Hangi kadın, neyi seçti?
Zaman zaman hatırlattığımız üzere, bazı kimselerde yahut çevrelerde; şifa bulup kurtulamadıkları müzmin bir hastalık var. Hafıza kaybına uğrayıp unutkan olmuşlar veya şartlı refleks deneyinden çıkıp tesirinde kalmışlar gibi; devletimizin ve milletimizin var oluş hikâyesini, Cumhuriyet tarihi ile başlatıyorlar.
Genelde "kadın hakları", özelde "kadınların seçme ve seçilme hakkı" konusunda da söz konusu hastalık nüksediyor. Birileri, Cumhuriyet'ten önce kadın da değeri de yokmuş gibi değerlendirmeler yapıp; hakikat penceresini perdeleme yoluna gidiyor.
Artık herkesçe bilinen ve her yıl dönümünde tekrar edilen malum beyanlara göre; ilk defa 5 Aralık 1934'te, kadınlara "seçme ve seçilme hakkı" verilmiş. İşte o zaman, kadınlar ilk defa "eşit insan" ve dahi "eşit vatandaş" muamelesi görmüş.
Geçtiğimiz günlerde, o "tarihi olay", 85. kez yâd edildi. Siyasetçiler, bürokratlar, aydınlar, yöneticiler, gazeteciler, yazarlar, sanatçılar, sporcular, sivil toplum temsilcileri, kanaat önderleri tarafından; köpürtüle köpürtüle gündeme getirildi.
Oysa bu; en iyimser ifadesiyle, eksik bir bilgilendirmedir. Meselenin doğru ve tam anlaşılabilmesi için; öncesinin ve sonrasının da dile getirilmesi gerekir.
HELAL DAİRESİNİ DARALTANLAR
Tevhit zincirinin birer halkası olan semavi dinlerde; kadın ile erkek, ilahi mesajın müşterek muhatapları olmuştu. Fertleri ve toplumları hidayet yoluna davet edip aydınlatan tüm resuller; "annelik tacı" giymiş şerefli kadınların rahimlerinde hayat bulmuştu.
Dert ve dava arkadaşları arasında; anneleri, eşleri, kızları, kız kardeşleri de yer aldılar. Zor zamanlarda el ele, gönül gönüle verip; yoldaş, haldaş, sırdaş oldular.
Eski Türk toplumlarında; hayatın bütün alanlarında ve konularında, "Hakan" olanların yanında "Hatun" olanlar da yer alır ve "Sultan" eşleri "Hanım Sultan" diye anılırdı. Kadın ile erkek, "insanlık kuşunun iki kanadı" olarak tanınırdı.
Onun içindir ki; Orhun Abideleri'nde, baba İlteriş Kaan ile anne İlbilge Hatun birlikte zikredilmiştir. Cengiz Han, devlet ve millet işlerinin konuşulup tartışıldığı kurultayda eşi Börte'yi işaret ederek; "Ben sizin Hanınızım, bu da benim Hanım" demiştir.
Türklerin Müslüman olmasından sonra, milletin örfü ile ümmetin öğretisi birleşip bütünleşti. Aşılanıp aktive edilmiş ağaçlar misali, yeni bir kültür ve medeniyet modeli gelişti.
Biz, o zamanlar; "Ana gibi yar, vatan gibi diyar olmaz" derdik. Ömrümüzün, gönlümüzün, yurdumuzun, yuvamızın sultanı saydığımız "yar"in aslen "yarım"dan (yani öteki yarımızdan) geldiğini, "eş"in de benzer bir şekilde "eşit"ten türediğini bilirdik.
Toplum için insanın, insan için ailenin, aile için annenin gereğine ve önemine dikkat çekmek için; "Beşiği sallayan el, dünyaya hükmeder" diyorduk. "Cennet'in anaların ayağının altında olduğu" gerçeğine yürekten inanıp; onların dualarını ve rızalarını almayı, dünya ve ahiret hayatımızın en büyük kazancı sayıyorduk.
Zamanla özümüzden ve sözümüzden kopup, fersah fersah uzaklaştık. İnancımızı, ahlakımızı, örfümüzü, âdetimizi sulandırıp bulandırarak; yabancı kültürlerin ve medeniyetlerin anlayışlarına, yaşayışlarına bulaştık.
Kimileri helal dairesinin sınırlarını genişletme, kimileri de daraltma yoluna gittiler. Dini de toplumu da "erkek merkezli" hale getirip; kadınları, kendi kurdukları kalelerin içine attılar.
Korunma gerekçesiyle sıkı tutulanlar, baskı altında kalıp boğuldular. Kurtulma refleksiyle dışarı çıkanlar, alaca karanlıkta kayboldular.
FITRATIN DIŞINA ÇIKANLAR
Hayatın yahut tabiatın, "verdiğini geri almak" gibi bir âdeti vardır. Fıtratın yorulmaz ve yenilmez gücü; kayadan su, tekeden süt çıkartır.
Bozulan kadın-erkek dengesi ve düzeni konusunda da böyle bir süreç yaşandı. Daraltılan sınırları esnetip genişletme eğilimi; haddi aşıp, hayati tehlike duvarına dayandı.
Kadınlarımız ve kızlarımız; kendi yaratılışlarında var olmayan şeylerin ardından koşar oldular. Kadınlığı geri itme, eş olmayı uzak tutma, anneliğe soğuk bakma, erkeklerle aşık atma noktasına kadar vardılar.
Artık, toplum içindeki diğer rolleri yahut aktiviteleri; evliliğe ve aile hayatına tercih ettiklerini görüyoruz. Evlenmiş olsalar bile; ehli keyif davranıp, kolayca boşanmanın eşiğine geldiklerine şahit oluyoruz.
Kendi evlerinde eş ve anne olmak yerine, başkalarının işyerlerinde çalışan olmayı tercih ediyorlar. Fıtratlarında mevcut olan sosyal ve psikolojik ihtiyaçları karşılamak için; "bebek" yapmak yerine, "köpek" edinme yoluna gidiyorlar.
Evlilikler ve doğumlar azaldıkça, ülke ve dünya nüfusu yaşlanıyor. Giderek, işler kendi ürettiğimiz robotlara; insanlar bakım evlerine kalıyor.
Genetiği bozulmuş ürünler gibi, biz de fıtratın dışına çıkıyoruz. Gövdesine kurt düşmüş ağaçlar misali, içten içe çürüyüp yok oluyoruz.
Aile kurumunu yıkmaya ant içmiş feminist akımlar, yangına benzin dökmekle meşhur. Oy kaygısı ile hareket eden siyasi yapılar, uçuruma doğru kürek çekmekle meşgul.
AYAĞI ÖPÜLESİ KADINLAR
Bütün bunlar olup biterken; herkese ve her şeye rağmen, "insanlık abidesi" gibi duran "dişi aslanlar" da var. Onlar, "Saçlarına ak düşmüş sarı benizli kadın / Çağlar sana baş eğer tarihe geçse adın" diyebileceğimiz kadar büyük kahramanlar olup; sadece elleri değil, ayakları da öpülesi analar.
Aslında yüzlerce, binlerce örnek verebiliriz. Ancak, bir tek örnekte ve öyküde bile; binlercesinin duruşunu ve direnişini görebiliriz.
Bir dostumuzun muhterem validesi; 16 yaşında "gelin", 18 yaşında "anne" olmuş. Eşi askerde kaza geçirip öldüğü için; çiçeği burnunda "dul" kalmış.
Nice telkinlere ve tekliflere rağmen, bir daha evlenmemiş. "Çocuğumu besleyip büyüteceğim, mekteplerde okutup adam edeceğim" demiş.
Şimdi, kökü mazide dalı atide bir çınar gibi; adam ettiği oğlunun, elinden tuttuğu gelininin, masallar anlattığı torunlarının yanında duruyor. Haliyle, tavrıyla; gören gözler, duyan kulaklar, hisseden kalpler için ilham kaynağı oluyor.
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.