Urmevî’nin Teklifi: Mantık Bilmek Allah’ı Tanımanın Bir Ön Şartı mı?
Müminûn suresi "İnananlar kurtuluşa ermişlerdir" hitabıyla başlar. İslam inancının temeli Allah'a imandır. Bu temel İslam düşüncesinde "marifetullah" kavramıyla ifade edilir. Marifetullah, Allah'ın varlığını ve birliğini tanımak ve bilmek demektir. Allah'ı tanımadan insanın mutluluğa erişemeyeceği İslam düşüncesine mensup bütün geleneklerin ortak kanaatidir. Bu sebeple marifetullah her mümin için, kadın erkek fark etmeksizin ulaşılması gereken nihai amaçtır. Dolayısıyla marifetullah her mümine farzdır.
Peki, insanı Allah'ı tanımaya götüren özel bir yol var mıdır? Tarihte bazı gruplar Allah'ı tanımaya götüren belirli ve özel bir yol bulunduğunu kabul etmez. Onlara göre halkın büyük çoğunluğu delillerden haberdar değildir; sadece "Allah vardır" diyerek taklitle inanır. Peygamberimiz, sahabe ve âlimler de halkın bu şekildeki inancını doğru kabul etmişlerdir. Buna karşılık çoğu alim ve düşünür insanı marifete ulaştıran bir yolun bulunduğunu kabul eder. Bu yolun peygambere bağlılık mı, kalbin arındırılması mı veya düşünme (nazar) mi olduğu ise ikinci bir tartışmadır.
Marifetullaha götüren özel bir yol olduğunu kabul edenler bu kez şu soruyla karşı karşıya kalırlar. Bu yolun hükmü nedir? Daha açık bir ifadeyle marifetullaha ulaştıran yol da marifetullah gibi farz mıdır?
Yunus Emre'nin "Muhammed cümleye dindir, imandır. / Delilsiz gidilmez, yollar yamandır" dizeleri de, İbnü'l-Arabî'nin "Evet" ile "Hayır" arasındaki tereddütü ölüm kalım meselesine dönüştüren yaklaşımı da onların sarıldıkları yöntemi farz olarak gördüklerini ima eder. Nitekim İslam inancı üzerine kaleme alınan kelam kitaplarında da benzer bir çıkarım yer alır: "Marifetullah farzdır. Mutlak farzı tamamlayan şey de farzdır. O halde marifetullaha götüren yol da farzdır." Bu bakışa göre amaç ile ona ulaştıran vasıta birbirinden ayrı tutulmamalıdır. Çünkü vasıta olmadan amaç gerçekleşmez ve tamamlanmaz.
Şimdi, Allah'ı bilmenin farz olduğu hükmünden yöntemin farz olduğu hükmü çıkarıldı, acaba aynı mantıkla o yönteme götüren vesileler, örneğin düşünme (nazar) yöntemine götüren kuşku veya yönelme de farz mıdır? Düşünmenin (nazar) farz olduğu üzerinde ittifak edenler bile düşünmeye götüren bu ön aşamaların hükmü hakkında ortak bir görüşe sahip değildir. Bazı âlimler kuşku veya düşünmeye yönelmenin farz olduğunu söylemişlerse de bu görüşler genel kabul görmemiştir.
Düşünme genel olarak "bilinenleri belli bir düzen içinde bir araya getirerek bilinmeyene ulaşma" olarak tanımlanabilir. Bu tanımda yer alan unsurların her birinin insanlar tarafından ne ölçüde bilinebileceği başlı başına bir problemdir. Çünkü bilinenlerin hangi şekillerde ve şartlarda yan yana getirildiğinde sonuç vereceği mantığın uzun ve zor konularından biridir. Bu durumda konumuz itibariyle bakıldığında Allah'ın bilgisine ulaştıran delillerin öncülleri, öncüllerin niteliği, niceliği, tertip şekilleri, kıyasın sureti ve maddesi, kıyası vs. derken büyük bir mantık müktesebatıyla karşı karşıya kalırız.
Bu noktada Siraceddin Urmevî'nin ilginç bir görüşe sahip olduğunu görüyoruz. Ona göre mantık, riayet edildiğinde düşünmeyi hatadan koruyan bir alettir. Düşünme farz olduğuna göre, bu düşünmeyi sağlamlaştıran ve tamamlayan mantığı öğrenmek de farzdır. Doğrusu önceki âlimler Allah'ı bilmeye götüren düşünmenin farz olduğunu söylerken düşünmenin âleti ve yöntemi olan mantığın farz olduğunu ileri sürmüyorlardı. Çünkü ayetler, işaretler, duygular, toplumsal iknalar, tecrübeler, temsil ve istikralar üzerinden inşa edilen herhangi bir delil marifetullaha götürmede yeterlidir. Bütün bunların tamamı düşünme kapsamında düşünülmüş, insanların yaratılıştaki güzellik ve nizama dair hayranlıklarını dile getirmeleri de inanmak için yeterli delillerden sayılmıştır. Ancak görünen o ki Urmevî doğru sonuç vermesi için düşünmenin sıkı yöntemlerle yürütülmesi gerektiğine kanaat getirerek mantığın kifayet türünden bir farz olduğunu ileri sürmüştür. Urmevî şöyle demektedir:
"Mantık öğrenmek farz-ı kifâyedir. Çünkü Allah Teâlâ'yı bilmek farzdır; Allah'ı bilmek ise ancak ilme götüren düşünme (nazar) ile elde edilir; ilme götüren bu düşünme de ancak mantık sayesinde elde edilir. Mutlak farzı tamamlayan şey de farzdır. Böylece mantık öğrenmenin farz olduğu anlaşılmış olur. İlâhiyat konusunda öğretimi câiz görenlere göre mantık öğrenmek tek tek kişilerin bizzat kendilerinin yapması gereken bir farz (farz-ı ayn) olmadığından bu durumda mantık öğrenmenin farz-ı kifâye olması gerekir."
Urmevî'nin bu ifadeleri, mantığın İslam düşüncesindeki serüveni bakımından oldukça dikkat çekicidir. Erken dönemlerde Sirâfî gibi dilciler insan düşüncesinin sınırlarını kuşatamadığı gerekçesiyle mantığa itiraz etmişlerdi. Fârâbî ile birlikte mantık felsefe ve düşünmenin temel yöntemi haline geldi. İmam Gazzâlî'nin elinde ise mantık, yalnızca felsefenin değil, dinî ilimlerle uğraşan herkesin bilgi üretimindeki güvenilirliğini sağlayan bir ölçüte, miyar ve mihenk taşına dönüştü. Urmevî ise bu çizgiyi bir adım daha ileri taşıyarak mantık öğrenmeyi Allah'ı bilmenin bir ön şartına dönüştürerek mantığın farz-ı kifâye olduğunu savundu. Böylece başlangıçta "yabancı" ve hatta "yetersiz" bir disiplin olarak görülen mantık, İslam düşüncesinin iç dönüşümleriyle önce "felsefî ilimler için gerekli", sonra "felsefî ve dinî ilimlerin tamamı için gerekli" iken Urmevî onun "Allah'ı tanımak için gerekli ve farz" hükmüne kavuşturdu.
Urmevî'nin teklifinin ne kadar radikal olduğunu anlamak için Konya'da Mevlânâ ve Konevî'nin de yaşadığı bir şehirde onlarla münasebet içinde kadılık yaptığını bilmek gerekir. Özellikle on üçüncü yüzyılda İbnü'l-Arabî'nin de yakın etkisiyle keşf, muamele, müşahade, mücahede, riyazet gibi kavramlarla işaret edilebilecek güçlü bir tasavvufî meylin, hatta yaygın bir toplumsal atmosferin hâkim olduğunu biliyoruz. Mevlânâ'nın eserleri akıl ve nazar eleştirisiyle doludur. Konevî'nin yazılarında da aklın sınırlarına dair aynı vurguyu rahatlıkla görürüz. İşte Urmevî böyle bir entelektüel ve toplumsal çevrede, düşünmeyi tamamlayan bir disiplin olarak mantığın farz olduğunu ileri sürer. Bu kadar da değil. Urmevî düşünmeyi tamamlayan mantığı, marifetullaha götürmesi itibarıyla farz olduğunu dile getirir ki bu daha önce görmediğimiz bir iddiadır. Ancak o mantığın, geniş halk kitlelerinin "marifetullaha götüren bir yol" olarak öğrenmesi gerektiğini dile getirmese bile, en azından toplum içinde belli bir grubun "marifetullahın delillerini sahih bir biçimde tertip etmek için" mantığı öğrenmelerinin farz olduğunu belirtir. Böylece Urmevi, o dönemdeki Konya'nın entelektüel vasatında kendi meşguliyetini, farz bir toplumsal hizmet ile ilişkilendirmiş olur.
Burada üç nokta dikkat çekmektedir: Öncelikle, klasik dönemdeki kelam âlimleri düşünme için sınırlı bir yöntem bilgisini yeterli görürlerken Urmevî mantık eğitiminin farz olduğunu belirtir. İkinci olarak, Urmevî'den önceki iki yüzyıl boyunca kelam âlimleri arasında düşünmenin yani nazar yolunun marifetullaha ulaştırıp ulaştıramayacağı hakkında karamsar bir tutum gittikçe daha baskın hale gelirken Urmevî felsefenin yöntemi olan bir âlet ilmini marifetullahın yöntemi olarak ilan etmiştir. Onun bu iki yönelimini anlamlandırmamızı mümkün kılan üçüncü bir çabası daha vardır ki onu da genel değerlendirmelerimize zemin kılacak şekilde sonraki yazıda ele alacağız.
Eşref Altaş
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.