Edip Cansever'in hayatındaki en önemli olay
Açık kumral saçlı, zayıf mı zayıf, kaburga kemikleri sayılabilen küçük bir çocuktu Edip. Babasının küçülmüş çoraplarını giymiş, ortaokulda dergide yayınlanan bir şiirinden sonra şair olmuştu. Dedesinden kalan Kapalıçarşı'daki antika dükkanında otuz yıl esnaflık yaptı. İşte o küçük dükkanda da şiirden kopmadı. Edip Cansever, Tanpınar'la nasıl tanıştı? Cansever'in edebiyata ilgisi ne zaman başladı? Hayatındaki en önemli olay neydi? Kimleri okurdu, kendisini hangi şairle özdeşleştirirdi? Şiirlerini nasıl yazardı? Can Yücel ve Turgut Uyar ile hangi oyunu oynardı? İşte, bilinmeyenleriyle, edebiyat dünyasındaki kural tanımaz esnaf şairimiz…
Önceki Resimler için Tıklayınız
"Hayatımda en önemli olay: Kapalıçarşı yangını. Dükkânım yanmasaydı sanırım şiir filan yazamazdım. Ve Jak (ortağım) anlayışlı davranmasaydı."
"1954 yılında çıkan büyük Kapalıçarşı yangınında dükkânım tamamen yandı. Sigortadan aldığım para, yeniden bir işyeri açamayacak kadar azdı. Günler, haftalar geçti. Sonunda bir dükkân buldumsa da, dükkânın satış değeri elimdeki paranın hemen hemen iki katıydı. Kendime bir ortak aradım. Buldum da. Her neyse, küçük bir anaparayla dükkânı açtık.
Yeniden bir geçim yolu tutturmak önemliydi elbette. Ama daha önemlisi şuydu: Birkaç ay sonra ortağım bana, alım satımla kendisinin uğraşabileceğini, benimse yukarıdaki asma katta istediğim gibi çalışabileceğimi, saatlerimin de kısıtlı olmadığını müjdeledi. İşte, kitaplarımdan dokuzunu bu asma katta yazdım. Tam yirmi yıl. Bugün düşünüyorum da, ya o yangın olmasaydı?"
Yakın arkadaşı Cemal Süreya durumu şöyle açıklamıştı: "T.S. Eliot'ın Türkiye'de şiirleri çıkıyordu; Özdemir Nutku, Aslan Ebiri bu şiirleri çeviriyorlardı. O zaman Eliot gibi bazı şairler o kadar tanınmıyordu. Edip kendini Eliot'la biraz özdeşleştirdi sanırım."
Şair, Bir kitap okurken hoşuna giden bir bitki, bir ağaç adı ya da kulağa çok tuhaf gelen bir kelime bulduğunda onu hemen not eder, bundan bir dize yapıverirdi. Uzun şiirler yazmayı severdi.
"Yapıtlarımdan birini de, genel olarak nasıl yazdığımı anlatmaya çalışayım, öncelikle şiir yazmaya eğilimli olmalıyım. Yani şiire yatkın bir duyarlıkla yüklü olduğumu bilmeliyim ilkten. Sabahları başlarım yazmaya. Kaç saat çalışacağım hiç belli olmaz. Belli bir saatte, belli bir yerde, herhangi bir işim olmamalı. Günlerce masa başından kalkmayacakmış gibi koyulmalıyım işe.
Öyle esin filan beklemem, esini kendim çağırırım masama. Dergiler karıştırırım, bazı kitaplara bakarım, hiç belli olmaz, bir de bakarım ki o nereden ve nasıl geldiği bilinmeyen ses sözcüklere, dizelere dönüşüvermiştir birden. Uzun bir şiire başlamışsam rahatımdır oldukça. Çünkü her gün yapacak bir işim var demektir ki sürekli çalışırım. Şiirlerimi yazı makinesiyle yazarım. Yazarken aynı anda şiiri görmek önemlidir benim için. Ön çalışmalarım kalabalıklara karışmak, yolculuklara çıkmak, yıllardır bitiremediğim İstanbul'u adım adım dolaşmaktır. Bir de denizsiz yapamam. Yaşamım bir kıyının yaşamı gibidir."
Turgut Uyar'ın oğlu Tunga Uyar, Edip ve Can amcalarının babasıyla oynadığı oyunu anlatır:
"Lokantalarda dönen şiirle ilgili konuşmalarda bazen ben de olurdum, hem dinleyici hem de azıcık katılımcı olarak, kendimce konuşmayı öğrenmiştim. Lokanta oturmalarında şimdi çok değerli olabilecek kimi dokümanlarında da ortaya çıkardı. Bir ara şöyle bir moda vardı aralarında. Sözgelimi Edip (Cansever) amca, Can (Yücel) amca ve babam (Turgut Uyar) oturuyorlar. Ellerinde bir dosya kağıdı bir satırlık yer kalacak şekilde katlanırdı. Can amca bir satır yazar ve sonra kimsenin göremeyeceği şekilde kağıt yeniden katlanır, ardından Edip amca yazar ve aynı şekilde katlanır, babam yazar, bir diğeri yazar; bir bakarsın on beş yirmi satırlık bir yazı yahut bir şiir çıkmış ortaya. Açıp okurduk, çok gülerdik bunlara. Bende bir iki tanesi kalmıştı ama diğer her şey gibi yok oldular."