Korku edebiyatının 10 kült kitabından 10 alıntı
Korku, hiç şüphesiz insan varlığının ayrılmaz bir parçasıdır. Bu duygudan doğan korku edebiyatı ise bir kaçış değil, kaçtıklarımıza dönüş edebiyatıdır. Bazen insanın içinde uyumakta olan bir canavarı, bazense anlatmaya korkulan kâbusları işleyen korku edebiyatının 10 kült kitabından 10 alıntıyı sizler için derledik.
Önceki Resimler için Tıklayınız
Sıradan hayatların ürkütücü yanlarına yönelik ilgisi, insan ruhunun kuytularına teklifsizce girebilmesi ve okurun zihnini kolayca yönlendirebilmesiyle tanınan Jackson, bu romanda korkunun temeline iniyor, zihnin tekinsiz koridorlarında yürüyor.
Yürekteki karanlıklar ile ve en ham haliyle duygular, Shirley Jackson'ın ustaca anlatımıyla Tepedeki Ev'in temellerini atıyor ve insan psikolojisi, başlı başına bir dehşet unsuruna dönüşüyor. Algının tuzakları hafızanın yanıltıcılığıyla, geçmişin gölgeleriyle birleşiyor ve Tepedeki Ev, bu usta yazarın kaleminde âdeta okurunu kendi dört duvarı arasına çekiyor.
Stephen King'den Neil Gaiman'a varan pek çok yazara ilham veren Shirley Jackson'ın, bugün çağdaş edebiyat klasikleri arasında anılan Tepedeki Ev'i, dehşet ve deliliği anlatıyor.
Saramago'nun Körlük, Cormac McCarthy'nin Yol gibi romanlarından Yürüyen Ölüler çizgi romanına kadar uzanan bir çağrışım kümesi olan psikolojik gerilim romanı olan Kafes'te, kahramanlar tüm öykü boyunca gözleri bağlı bir şekilde, post-apokaliptik bir dünyada hayatta kalmaya çalışıyor. Adını saydığımız çağdaş örnekleri anımsatan bir arka plana, özellikle kapana kısılmış olmak ve yüzleşilen tehlikenin tam olarak anlaşılamaması gibi unsurlara sahip olsa da, esas olarak korku edebiyatının temellerinden beslenen roman, bununla kalmayıp kendisinden sonraki eserleri de besleyebilecek bir eser potansiyeli taşıyor.
Görülmemesi gereken korkunç bir şey… Ona atılan bir bakış kişiyi ölümcül bir deliliğe sürüklüyor. Ne olduğunu ve nereden geldiğini ise kimse bilmiyor.
Malorie ve iki çocuğu, olayların başlangıcından beş yıl sonra hayatta kalmayı beceren bir avuç insan arasındaydı. Nehrin kenarındaki terk edilmiş bir evde çocuklarıyla yaşayan Malorie, ailesinin güvende olabileceği bir yere gitmenin hayalini kuruyordu. Fakat onları bekleyen yolculuk tehlikelerle doluydu. Tek bir yanlış hamle ölümlerine yol açabilirdi. Ve onları takip eden bir şey vardı.
Bu bilinmeyene doğru yapılan yolculukta Malorie sık sık geçmişi hatırlıyordu. Bilinmez tehlikenin karşısında bir araya gelerek hayatta kalmaya çalışan, kendisini de aralarına kabul ederek onu da kurtaran ev arkadaşları teker teker aklına geliyordu. Herkesin aniden delirdiği bir dünyada kime güvenilebilirdi?
''Anlatmam gereken gerçeklerden kaçınılmaz olarak kuşku duyulacak; yine de eğer mantıksız ve inanılmaz gözüken şeyleri çıkaracak olsaydım, geriye hiçbir şey kalmazdı.''
Howard Phillips Lovecraft, küçük yaşta babasını kaybeden, gençliğinde de annesini akıl hastanesine uğurlayan yalnız bir adamdı. Büyükbabasının anlattığı korku öyküleri onun dehşetlere gebe hayal dünyasının kapılarını açtı. Hep içine kapanık biri oldu. Tek çaresi yazmaktı. 1920'li ve 30'lu yıllarda yazdığı öykülerle korku edebiyatına damgasını vurdu ve korku diye adlandırdığımız duyguyu yeniden tanımladı. Onun eserlerinin çoğu modern insanın adlandıramadığı dehşetler hakkındadır.
Deliliğin Dağlarında, adlandıramamanın yarattığı dehşeti bir bilim adamının, yani asıl işi tanımlamak ve sınıflandırmak olan birini anlatıyor. Bu yüzden korku edebiyatının, meselesi olan metinlerinden biridir. Bilinmeyeni aydınlatma çabasının ve modern insanın umutlarının karşısında, derinden yükselen bir karanlığın ve sözcüklere dökülemeyen bir deliliğin öyküsü sizleri bekliyor.