Eşref Altaş
27.10.2025
Eşref Altaş
Okyanustan su getiren
Tüm Yazıları

Okyanustan su getiren

Geçen yazıda egemen kültür tarafından telkin edilen özgürlük kılığındaki taklit meselesini tartışmıştım. Aynı ölçüde sorunlu başka bir durum da birçok inanç ve pratiğin taklit olarak telkine konu olmasıdır. Basitçe söylersek taklit kavramı üzerinden operasyon iki yönlüdür: Bir yandan popüler olan taklidi özgürlük damgasıyla hayata dönüştürmek, öte yandan köklü tahkikleri taklit damgasıyla hayatın dışına itmek. Mevlânâ'nın "eşeği satılan sûfî" hikayesini, bu sefer, bu ters yüz edilmiş anlayışı görmek için başka bir merceğe dönüştürebiliriz.

Çağımız insanının damarlarında orijinallik ve özgünlük hevesi dolaşıyor. Taklide yergi ise inanç ve ideolojisi fark etmeksizin hepimizin hemfikir olduğu bir meseledir. Bu nedenle de taklit eleştirisi aslında konforlu bir entelektüel tutumdur. Nasıl?

Mevlânâ, hikayesini sûfînin ağzından dile getirdiği taklit eleştirisi ile sonlandırmaz, hasadı yele vermeyelim diye bu sefer tavsiyesini kendisi doğrudan söyler. Ancak paradoksal bir şekilde, kurtuluş yoluna revan olmanın da taklitle başladığını yazar:

"Latîf yârlardan aks o kadar gerektir ki denizden akssiz su çekici olasın!

Aks ki evvel vurdu, sen onu taklîd bil, vaktaki mütevâlî oldu, o tahkîk olur."

Taklit en nihayetinde işiterek ve gözlemleyerek öğrenmektir. Esasen bu, en genel anlamda hayatın kurallarından biridir, çünkü doğada taklit ederek öğrenmeyen bir canlı neredeyse yoktur. Her canlı, her şeyi kendi icat etmeye kalkanın hayatını sürdüremeyeceğinin farkındadır.

İnsan hayatında da durum aynıdır. Her şeyi tecrübe ederek öğrenme hevesinin ilk cezası elimizi ateşte yakmaktır. Bu nedenle öğretmene güvenmek matematik, fizik gibi bilimleri sağlamasını yapmaksızın öğrenmemizin temelidir. Çocuklar aile fertlerini, öğrenci öğretmenini, sanat talibi ilgili sanatın erbabını, çiftçiler tarım usullerinde atalarını taklit ederek öğrenir. Sonuç itibariyle her canlı az ya da çok şunun farkındadır: "Ömür kısa, ilim engin, fırsat geçici, tecrübe tehlikeli, hüküm zordur."

İnsan fikir ve eyleme açık olarak doğduğu için özellikle çocukluktaki taklidin öğrenmede merkezi bir rolü vardır. Bu nedenle her inanç ve her kültür kendi çocuğunu, başlangıç itibariyle taklitle eğitir. Aklı başında kimse "çocukları bırakalım, aklı başına gelince veya on sekiz yaşını doldurunca neyin doğru neyin yanlış olacağına karar versin" demez. İnsanın o yaşa geldiğinde nötr bir inanca sahip olabileceği inancı, gerçekten naif bir inançtır. Çünkü doğan ve zihni büyüyen her çocuk ister pozitivizm ister bilimcilik ister solculuk ister kemalizm ister başka bir şey olsun belirli bir ideoloji doğrultusunda büyür veya büyütülür. O halde "nötr/tarafsız yetiştirme" miti ikna edici değildir. Daha çocuk çağda büyüklerinin gittiği mabede gitmeyecek mi, katıldığı törene katılmayacak mı? Anne babasının seccadesinin yanı başında onun yüzüne baka baka secdeye varmayacak mı? Öyleyse her çocuk taklit eder ve her toplum, şöyle ya da böyle erken yaşta değer ve bilgi aktarır; buna ilaveten yenilik ve icatların da toplumun geneli tarafından taklide dönüştürülmesinin yollarını arar. O zaman asıl mesele taklit ederek öğrenmek değildir, taklidin bilgiye, kesin inanca ve tahkike giden yolun bir başlangıcına dönüştürülmesidir. Başka deyişle birbirini izleyecek şekilde taklidi tahkike, icat ve yeniliği taklide dönüştürecek bir döngüselliğe ulaşmaktır.

Demek ki taklit her yönden kötü değildir. İnsan hakikati önce başkalarından duyarak kabul eder, ezberler. Örneğin tanrının varlığını ve birliğini, doğruyu ve yanlışı, iyiliği ve kötülüğü öğrenir. Sağlam aklının, maruf geleneğinin, keskin idrakinin, yakıcı tecrübesinin, açık sezgisinin gereğince de bunların hakikat olduğunu kavrar. Geleneğin ezberi, aklın ve tecrübenin epistemolojik çemberinden geçerek hakikatin tecellisine kapı aralar. Başlangıçta kavram ve isimlerden ibaret olan inanç hakikatin kendisine dönüşür.

Mevlânâ'ya dönersek insan denizden su çekebilecek seviyeye gelinceye kadar lâtif yarenlerden akseden parıltılar güzeldir. Kimse doğuştan hakikate sahip olmaz, araştırma bahanesine sığınarak ömür boyu bir hakikate sahip olmamak gerektiğini ileri sürmek de makul değildir. Bu, acil bir hayat memat meselesidir, ebedi mutluluk ve mutsuzluğu ilgilendirdiği oranda ihmale gelmez. Bu nedenle hepimiz başlangıçta "latif yarenler"den, peygamberlerden, âlimlerden, Allah dostlarından gelecek parıltılardan kalbimize bazı damlaların akmasından hoşnut oluruz. Başlangıçtaki isimler adım adım metinlerde, dillerde, ezberlerde, istidlallerde, zihinlerde ve kalplerde ortaya çıkar. Sonuçta kural ve örnek, icat ve taklit, hatta taklit ve içtihat, taklit ve tahkik birbirinin zıttı şeyler olmaz.

O halde sonuçta diyebiliriz ki taklit bir başlangıçtır. Asıl mesele taklit değil, Mevlana'nın temsili ile okyanustan su çekebilmektir. Taklit teorimiz gereği, öğrenme kurallarla değil örneklerle ve temsillerle zihne ve hayata sirayet eder. Her taklit ve temsil, gücünü taklit ve temsil ettiği aslından alır. Bu nedenle Mevlânâ'nın okyanus temsili, Allah'ın ilminin her şeyi kuşatan (muhît) olmasına telmihen geliştirilmiş.

Gökten inen ve okyanusun tertemiz suyunu bize indiren su vahyin ve rabbânî feyzlerin temsili olarak imgeleştirilmiştir. Kısaca tahkike ulaşma yolunda işin başındayken okyanustan su getirene ittiba etmek, okyanusun yağmurunda arınmak, dil ve damağımızın kuruluğunu o suyla gidermek lazımdır. Hz. İbrahim gibi ateşe girip tecrübeyle tahkik edemeyeceğimize göre tecrübe edenin haberine kulak kabartmak aklın gereğidir.

Eşref Altaş

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.

YAZAR ARŞİVİ

Eşref Altaş

Eşref Altaş Diğer Yazıları