Ahlakımızı Nasıl Düzelteceğiz?
Her geçen gün, dün şaşırdıklarımızın, hayret ettiklerimizin iki kat fazlasına şahit oluyoruz. "Bundan daha beteri olamaz" dediğimiz her şeyin çok daha beteri karşımıza çıkıyor. İbret olması gereken olaylar, maalesef insanoğlunu daha da pervasız hale getirmeye başladı. Her suç, yeni bir suçu doğuruyor; her ahlaksızlık, başka bir ahlaksızlığın kapısını aralıyor. İçinde yaşadığımız bu çetrefilli dünyada insanın aklına şu soru geliyor: Ahlakı, kişisel terbiyemizi ve toplumun ahlakını nasıl koruyacağız? Daha önemlisi, bozulanı nasıl düzelteceğiz? Her geçen gün ahlaksızlığın normalleştiği bir dünyada, çözüm aslında kendi kalbimize ve değerlerimize dönmekte saklı. Dışarıdaki tuzaklardan önce içimizdeki rehaveti yenmeden ahlakı kurtaramayız.
▪ Aslında bu sorunun cevabı dün de aynıydı, bugün de aynı: İnsan, fıtratıyla uyumlu olan hakikate yöneldiğinde ahlakı bulur; hakikatten yüz çevirdiğinde ise karanlığa gömülür. Ahlakı yeniden inşa etmenin yolu, kalbi arındırmaktan başlar. Kalp düzelmeden dil düzelmez, dil düzelmeden davranış düzelmez, davranış düzelmeden de toplum düzelmez. Bu yüzden ahlakın ıslahı önce "ben"de başlar, sonra "biz"e sirayet eder. Kendi nefsimizi terbiye etmeden, çocuklarımıza, ailemize, çevremize doğru bir ahlak bırakmamız mümkün değil. Toplumun iyileşmesi için bizim, bizim düzelmemiz için de kalbimizin düzelmesi gerekir. Ve kalbi düzeltecek olan da, hak ile bâtılı ayırt etmemizi sağlayan Kur'an ve sünnettir.
▪ Bu satırları yazmak kolaydır. Çünkü yazarken silmek, düzeltmek, yeniden yazmak mümkündür. Konuşmak öyle değildir; ağızdan çıkan her kelimenin bir ağırlığı bir bedeli vardır. Yanlış söyleneni geri almak zaman alır. İşte asıl mesele burada ortaya çıkar. Biz sözün kıymetini bilmeden konuşuyor, davranışın hesabını yapmadan yaşıyoruz. Cümlelerimizi savuruyor, hareketlerimizi gelişigüzel yaşıyoruz. Daha da kötüsü, gördüğümüz ve şahit olduğumuz her şeyi kanıksıyor, normalleştiriyoruz.
▪ Düşünün, Filistin'de süregelen soykırımı… Vicdanlar sarsıldı, kalpler titredi, gözyaşlarımız dinmedi. Ama zamanla sesler azaldı, çünkü alışıldı. Artık izleyip geçiyoruz, konuşup geçiyoruz. İçimizden "Bir şey değişmeyecek" diye geçiriyoruz. Bu vazgeçmişlik hali, yavaş yavaş hayatımıza sızıyor; önce davranışlarımızı, sonra cümlelerimizi esir alıyor. Nihayetinde ise suskunluğa gömülüyoruz. Çünkü sözün tesirini kaybettiğine inanıyoruz.
▪ İşte ahlak, tam da bu noktada ortaya çıkmalı. Tam da buradan düzeltilmeye başlanmalı. Tesirini kaybettiğini düşündüğümüz sözlere yeniden anlam yüklemek, yitirdiğimizi sandığımız vicdanı diriltmek için devreye girmeli. Ahlak, toplumu ayakta tutan omurgadır. Sözün doğruluğu da, davranışın samimiyeti de, zulme karşı sessiz kalmamak da ahlakın ta kendisidir.
Bugün ahlaka en çok ihtiyaç duyduğumuz yer, işte bu suskunluğun eşiğidir. Çünkü ahlakı konuşturmadığımız yerde zulüm konuşur, merhameti kaybettiğimiz yerde şiddet hüküm sürer. O hâlde, sözlerimize yeniden dirlik katmak ve ahlakımızı geri kazanmak için çaba sarf etmek, insanlığımızı kurtarmanın tek yoludur.
▪ Eğer 21. yüzyılda hala şarkı sözlerinin ne kadar zehirli olduğunu, dizi/filmlerdeki ahlaksızlığının ne kadar ileri gittiğini konuşuyorsak sebebi, "ben ses çıkarsam ne olacak ki" düşüncesidir. Çünkü ahlaki değerlere sesimizle, düşüncelerimizle sahip çıkmak toplumların ayakta kalmasını sağlayan en önemli unsurlardan biridir. Ahlakın zayıflaması sadece bireyleri değil; aileyi, eğitim sistemini, ekonomiyi ve kamusal güveni de aşındırır. Türkiye'de son yıllarda artan kadın cinayetleri, çocuk istismarı ve toplumun farklı kesimlerinde görülen ahlaki çözülmeler, bu sorunun yalnızca bireysel bir eksiklik olmadığını; sistemik ve kültürel boyutları olduğunu gösterir.
▪ İnsanın kötülüğe alışması "kalbin mühürlenmesi" olarak anlatılır, Mutaffifîn, 14. ayette: "Hayır! Gerçek şu ki, yapıp ettikleri kalplerini kaplayıp karartmıştır." Yani günaha ve zulme alışmak, hakikati duyamaz hâle getirir.
▪ Ahlaki çöküşün elbette pek çok sebebi var. Bunların başında parçalanmış aileler ve aile içi iletişim eksikliği geliyor. Benim düşünceme göre aile, ilk ahlak mektebimizdir; bu bağ zayıfladığında gençler ne yapacağını bilemiyor, hayatın rüzgârına kapılıp savruluyor.
▪ Hakeza okullarda değerler eğitiminin geri plana itilmesi de gençlerin sağlam bir vicdan pusulası geliştirmesini engelliyor. Akademik başarı ön plana çıkarken, erdem, sorumluluk ve merhamet gibi değerler geri planda kalıyor. Bu da gençlerin etik anlayışını zayıflatıyor. Buna bir de çağın dayattığı hızlı tüketim kültürünü, bireyselliği ve "anı yaşa" anlayışını ekleyelim. Bu yaşam biçimi, toplumsal değerleri adım adım aşındırıyor; paylaşmayı, sabrı ve fedakârlığı unutturuyor.
▪ En kritik noktalardan biri ise yeterli manevi eğitimin verilmemesi. Dini bilgi var, fakat ruhlara sirayet etmiyor; kalplerde yer etmeyen maneviyat, ahlaki rehberlikte de etkisiz kalıyor. Sonuçta insan yönsüz, toplumsal düzen ise köksüz kalıyor.
▪ Bunların hepsi elbette tek başımıza düzeltebileceğimiz durumlar değil. Bu sebeplerin her biri, hem toplumsal hem de yerel müdahaleler gerektiriyor. Ne sadece okulun ne sadece ailenin ne de yalnızca devletin çözebileceği sorunlar bunlar. Ahlakı yeniden inşa etmek, ancak hepimizin elini taşın altına koymasıyla mümkün.
▪ Burada altını çizmek istediğim nokta, asıl başlangıç noktasının hepimiz için aynı olması: Kendi ahlakımızın durumunu sorgulamak. Çünkü kendimizi düzeltemezsek hiç kimseye bir faydamız olmaz. Her birimiz önce kendi kalbimizin muhasebesini yapmamız gerekiyor.
▪ İslam tarihine baktığımızda, kâfir ve müşriklerin en büyük stratejilerinden birinin Müslümanları hareketsiz bırakmak ve birliklerini parçalamak olduğunu görürüz. Bu hem Kur'an'da uyarılmıştır hem de tarih boyunca örnekleriyle karşımıza çıkmıştır. Bugün Filistin'de yaşanan soykırımın sebebi de budur. Kafirler, Müslümanlara düşmanlık etmede hep dayanışma içinde oldular. Zulmetmede hiçbir ayrılığa düşmüyorlar. Bizim Müslümanlar olarak bugün böylesine çaresiz hissetmemizin nedenlerinden biri kendi nefsimizdeki hastalıklardan kaynaklanıyor. Kibir, yalnızca kendi görüşünü beğenme, meselelere değil kişilere odaklanma, başkalarının etkisinde kalma, hakikati aramak yerine liderliği ya da üstünlüğü arama… Bütün bunlar, insanı haktan uzaklaştırıp husumete sürüklüyor. Allah Teâlâ, ümmetleri bölenlerin akıbetini şöyle anlatır: "Dinlerini bölüp gruplara ayrılanlar var ya, senin onlarla hiçbir alâkan yoktur. Onların işi ancak Allah'a kalmıştır. Sonra Allah onlara yaptıklarını bildirecektir." (En'âm, 6/159)
▪ Ne yazık ki bizler kendi iç dünyamıza bakmakta zayıf kalıyoruz. Başkalarının kusurlarını araştırmak, onları hataya sevk edip teşhir etmekle meşgul oluyoruz. Bu da kalbimizi ve nefsimizi sorgulamaya fırsat bırakmıyor. İşte tam da bu yüzden, birliğin en büyük düşmanı sadece dışarıdan gelen fitne değil; içeride yeşeren nefs hastalıklarıdır. Bütün bunlara rağmen asıl olan, Allah'ın ipine sımsıkı sarılmak ve ayrılığa düşmemektir. Çünkü birlik ve beraberliği korumak, İslam'ın en büyük esaslarındandır.
▪ Bugün; medya, ideolojik akımlar, tüketim kültürü ile Müslümanların dikkati dağıtılıyor, birlik ruhu zayıflatılıyor. Kimi zaman bir dizi kimi zaman bir reklam ya da ideolojik bir söylem, kalplerimize sinsice sızıyor. Her yerde açık açık gösterilen dinsizlik, çıplaklık, açıklık, cinsiyetsizleştirme, aile kurumunu zedeleme ve yok etme, bireyselleştirme mesajları; iman zayıflığını besleyen en büyük tehditlerden biri hâline geliyor. Oysa asıl tehlike, dışarıdan gelen saldırılardan çok, içeride oluşan boşluklardır.
▪ Rahatlık, konfor, tüketim tutkusu; cihad, sabır ve fedakârlık ruhunu zedeliyor. Bugün ahlak sadece yozlaşmakla kalmıyor; yeni bir kavram olarak "ahlaksızlık" meşrulaştırılıyor, normalleştiriliyor. Helâl-haram hassasiyeti, haya ve edep geri plana itiliyor.
▪ Bu tuzaklar karşısında Müslümanlara düşen görev; Allah'a güvenmek, korku ve ümitsizliğe kapılmamak, "ümmet bilinci"ni diri tutmak ve zorluklar karşısında dimdik durmaktır. Zulme karşı adalet, haksızlığa karşı merhametle ayağa kalkmak, kardeşini kendi nefsi gibi korumak, Müslümanlığın şiarıdır. Unutmayalım ki rehberimiz Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyrulur: "(Yahudiler) tuzak kurdular, Allah da onların tuzaklarını bozdu. Evet, Allah en iyi tuzak bozucudur." (Âl-i İmrân, 3/54)
▪ Şunu iyi bilmeliyiz ki, Müslümanların en büyük düşmanı aslında dışarıdaki tuzaklar değildir. Asıl tehlike, bu tuzaklara içeriden kapı aralayan dağınıklık, gaflet ve rehavettir. Ümmetin dirilişi; kalplerin yeniden Kur'an'a yönelmesi, kardeşliğin yeniden ihyâ edilmesi ve cihad ruhunun yeniden diriltilmesiyle mümkündür. Ahlakımızı ancak böyle kurtarabiliriz ancak böyle yeşertebiliriz.