Arama

Selahaddin E. Çakırgil
Şubat 12, 2019
İsmet İnönü ve 200 yıllık rüya!..

Evet, Sene 1963, aylardan Aralık. Ankara'da Avrupa Birliği'nin çekirdeğini oluşturan 'Ortak Pazar' liderleriyle Başvekil İsmet İnönü arasında, -Türkiye'nin 1959 yılında bu ortaklığa katılmak için yaptığı müracaatın 4 yıl sonrasında- bir anlaşma imzalanıyordu.

***

1950-60 arasında, büyük kitlelerin sevdiği bir lider olan Başvekil Adnan Menderes'in 27 Mayıs 1960 askerî darbesi ile devrilip öldürülmesi üzerinden henüz 2 sene geçmişti.

Eğer o darbe olmasaydı, Adnan Menderes, bir ay sonra, 26 Haziran 1960 günü Sovyet Rusya'ya bir resmî ziyaret yapacaktı. Ama kapitalist ve komünist emperyalizm sistemleri arasındaki 'Soğuk Savaş'ın var gücüyle devam ettiği bir dönemde, USA izni olmaksızın yapılacak böyle bir ziyarete göz yumulamazdı. O darbenin sebeplerinden birisi de o idi. Belki de, sadece B. Amerika değil, Avrupa devletleri de, USA ve NATO'dan izinsiz olarak, -o Soğuk Savaş yıllarında- Moskova'yı ziyaret kararı almasından dolayı da Adnan Menderes'in idam edilmesine, öldürülmesine seslerini çıkarmamışlardı.

***

Ama artık, Lozan'da Batı'yla 'uzlaşma başarısı'nı göstermiş olan CHP lideri İsmet İnönü, koalisyon hükûmeti başkanıydı ve Ankara'da yapılan Ortak Pazar'a üye olmak için yapılan bir anlaşmanın imza töreninde konuşmakta ve özetle, "Bu anlaşma ile biz ekonomik hedefler için değil, gerçekte 200 yıllık Batılılaşma rüyamızın gerçekleşmesi yolunda önemli bir merhale almış oluyoruz." vs. demekteydi.

***

Evet, gerçek hedef, halkın ve ülkenin ekonomik zaruretlerine çare bulmak filan değil; kendilerini münevver/ aydın diye yaftalayan ve Haçlı Seferleri mantığı temelinde gelişen bir kültür ve medeniyetin kuklaları durumuna düşen ve kendi halkının en temel değerlerine düşman olan, mankurtlaşmış kadroların, kendilerine verilen bir rolü yerine getirmek için yaptıkları bir anlaşma idi, o…

Ünlü İngiliz tarihçi-filozofu Arnold Toynbee, 'Toprak kaybetmeyi resmen kabullendiği 1699- Karlofça Antlaşması'yla Osmanlı'nın boğazına bir kement geçirildiğini, ama bu kemendin bütünüyle sıkılabilmesi için 200-250 yıllık bir zaman dilimine ihtiyaç duyulduğunu' söylüyordu.

Aynen öyleydi ve Avrupa liderleri, kendileri için asırlarca tehlike kaynağı oluşturan bir dünyanın bir daha tehdit oluşturamayacak hâle düşürülebilmesi için, 1923 - Lozan Antlaşması ve kurdurdukları Kemalist-laik rejim eliyle, kemendi, 'Sizi Avrupalı yapacağız' hayalleriyle 'adam etmek' için daha bir sıkıyorlardı.

***

Hem Birinci, hem de İkinci Dünya Savaşı'nda korkunç şekilde boğuşmuş olan Avrupa ülkelerinin başında gelen Fransa ve Almanya arasında 'Kömür ve Çelik Birliği' adı altında başlayan işbirliği, önce 'Ortak Pazar'a, sonra (Avrupa Ekonomik Topluluğu) AET'ye, nihayet, (Avrupa Birliği) AB'ye dönüşüyor ve üye devletlerin sayısı 25'i geçerken, Türkiye ise 1963 yılında imzaladığı andlaşmaya rağmen üyeliğe hâlâ kabul edilmiyordu.

Esasen, TC'deki egemen güçlerin hedefi, kendilerinin hissetmedikleri ekonomik sıkıntıları bertaraf etmek değil, 'Aah, bir Avrupalı olsak…' rüyasını gerçekleştirmekti. Avrupalılar ise Müslüman dünyanın karşılarına bir daha bir güç odağı olarak çıkmaması için her tertibe başvuruyorlardı.

***

Ve… 1992 Frankfurt Kitap Fuarı'nda yaptığı konuşmada, Almanya Şansölyesi Helmut Kohl, 'Avrupa Birliği'ne katılmak isteyen ülkeler, Avrupa medeniyetinin, Hıristiyanlık değerleri üzerinde yükseldiğini unutmamalıdırlar.' diyerek noktayı koyacaktı.

Bu sözü, aynı içerikle, daha önce, İngiliz Başbakanı Winston Churcill de söylemişti ve daha sonra, -aslında ateist olduğunu bile açıklayan- eski alman başbakanlarından Helmuth Schmidt de söyleyecekti.

Bizdeki gardırop devrimcileri ise 150 yıl öncelerde, Ziyâ Paşa'nın diliyle, 'Mösyö-pardon diyerek eylersen feth-i kelâm (söze başlarsan) /Denilir her sözüne aynı keramet gibidir' şeklindeki o trajikomik 'aşağılık duygusu'nun pençesindeydiler, henüz de…

*

O yıllara ait bir önemli konu da Temmuz - 1958'de, korkunç kanlı bir darbeyle Irak'ta Krallık rejimini deviren ve darbe öncesinde de Kraliyet Sarayı'nın en güvendiği komutan olan General Abdulkerim Qaasım'ın, Şubat-1963'te, yani iktidarının 5. yılında bir başka askerî darbe ile devrilmesi ve sarayının bombardıman edilmesi sonrasında, yıkıntılar arasından canlı olarak ele geçirilen General Qaasım'ın hemen oracıkta, enkaz yığını ortasında bir sandalyeye oturtulup, TV ekranından canlı olarak yayınlanan birkaç dakikalık sorgulamayı takiben hemen oracıkta kurşuna dizilerek öldürülmesiydi. (Ki, o zaman Türkiye'de henüz TV yayını yoktu, 10 sene sonra gelecekti.)

Gerçi, General Qaasım, Şubat-1960'da da bir suikast teşebbüsüne mâruz kalmış ve omzundan vurulmuştu, ama sağ kurtulmuş ve o münasebetle Başvekil Adnan Menderes'in de kendisine bir 'geçmiş olsun' mesajı gönderdiği radyodan efkâr-ı umûmiyeye duyurulmuştu.

İlginçtir, General Qaasım'ı o zaman vuran ve fakat öldüremeyen genç saldırganın, Saddam Huseyn olduğu ve suikastı takiben kaçıp Mısır'a gittiği ve kişinin, 1968 yılında General Hasan el' Bekr'in bir askerî darbe yapmasından ve Devrim Komuta Konseyi Başkanlığı'na Saddam Huseyn isimli yeğenini getirmesinden sonra anlaşılmıştı. 1963 ilâ 68 arasında ise Irak'ı Abdusselâm ve Abdurrahman Ârif kardeşler yönetmişlerdi. Abdusselâm Devlet Başkanı idi, kardeşi Abdurrahman ise Genelkurmay Başkanı konumundaydı. İçerde veya dışarda görüş açıklamak durumunda olan çoğu Iraklıların da kabul ettiği ve dış dünyaya da yansıyan şekliyle, bu iki kardeş her ne kadar Baas eğilimli olsalar bile, Irak halkının son 100 içinde görebildiği en mülâyim yöneticilerdi, herhalde…

Ancak Abdusselâm Ârif, 1966'da bir helikopter kazasında hayatını kaybetmiş ve yerine kardeşi Abdurrahman Ârif geçmiş ve o da İstanbul'da bir seyahatte iken, General Hasan el'Bekr'in askerî darbesiyle devrilmiş ve haliyle Irak'a geri gidememiş ve ömrünü İstanbul'da tamamlamıştı. Onun yakınlarından bir doktoru tanımıştım İstanbul'da, 1975'lerde… O, 'Irak toprağı Kerbelâ Faciası'ndan beri, tarih boyunca kanla yoğrulmuş ve sadece Osmanlı zamanında kitlevî boğuşmalardan uzak kalabilmiş ve Osmanlı'dan sonra da, yine hep en kanlı yöntemlerle idare edilmiştir. Ârif kardeşler'in o mülâyim yönetimlerinin Irak'ta yürümeyeceği tahmin edilmeliydi.' demişti. Tabiatıyla böyle değerlendirmeler ındî mülahazalardır, ama, Irak'ın son yüzyılına bakıldığında sanki sağlaması yapılmış bir sosyal gerçeklik ifade ediyor gibiydi.

Nitekim General Hasan el'Bekr de, askerî darbesini yaptıktan hemen sonra, Irak'lı Yahudilerden onlarcasını idâm ettirerek dünyanın dikkatini çekmiş ve sert bir yönetici olduğunu ortaya koymuştu. Ancak o kısa zamanda gözden uzakta kalmaya başladı, rahatsız olduğu söyleniyordu. O zaman, ön plana Saddam Huseyn çıktı. O artık, Irak'ın fiilen en yetkili ismi olarak gözüküyordu, her ne kadar dayısı El'Bekr 'Devlet Başkanı' statüsünü sürdürse bile, hemen bütün resmî görüşmeleri bile Saddam yürütüyordu. Ve Bağdat'ta Dicle kenarlarında serinleyen halk kitlelerinden gazinolara kadar her yerde 'Saddaaaam, Ya Saddaaaam…' diye başlayan ve biten teraneler her yerde duyuluyordu.

Bunda Saddam'ın Irak petrol gelirlerinden halkı daha fazla faydalandırmasının da büyük rolü vardı elbette…

*

Ortadoğu'nun o karışık günlerinde bizim gençliğimiz belki de ilk olarak, İslâm'ın aynı zamanda bir sosyal düzeninin olduğu gerçeğiyle de tanıştı. Seyyid Qutb (Kutub)'un 'İslam'da Sosyal Adâlet' adıyla Türkçeye tercüme edilen eserini, Pakistan'dan Ebu'l-Alâ Mevdûdî'nin, Hindistan'dan Nedvî'nin kitapları, Muhammed Hamidullah'ın 'İslam Peygamberi' adıyla ilk cildi 1964'lerde Türkçeye tercüme edilen eseri ve ayrıca Hindistan'ın bağımsızlık mücadelesinde ayrı bir yeri olan Ebu'l-Kelâm Azâd'ın İngiliz emperial sisteminin mahkemelerindeki muhteşem savunmaları takip etti. Bütün bunlar bizim düşünce ve duygu dünyamızda yeni şekillenmeler meydana getiriyordu.

Bu arada, Pakistan da (ki birisi Hindistan'ın kuzey doğusunda, Bengal Körfezi'nde Doğu Pakistan (bugünkü Bangladeş) diğeri de ondan 2 bin km. batıda Pencab Vadisi'nde bulunan Batı Pakistan'dan oluşan iki parçalı ve 1947'de Pakistan İslam Cumhuriyeti adıyla dünya sahnesine çıkmış olan) yeni bir devlet olarak dikkatimizi çekiyor ve en azından Mareşal Eyyub Khan'ın babacan tavırları Anadolu halkı üzerinde de sempati hâlesi oluşturuyordu. Hele de, onun 1959'da İstanbul'a geldiğinde Cuma namazı için Sultanahmed Camii'ne gitmesi, ama Cumhurbaşkanı Celâl Bayar'ın onu Camiin eşiğine kadar getirip, kendisinin, 'Biz laikiz...' diyerek namaz sonuna kadar kapıda bir sandalyede oturarak beklemesi, Eyyub Khan'a halk nazarında büyük itibar kazandırmıştı.

Bu yüzden, 1965 son baharında, Hindistan ile Pakistan arasında Keşmir Buhranı'ndan dolayı tekrar patlak veren ve haftalarca günlerce süren korkunç savaş sırasında halkımız, câmilerde Pakistan'ın zaferi için dua ediyor, gözyaşı döküyordu.

Dünya seyrediyordu, bu korkunç savaşı... Her iki taraftan da binlerce sivil ve asker kayıpları oluyor; şehirler ağır bombardımanlar altında eziliyordu. Ama anlaşıldığı kadar, Hindistan Pakistan'ı dize getiremeyeceğini anlamıştı ki Sovyetler Birliği devreye girdi ve 'ateş-kes' sağlandı ve Rusya Başbakanı Aleksi Kosigin, Eyyub Khan ve Hindistan başbakanı Lal Bahadır Şastri'yi, (bugün Özbekistan'ın başkenti olan) Taşkent'te bit toplantıya davet etti. Ve ilk akşamın gecesi Şastri otelde ölüverdi.

Ondan sonra savaş durduruldu. Hatta o zaman, Şastri'nin cenaze törenine bizzat Eyyub Khan'ın da katıldığı söylenmişti, ama o gerçek miydi, hatırlayamıyorum; çünkü matbuatta o kadar yer almamıştı. Yine de ilgi çekiciydi, benim için.

Dikkat çekici bir diğer nokta da şuydu ki, Batı ve Ortadoğu'da olan hadiseler bir şekilde dünyaya geniş şekilde yansı(tılı)yor, ama, Asya bu ilgi alanının dışında kalıyordu, genelde…

*

Selahaddin E. Çakırgil

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN