Medeniyet dili

1983-1984 Öğretim yılı, dindar-muhafazakar kesimin ilk özel okulunu, genel gidişata uyup yabancı dilde eğitim yapan Anadolu Lisesi olarak açtığımızda; ana dili İngilizce olan öğretmenlere de ihtiyaç duymuştuk. Uzun arayışlar sonunda; Batılı bir derviş olan ve İngiltere'deki İslami tebliğ çalışmalarıyla tanınıp bilinen Abdülkadir Es-Sufi'nin talebelerinden, Abdürrezzak Goodall'ı bulmuştuk.

Kendisi, aynı zamanda bir gezgindi. Her fırsatı değerlendirerek yaptığı tarihi ve kültürel geziler sayesinde; Türkiye'nin hemen her tarafını, bizden daha iyi tanıyıp bilecek hale geldi.

Arayışı, ülkeleri ve kıtaları aştığı için; zamanla Tütkiye'den ayrıldı. Yıllarca görüşmedik, ama birlikte geçirdiğimiz zamanların tadı damağımızda kaldı.

Kısa bir süre önce; İstanbul'da olduğunu öğrendik. Eski öğretmenlerimizden ve öğrencilerimizden bazılarıyla; hasret gidermek ve hatıraları yadetmek için bir araya geldik.

Öğretmenliği bırakmış; hikmeti ve hakikati arama gezilerine devam ediyormuş. Şimdilerde; İpek Yolu güzergahındaki ülkeleri ve toplumları inceliyormuş.

Bize, sıra dışı gözlemlerini özetleyen bir sunum yaptı. Gezip gördüğü yerlerdeki tarihi ve kültürel yapıyı anlattı.

Elinde; Yusuf Has Hacip'in Kutadgu Bilig, Kaşgarlı Mahmut'un Divan-ı Lügat'it Türk adlı eserleri vardı. İşin garibi; kitapların her ikisi de İngilizce baskılardı.

Görsel unsurlarla desteklediği sunumunu; Nasrettin Hoca'nın eşeğe ters binmiş heykeliyle bitirdi. "Karanlıkta kaybettiği anahtarı, aydınlıkta araması" ile ilgili nüktesini hatırlatarak; "Hoca burda ne demek istemiş?" sorusunu gündeme getirdi.

Sohbetin seyri içinde; Mevlana, Yunus Emre gibi evrensel değerlerimizi de andık. Parçaları birleştirdiğimizde; kültürümüzün ve madeniyetimizin dilini iyi bilmediğimizin farkına vardık.

Bu bizi; başka bir tespite daha götürdü. Yetişme çağındaki yeni nesillerin, bu dilden ve değerlerden ne kadar uzak oldukları gerçeği; bir ateş topu gibi yakarak, yüreğimize oturdu.

Yetmişli yılların başlarından bu yana verdiğimiz sosyal ve siyasal mücadeleleri; yeniden hatırladık. "Cinnet" adlı şiirimizde geçen bir beyiti; yüksek sesle tekrarladık;

"Başıma balyoz indi, beynime şok saldılar / Bildim, kendi elimle, hafızamı çaldılar".

Bu günlerde, İstanbul Polisi'nin yeni bir operasyonu; haber bültenlerinde yer aldı. Tarihi eser kaçakçılığı yapan bir şebekenin çökertildiği ve muhtelif kategorilerdeki bin iki yüz küsur eserin ele geçirildiği açıklandı.

Haberin detaylarında, ilgi çekici bir nokta var. Yetkililer; bu operasyonda görevlendirilen üç sivil polisin, kaçakçılarla iletişim kurabilmek için, yoğunlaştırılmış bir eğitimle Arapça öğrendiklerini söylüyorlar.

Bu vesileyle, bir kez daha düşündük ki; Osmanlı'nın son ve Cumhuriyet'in ilk yıllarında devlet eliyle yapılan yahut yaptırılan operasyonlarla, bizim "toplumsal hafıza"mız çalınmıştı. Üstüne hayat kurduğumuz kadim kültürümüzle ve medeniyetimizle; bütün irtibatımız koparılmıştı.

Kaybettiğimiz değerleri geri kazanmak için; o değerleri üreten kültürün ve medeniyetin dilini bilmemiz gerekir. Çünkü; "kurucu" dili bilmeden kurmak, "koruyucu" dili bilmeden korumak, "taşıyıcı" dili bilmeden taşımak mümkün değildir.

Batı medeniyetinin "kurucu diller"i; felsefi yönden Grekçe, kültürel yönden Latince, dini yönden Aramice. "Koruyucu ve taşıyıcı diller"i ise; genelde tüm Batı dilleri, özelde İngilizce.

İslam medeniyetinin "kurucu dil"i; aynı zamanda "din dili" yahut "Kur'an dili" olan Arapça. "Koruyucu ve taşıyıcı dil"i ise; Eski Türkçe diye tanımlanan ve çok geniş coğrafyalara kadar uzanan Osmanlıca.

Ülkemizin ve toplumumuzun coğrafi konumundan, tarihi misyonundan, kıtalar arası köprü vazifesi görme durumundan dolayı; Arapça, Farsça gibi Doğu dillerinden de İngilizce, Fransızca gibi Batı dillerinden de kelimeler alıp kendisine maleden oldukça zengin bir dil. Bilimden teknolojiye, kültürden sanata, hukuktan sosyal hayata kadar bütün alanlara ve konulara şamil.

Ancak, o dilin; bugünkü uydurma, kaydırma Türkçe olmadığını biliyoruz. Ecdadımızdan bize miras kalan eserlere baktığımızda; farklı dünyaların mensubu haline geldiğimizi yahut getirildiğimizi görüyoruz.

Kaybettiğimiz değerleri geri kazanmanın yolu; kapalı kapıları açacak anahtarı bulmaktır. Aydınlıkta aramak ise; bu gerçeğin farkına varıp uyanmış olmaktır.

Dini literetürdeki "hidayet"; özü itibariyle "aydınlanma" demektir. Bu bilince erişenler; "istikamet"i bulacak ve sırat-ı müstakim (dosdoğru yol) üzere yürüyecektir.

Herkese ve her şeye rağmen büyüyüp gelişen, giderek İslam Dünyası'nın ve Osmanlı Coğrafyası'nın uyanış, diriliş, direniş merkezi haline gelen Türkiye; kendi kültür ve medeniyet dünyasının kapılarını açabilmek için, önce "anahtar"ı bulmalıdır. Bizi, yeni bir çağın öncüleri haline getirecek altın anahtarı; "medeniyet dili"nin derinliklerinde arıyor olmalıdır.

Ortak kelime ve kavramlar; ortak dilimiz ve değerlerimiz olacaktır. Bu dili ve değerleri bilen aydınlar, yöneticiler; "medeniyet kaçakçıları" şebekesini çökertecek, çalınan hafızamızı geri alacaktır.

Bu tarihi role talipsek; Osmanlı Türkçesi'ni yeniden ihya etmeliyiz. Medeniyetimizin kurucu dili Arapça'yı; daha çok ve daha iyi öğrenmeliyiz, öğretmeliyiz.

Zekeriya Erdim

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.

YAZAR ARŞİVİ

Zekeriya Erdim

Zekeriya Erdim Diğer Yazıları