülüp Filistin'i kurtarmak için uğraşırken biz mi önlerine geçtik? Böyle bir şey yok.
Başörtüsü üzerinden de eleştiriler geldi. "Vay efendim, başları açılacaktı da niye gittiler!" gibi şeyler söylendi. Allah'ın emri çiğnendi diyenler oldu. Oysa esaret altında başörtüsü farz değildir. Önce bir dini bilgiye sahip olmak gerekir. Bu bölgesel geleneklerin kadını geri planda tutma eğilimi burada da devreye giriyor. İnsanlar kendi kültürel normlarıyla kadını eleştiriyorlar. Oysa orada dünyanın dört bir yanından kadınlar vardı. Sadece biz değil; Brunei'den burkalı genç bir kız gelmişti, Malezya'dan kızlar vardı, farklı ülkelerden tek başına gelen kadınlar vardı. Ülkesinden sadece bir kadınla temsil edilenler bile vardı. Batılı kadınlar oradaydı, yaşlı kadınlar oradaydı. 78 yaşındaki Yvonne Ridley kalkmış gelmişti, birçok sağlık sorununa rağmen. Sarah Wilkinson da ciddi sağlık sıkıntılarına rağmen oradaydı.
Bu insanlar bir ideal için yola çıktılar. Eleştirmek çok kolay, ama bizdeki eleştiri kültürü gerçekten hakkaniyetli değil. İnsanlar bir şey yapmak yerine eleştirecek bahane arıyor. Bizim için fark etmez; biz Allah için çıktık o yola. Gazze'de açlıktan ölen çocuklar için çıktık. Kimseye de hesap vermemiz gerekmiyor zaten.