Arama

Selahaddin E. Çakırgil
Ocak 28, 2019
Sağcı, solcu değil; Müslüman…

1960'lı yıllarda Güney Amerika'dan çok fazla bir bildiğimiz yoktu; bugün de öyle sayılır. Yine de, kurtuluş hareketlerinin ünlü lideri Simon Bolivar'ı az biraz duymuştum. 1783'de doğmuş ve 1830'da ölmüş olan Bolivar, Latin ve Orta Amerika'daki İspanyol emperyalizmine karşı Güney Amerika'nın kuzey batısında yer alan Kolombiya, Ekvador, Bolivya, Venezuella, Peru, Nikaragua ve Kuba halklarının gözünde hâlâ da El Libertador (Büyük Kurtarıcı) diye anılan bir kahraman.. (Bilindiği üzere, bir kısım Hristiyanlar Hz. Îsâ aleyhisselam'ı, 'tanrı, tanrı'nın oğlu' gibi kabul ederken, bir kısmı da 'Büyük Kurtarıcı' olarak isimlendirirler. Aynı şekilde, Müslümanlar da, sadece Hz. Muhammed (S)'i değil, bütün enbiyaullah'ı, 'gerçek- ilâhî peygamberler'i de 'Büyük Kurtarıcı'lar olarak kabul ederler. Böyleyken, sosyo-politik mücadelelerin içinde yer almış bazı kimselere, özellikle de büyük sosyal buhranlar sırasında, 'Büyük Kurtarıcıcı' gibi isimlendirmeler olsa bile, o gibilere verilen o sıfatların, onların ancak kendi dönemlerinin özel şartlarıyla sınırlı olduğunu kabul etmek gerekir. Nitekim,) Bolivar, çetin mücadeleler vermişti, ama, kendisinin de bir diktatör gibi davranmaktan uzak duramadığı anlaşılıyor. Esasen, 'Benim mezarımın üstünde nice diktatörlükler kurulur..' öngörüsünde bulunmuş bir isim.. Ama, verdiği çetin mücadeleler dolayısiyle kendisinin 'diktatör'lüğü mâzur görülmüş.. Ama, kendisinin de öngördüğü gibi, o ülkeler uzuuun yıllar diktatörlük uygulamalarından kurtulamadılar..

*

Bu vesileyle, gençlik yıllarımızda, zihnimizde yavaş yavaş gelişen bir cihanşümul İslamî anlayışla, sadece Müslüman halkların değil, mazlum , zulüm altındaki başka halkların meseleleriyle de ilgilenmeyi imanî bir gereklilik halinde algılamaya başlamıştık.. Çünkü, Kur'an'ın mesajı, bütün mazlumları kuşatıyordu ve Hz. Peygamber (S) de ulaşabildiği bütün mazlumların, haksızlığa uğramışların yanındaydı..

Biz de ütopik bir dünyadan söz etmiyor, üzerinde yaşadığımız dünyanın her yerine inancımızla insanlık anlayışımızı taşımamız gerektiğinin idrak ve sorumluluğunu hissediyorduk, artık..

İşte bunun içindir ki, Latin ve Orta Amerika'daki uzak halkların bile meselelerine Nikaragua'yı 1936'dan beri tam bir diktatörlükle yöneten Anastasio Somoza diktatörlüğüne karşı verilen mücadeleleri de zaman zaman matbuattan öğreniyor, değerlendiriyor ve kendi safımızın oradaki mazlumların yanı olduğunu ifade ediyorduk.

Kezâ, Orta Amerika'da, B. Amerikanın sınırlarının 120 km. kadar güneyindeki Kuba adasında General Batista'nın 1933'den beri ülkeyi nasıl tam bir diktatörlükle yönettiğinin ipucu olan haberleri ve ona karşı silahlı mücadele veren solcu gerillaların adını da matbuattan duyuyorduk. Bunların başında da Fidel Castro geliyordu.

Ancak, beni ve benim yaşımda olan arkadaşlarımızı iki arada bir derede bırakıyordu.. Çünkü bunlar silâhlı mücadele veren solcu veya marxist gerillalardı, matbuatın yazdığına göre.. Ki, o zamanlar, henüz transistörlü küçük radyolar da yoktu ve bu gibi konular devlet tekelindeki radyoda yer buluyor muydu ve nasıl, bilmiyorduk.

Ama, bir taraftan da komünistlerin yanında yer alıyormuş duruma düşmemek için, açık desteğimizi dile getirmiyorduk.

*

Meselâ, Fidel Castro liderliğindeki güçler Batista rejimini 1959'da devirdikten kısa süre sonra, 1961 yılında Kennedy Amerikası, gövdesi B. Amerika'ya kaçmış olan komünizm ve Castro karşıtı Kübalılardan oluşan birliklerle, Kuba'yı komünistlerden kurtarmak için 'Domuzlar Körfezi Çıkarması' diye anılan bir askerî operasyon düzenlemiş ve bu operasyon, fiyaskoyla sonuçlanmıştı..

O zaman Ankara'da yatılı okuldayım ve o başarısızlıktan dolayı seviniyoruz birkaç arkadaşla, ama, bunu belli etmiyoruz, ilgisiz gibi davranıyoruz. Çünkü, Amerikan emperyalizminin yenilgisine sevinmek, komünistlerin yanında olduğumuz gibi bir suçlamaya dönüşebilirdi. 'Biz Müslümanız ve mazlum olanların yanında, zâlimlerin karşısındayız..' gibi bir net tavır koymak da neredeyse mümkün değildi..

*

Arkasından, Sovyet Rusya Amerikalılardan önce Yuri Gagarin isimli bir kozmonotu, ilk olarak fezâya fırlatmışlar ve sonra da döndürmüştüler. Dünya kamuoyu önünde Amerika geriliyor, Sovyet Rusya ilerliyor gibi bir hava esiyordu. O sırada okuduğumuz okulda bir duvara birisi 'Gagarin' adını yazmış, bunun kim tarafından yazıldığını Millî İstihbarat Teşkilatı elemanları bulmaya çalışmışlardı..

*

Eisenhower'den sonra J. F. Kennedy Amerikan Başkanı olmuştu. Kennedy ailesi İrlanda asıllıydı ve Amerika'da, Başkan olan ilk Katolik olduğu bildiriliyordu.

Sovyetler'in Gagarin isimli bir astronotu, fezaya gönderilen ilk insan olarak başarıyla fırlatması Amerika'yı sanki daha güçsüz gibi bir duruma düşürmüştü.

İşte o durumda Kennedy, inisiyatifi ele geçirmek istemiş ve Kuba adasında yerleştirilmiş olan 'nükleer başlıklı' Sovyet balistik füzelerinin derhal sökülmesi için bir mühlet vermiş ve aksi halde müdahalede bulunacaklarını açıklamıştı, Ekim-1962'de.. Dünya bir nükleer savaşın eşiğine gelmişti.

Ama, Sovyet Rusya lideri N. Kruşçev de 'Türkiye'deki Amerikan füzelerinin sökülmesi' şartını ileri sürmüştü.. Türkiye daha bir diken üstündeydi.

Başvekil İsmet Paşa Valiliklere gönderdiği bir tamim/ genelge ile, bütün şehirlerde sığınaklar açılması, barikatlar kurulması emrini vermişti.

Kennedy ise, 'Biz Türkiye'deki füzeleri sökmeyeceğiz, sökecek olan varsa, buyursun!' diye bastırınca.. Bu sözler matbuatta halka öylesine bir güç vermişti ki, hattâ bazıları yeni doğan oğlan çocuklarına Kennedy ismini bile vermişlerdi..

S. Rusya bir nükleer savaşı göze alamamış ve Kuba'daki füzeleri sökmüş ve o büyük kriz atlatılmıştı. (Ama, aradan 25 sene geçtikten sonra açıklanan Amerikan gizli belgeleri gösterdi ki, Amerika Rusya'ya, 'Türkiye'deki füzelerin miadını doldurduğunu, kullanılamaz ve ateşlenemez durumda olduğunu bildirmişti.)

*

Kuba Krizi'nden bir sene kadar sonra Kennedy, 22 Kasım 1963 günü Texas'da üstelik de hızlı hareket halindeki bir arabanın içinde, uzaktaki bir kitap deposundan keskin nişancı olduğu bildirilen Lee Harley Oswald adında birisi tarafından, tam da arkasından, beyninden vurularak öldürülmüştü.

Ve Kennedy'nin yerini Başkan Yardımcısı L. Johnson almıştı, hemen..

Müthiş bir cinayetti bu.. Dünya şoke olmuştu..

Oswald da, iki gün süren sorgulamalardan sonra mahkemeye getirilirken, yüzlerce polisin arasından, Jack Ruby isimli kısa boylu, fötr şapkalı ve şişko bir sivil kişi, polislerin arasından bir anda öne çıkmış, yüzü gözü yaralı-bereli ve bitkin olan Oswald'a bir mermi sıkarak öldürüvermişti..

Bu daha bir şaşkınlık konusuydu.

Jack Ruby, Başkan Kennedy'yi çok sevdiği için, Oswald'ı derin teessür duygusuyla öldürdüğünü söylemiş, ve tutuklu olarak bir hastanede tedavi edilirken, iki ay kadar sonra, zatürre olduğu iddiasıyla onun da öldüğü açıklanıvermişti..

Bu, konuyu daha bir işin içinden çıkılmaz, karmaşık bir hâle getirmişti.

Kennedy'nin katli, tam bir muammaya dönüşmüştü ve hâlen de açıklanmamış 15-16 kadar nokta var deniliyor ki, onlar, üzerindeki kanûnî yasak kalktıktan sonra, yani hadisenin üzerinden 66 yıl geçtikten sonra, sosyal bünyede derin rahatsızlıklar olmaması için, 2029 yılında açıklanacakmış..

*

İlginç bir gelişme de, Kennedy'nin öldürülmesinden birkaç ay sonra, Sovyet Rusya lideri Nikita Kruşçev de Leonid Brejnev liderliğindeki Stalinci ekip tarafından azledilivermişti.

Kruşçev, komünist dünyanın gerektiğinde nükte de yapan, tebessüm eden, gülebilen bir simasıydı. BM kürsüsünde konuşma yaparken, protestolarla karşılaşınca, bir ayakkabısı çıkarıp kürsüye vurarak, 'Ne kadar itiraz ederseniz ediniz, hepinizin torunları komünist olacak!' gibi sözleriyle tarihe geçen bir isimdi. Onun komünist olacaklarından söz ettiği 'torun' nesiller komünist olmadı, ama, Kruşçev'in torunları komünizmin çöktüğünü ve Sovyetler Birliği'nin dağıldığını görmenin ötesinde; bir de kapitalist bir hayatın tadını çıkarıyorlar..

*

Bize gelince..

Dünyada olup biten her şeyi kendi inanç doğrularımızla yorumlamaya çalışıyorduk, ama, bunları açıkça ifade edebilmemiz neredeyse imkânsızdı. Çünkü dünya olup biten her şeyi ancak, o günlerdeki dünya düzenine ve iki kutuplu dünyanın, kapitalist veya komünist bakış açılarına göre yorumlamak zorundaymışız gibi kelepçeliydi zihinlerimiz..

*

Amerikan emperyalizminin 'terörist, solcu, komünist' ya da 'özgürlük savaşçısı' dediğinin yüksek sesle başka türlü isimlendirilmesi mümkün değildi.

Dünyanın çeşitli yerlerindeki silahlı veya silahsız mücadele ve direnişlere verenler USA emperyalizmi bir kez 'solcu' dediği zaman, yüksek sesle başka türlü bir değerlendirme yapmak baş ağrıtırdı.. Diyemezdik ki, 'Bunlar Amerikan emperyalizmine karşı..'

Üstelik, biz de 'sağcılık ve solculuk' gibi kavramların ne mânâya geldiğini tam bilmediğimizden, bu konulara daha çok da, Amerika ve Sovyet Rusya arasındaki 'Soğuk Savaş'ın 'sağcılık- solculuk' tariflerine göre bakıldığından çekiniyorduk.. Çünkü, 'solcu' denilenler komünist sayılıyordu. Üstelik, 'solcular' ve komünistler, verdikleri sosyo-politik veya silahlı mücadelelerde karşılarında hemen daima, 'Kilise'yi bulduklarından, onlar da Kilise'ye ve o toplumların inançlarına karşı mücadele veriyor duruma düştüklerinden, 'Dinsiz, din düşmanı' gibi sıfatlarla yaftalanıyorlardı. Ve ilginçtir, bizdeki solcular da, kemalistler ve laikler de düşündükleri yeni bir sosyal bünye oluşturmak düşüncelerinin karşısında İslam'ı ve Müslümanları gördüklerinden, bazıları açıkça, bazıları üstü kapalı olarak ve bazıları da, 'Biz de dinimize saygılıyız..' deseler bile, biz onların hem yaşayış tarzlarında, hem de üstü kapalı ifadelerinden, söz veya yazılarından ve etraflarında oluşturdukları sosyal gruplardan 'din düşmanı, İslam düşmanı' konumunda olduklarını hissediyor ve onlara asla sempati beslemiyorduk.

Ve onlara karşı artık yavaş yavaş da olsa, sosyal meselelerde İslam'ın, inancımızın da bir sözünün olduğunu belirterek, kendimizi 'solcu -sağcı' vs. diye nitelendirmenin yanlışlığını, bunun yerine kendimizi sadece 'müslüman' diye tanıtmak gerektiğini arkadaşlarımız arasında konuşuyorduk, ama, büyük kitleler, solculuğa karşı, çerçevesini bile bilmeden, 'Sağcılık' anlayışını ve sıfatını kendileri için bir yafta olarak benimsemişlerdi bile..

Ama, bu konu solculara ve solculuğa karşı çıkmamızdan daha çetin gözüküyordu.

Çünkü, ana- babamız, yakınlarımız, çok net olarak ifade edemeseler ve ne demek olduğunu bilmeseler bile; hacı amcalarımız, câmilerde birlikte saf tutup namaz kıldığımız ve onların içinde olmaktan rahatsız olmadığımız kitlelerdi, kendilerinin 'sağcı' diye niteleyenler.. Halbuki artık, bu gibi konularda, özellikle Seyyid Qutb (Kutub)'dan yapılan tercümeler Muhammed Hamidullah'ın 'İslam Peygamberi' isimli eserinden öğrendiklerimiz başta olmak üzere, yeni bir fikrî cereyanın şekillendiğini hissediyor ve sadece ferdî inanç ve ibadetler açısından değil, kendi inancımıza göre bir dünya kurmak gücünde olduğumuz itminanına kavuşuyorduk.

Ama, geniş kitleler kapitalist emperyalizmin ideolojik savaş ajanları veya yönlendiricileri eliyle, 'sağcılık' kavramını İslâmî bir kılıfa da büründürüp, İslamî ıstılahlarda geçen 'ashab-ı meymene' ve 'ashabı-ı meş'eme..' terimleriyle anlatıyorlar, hattaâ bazı ünlü vaaz hocaları bile , farkında olarak veya olmayarak, bu terimlerin o şekilde yanlış kullanılmasına âlet oluyorlar ve böylece, 'Ahirette amel defterleri sağ tarafından verilecek olanlar' için kullanılan 'ashab-ı yemîn'in 'sağcılar'; 'amel defterleri sol taraflarından verilecek olanlar' demek olan 'ashab-ı meş'eme'nin de 'solcular' demek olduğunu söylüyorlar ve biz içinde olduğumuz o büyük kitleden ayrı düşmemek için, konuyu fazla tartışmadan, halk kitlelerinin şuûr seviyesinin yükselmesini beklemek gerektiğini düşünüyorduk.

Selahaddin E. Çakırgil

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN