Arama

Karantina günlerinde okuyabileceğiniz seçme öyküler

Kitaplar karantinada olduğumuz bu zor günlerde en önemli sığınağımız. Roman ve araştırma-inceleme kitaplarının ağır ve yorucu gelmeye başladığı anlarda edebiyatımızdaki kısa hikayelerle soluklanmaya ne dersiniz? O halde Necip Fazıl'ın hayatından izler taşıyan Bir Yalnızlık Gecesinin Vehimleri, Sait Faik'in çok sevdiği İstanbul'undan uzaklaştığını duyuran Alemdağ'da Var Bir Yılan gibi pek çok öyküye doğru yolculuğa çıkmaya hazırlanın... İşte karantina günlerinde okuyabileceğiniz öykülerden seçmeler...

  • 2
  • 8
RASİM ÖZDENÖREN-TOZ
RASİM ÖZDENÖREN-TOZ

Edebî ve fikrî alanda pek çok kitaba imza atmış olan Rasim Özdenören, elli beş yıllık yazarlık serüveninde on öykü kitabı yayımlamıştır. Hastalar ve Işıklar (1967), Çözülme (1973), Çok Sesli Bir Ölüm (1977), Çarpılmışlar (1977), Gül Yetiştiren Adam (1979), Denize Açılan Kapı (1983), Kuyu (1999), Hışırtı (2000), Ansızın Yola Çıkmak (2000), Toz (2002), İmkânsız Öyküler (2009) yayımladığı öykü kitaplarıdır.

Rasim Özdenören, İslam uygarlığının kendine özgü değer yargılarını ve duyarlılığını öyküye sokmuş, özellikle de insanın ontolojik sorunlarını öykülerinde sorunsallaştırmıştır. Türk edebiyatı tarihinde öykü alanında kendinden sonraki kuşağı önemli ölçüde etkilemiştir. Özdenören için edebi eserler düşünce dünyasından bağımsız gelişmezler. Dolayısıyla onun bütün eserlerini dünya görüşü ve hayata bakış açısı ile değerlendirmek gerekmektedir.

Toz, ağırlıklı olarak aşk ve kadın konulu öykülerden oluşur. "Toz" aşk üzerine bir öyküdür. "Toz: İnsanın Ruh Damarlarında Gezinen Öyküler" isimli kitabında Ali Haydar Haksal‟a göre Aşkın Diyalektiği ile aynı yıl yayımlanan Toz, edebiyatımızda, aşkın, bu boyutta yoğun öyküsel anlatımla kendini bulduğu en belirgin örnektir. Haksal Toz hakkında şunları söyler: "Son öykü ile ilk öykü köprünün iki ayağını oluşturuyor. Toz‟da anlatılan toz mudur , tozlanan nesneler midir; yoksa anlatıcının geniş bir bakış açısıyla açtığı yeni ufuk mudur? Sıradan bir anlatı gibi düşünülen öykünün öyle olmadığı; felsefi derinliği, hem anlatıcıyı hem de yazarın kendisini öne çıkardığı bir gerçek"

"O yalnızca kendi gecesinin karanlığında yaşıyordu, başka karanlığa ve başkasının karanlığına da ihtiyacı yoktu."

Kitabı incelemek ve satın almak için tıklayınız.

  • 3
  • 8
SAİT FAİK ABASIYANIK - ALEMDAĞ'DA VAR BİR YILAN
SAİT FAİK ABASIYANIK - ALEMDAĞ’DA VAR BİR YILAN

Sait Faik, hem geleneksel Türk hikâyesini modernist bir çizgiye taşıması hem de kendinden sonraki yazarları etkilemesi açısından Cumhuriyet dönemi Türk hikâyeciliğinin önemli isimlerinden birisidir.

Onun 1936 yılında yayımlanan Semaver adlı kitabıyla başlayan yazarlık çizgisi, 1954 yılında yayımlanan "Alemdağ'da Var Bir Yılan" adlı kitabıyla farklı bir hikâye anlayışına evrilir. Yazarın ölümünden önce yayımlanan bu son kitabı ile ölümünden sonra "Az Şekerli"de yayımlanan diğer son hikâyelerinde ortaya koyduğu değişimler Türk edebiyatında önemli bir dönüm noktasını işaret eder. Pek çok araştırmacı ve eleştirmen Sait Faik'in son hikâyelerini dikkate alarak onun bu hikâyeleriyle gerçeküstücüğe yöneldiğini iddia etmiştir.

Sait Faikin hikâyesinde görülen dünyayı ve gerçekliği algılamadaki tavır değişikliği, temada, anlatımda ve mekânı anlatma biçiminde de kendini gösterir. Yazarın önceki kitaplarında görülen dış dünyaya ve İstanbul'un sokaklarındaki insanlara yönelen "gözlemci - anlatıcı" tavrı, kendine ve kendi yalnızlığına odaklanır. Yazarın önceki hikâyelerinde İstanbul, bir mekân olmanın ötesinde önemli bir figürken son dönem metinlerinde Sait Faik, daha dar mekânlara sıkışır. Hatta İstanbul'dan uzaklaşmayı tercih eder. Bu tavrın en açık örneği Alemdağ'da Var Bir Yılan adlı hikâyedir.

Yazarın bütün metinlerinde tutkuyla anlattığı İstanbul artık onun nazarında "kötü"dür. Onun karşısına konulan Alemdağ ise yazarın sığındığı doğanın temsilidir. Sait Faik bu iki mekânı şu cümlelerle karşılaştırır:

"Yine İstanbul çirkin. İstanbul mu? İstanbul çirkin şehir. Pis şehir. Hele yağmurlu günlerinde. Başka günler güzel mi, değil; güzel değil. Başka günler de Köprüsü balgamlıdır. Yan sokakları çamurludur, molozludur. Geceleri kusmukludur… Yalnızlık dünyayı doldurmuş. Sevmek, bir insanı sevmekle başlar her şey. Burada her şey insanı sevmekle bitiyor. Güzel yer, güzel yer Alemdağı. şu saatte on beş metrelik ağaçlarıyla, Taşdeleni ile, yılanı ile… Alemdağı güzel, Alemdağı. İstanbul çamur içinde."

Sait Faik, adı geçen metninde İstanbul - Alemdağ karşıtlığı üzerinden, büyük şehrin ve toplumun kendisi üzerindeki olumsuz etkilerini aktarır. Alemdağ ise onun için huzuru ve mutluluğu temsil etmektedir. Bu yönüyle yazarın yalnızlığa, ölüm korkusuna, yabancılaşmaya, toplumsal değerlere karşı ürettiği "doğal kaçış mekânı"olan doğa ve doğaya ait çağrışımlar iyi ve güzel olanı temsil ederken, onun karşısına konulan büyük şehir ise, kalabalıklar ve insanlar, insanı bunaltan, daraltan bir mekânın sembolüdür.

Kitabı incelemek ve satın almak için tıklayınız.

  • 4
  • 8
SABAHATTİN ALİ- DEĞİRMEN
SABAHATTİN ALİ- DEĞİRMEN

'Değirmen' (1935) adlı öykü kitabı, Sabahattin Ali'nin (1907-1948) yayımlanmış ilk öykü kitabı ve 'Dağlar ve Rüzgar' (1934) adlı şiir kitabından sonra yayımlanmış ikinci kitabıdır.

Türk edebiyatının yolcuğunda önemli kilometre taşları olan Sabahattin Ali, genel olarak hikayeciliği kimliğiyle tanınmıştır. Hikayelerinde genellikle ‟küçük insanı‟ anlatan Ali, ilk dönem hikayelerinde de bunu yansıtmıştır.

Hikayelerinde hemen hemen her toplumsal tabakadan insan karşımıza çıksa da, Sabahattin Ali‟nin üzerinde durmayı seçtiği belli başlı kişiler vardır. Yazar eleştirisini köylü, işçi, aydın, bürokrat gibi bazı toplumsal sınıflara mensup kahramanlar aracılığıyla yapar.

Yazarın 1929 yılında kaleme aldığı ve aynı zamanda ilk hikâye kitabına da isim olarak seçtiği "Değirmen", ana temasını aşk ile tutkunun oluşturduğu ve baştan sona romantik motiflerle kurgulanmış bir hikâyedir. "Değirmen", Maksim Gorki'nin "Makar Çudra" isimli hikâyesi ile de konu, tema, mekan ve üslup yönünden büyük benzerlikler taşır. Nitekim bu benzerliği Sabahattin Ali de 15 Nisan 1935'te, arkadaşı Ayşe Sıtkı İlhan'a yazdığı mektupta bu benzerliği vurgular: "Gorki'yi pek fazla okumuş değilim, onun 'Makar Çudra' isimli bir hikâyesine benim Değirmen hikâyesini benzetmişlerdi, varit gördüm, çünkü Değirmen'i yazmadan bir ay kadar evvel okumuştum Gorki'ninkini."

"Sen sevgiline ne verebilirsin sanki? Kalbini mi? Pekâlâ, ikincisine? Gene mi o? Üçüncü ve dördüncüye de mi o?.. Atma be adaşım, kaç tane kalbin var senin?.."

Kitabı incelemek ve satın almak için tıklayınız.

  • 5
  • 8
AHMET HAMDİ TANPINAR-BİR TREN YOLCULUĞU
AHMET HAMDİ TANPINAR-BİR TREN YOLCULUĞU

Ahmet Hamdi Tanpınar bilgi, donanım, kültür ve sanatçı kimliği olarak Türk edebiyatının en nitelikli yazarlarından biri olmasına rağmen yaşadığı dönemde hak ettiği ilgiyi görememiş, eserleri sınırlı bir kesimde dolaşım imkânı bulabilmiştir. Kendi deyimiyle kelimenin tam anlamıyla "sükut suikastı"na uğramıştır.

Tanpınar, sanat yaşamında hep şiiri önemsemiş, kendi ifadesiyle roman ve öykülerini şiir yazmadığı yani "sustuğu" anlarda kaleme almıştır: "Şiir söylemekten ziyade bir susma işidir. İşte o sustuğum şeyleri hikâye ve romanlarımda anlatırım. Onun için mümkün olduğu kadar kapalı âlemler olmasını istediğim şiirlerimin anahtarlarını roman ve hikâyelerim verir." (Antalyalı Genç Kıza Mektup). Ama asıl ününü ve kalıcılığını şiirleriyle değil sustuğunda yazdığı romanları ve öyküleriyle sağlamıştır.

Hikâyelerindeki bütün kişiler, çevreler, manzaralar ve düşlerle kolkola yürüyen olaylar, çocukluğundan ilk gençlik yıllarına doğru ruh ve düşünce gelişmelerinin merhalelerini izleyerek eserlerine yansımakta, bütün kişisel oluşumlarını ve çatışmalarını doğrudan değil, dolaylı genellemelerle sembolik ifâdeler altında vermeğe çalışmaktadır.

Bir Tren Yolcuğu isimli hikayesinde Anadolu turnesine çıkmış ve trenle seyahat eden birkaç sanatçı üzerinden hikâye anlatılmıştır. Sanatçılar aydın kesimi temsil eder fakat onlar da halk gibi yoksuldurlar. Sanatçılardan biri olan Zehra turne sırasında bir kaza sonucu ölür. Fakat onun ölümü arkadaşlarını pek de üzmez. Hem bu durum üzerinden hem de halkın tavırları üzerinden dönemin toplumundaki bilinçsizlik, duyarsızlık ve sevgisizlik eleştirilir.

Bu hikâye, Tanpınar'ın, bakanlık müfettişliği yaptığı sıralardaki yol izlenimlerini yansıtmaktadır.

"İnsanın içine sinmiş, onun hareketlerini ikide bir kesen, yahut değiştiren, onu âleminden ayırıp başka bir âleme götüren korku. (…) Bize yapışmış, içimizde bizimle beraber her kımıldanışta dalları çatırdayan bir orman gibi büyümüş korku."

Kitabı incelemek ve satın almak için tıklayınız.

  • 6
  • 8
ÖMER SEYFETTİN- YÜKSEK ÖKÇELER
ÖMER SEYFETTİN- YÜKSEK ÖKÇELER

Ömer Seyfettin, Türk edebiyatının en üretken ve en çok okunan sanatçılarındandır. Hem yaşadığı dönemin şartları hem de edebî ve fikri kişiliğinin bir yansıması olarak Ömer Seyfettin'in hikâyelerinde toplumsal meseleler oldukça önemli bir yer tutar.

Sanatçının hikâyelerinde her yaştan ve toplumun her kesiminden insanları temsil edebilecek kadar zengin bir şahıs kadrosu yer alır. Bu da yazara, aktarmak istediği değerleri hikâye kahramanları üzerinden kolayca topluma ulaştırabilme fırsatı vermektedir.

Sanatçı, Yüksek Ökçeler adlı hikâyesinde genç yaşta dul kalan, tek endişesi temizlik ve namus olan Hatice Hanım'ın evinde çalışanlara duyduğu itimadın sağlık sorunları nedeniyle yüksek ökçelerini giyememeye başladığı günden itibaren nasıl değiştiğini anlatır. Hatice Hanım'ın yanında çalışanların yaptıklarını anlatırken insanların ahlaki değerlerinin ne denli bozulduğunun altını çizer.

"Anlamadan, bilmeden, duymadan, hissetmeden nasıl sevilir?"

Kitabı incelemek ve satın almak için tıklayınız.

2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN