Arama

Zekeriya Erdim
Temmuz 29, 2019
Türkiye’de kim misafir, kim ev sahibi?
Sesli dinlemek için tıklayınız.

İmar mevzuatına göre, hisseli parsellerde, "çok ortaklı" mülkiyet hakkı vardır. Hissedarlardan bazıları bir yolunu bulup bina yapmış, bazıları da arsa halinde bırakmış olsalar bile; parselin her metrekaresine, her bir hissedar hissesi nisbetinde ortaktır.

Türkiye, tüm değerleri ve imkanları ile Osmanlı mülkünün hisseli parsellerinden birisi ve en önemlisi gibi. Tarihi ve kültürel geçmişinden dolayı, Osmanlı tebası (vatandaşı) olan herkes, bu parselin ortak sahibi.

Beylik'ten başlayıp İmparatorluk seviyesine ulaşıncaya kadar adım adım büyümüş; Sultan III. Murad döneminde, 19.902.000 kilometre karelik bir coğrafyaya sahip olmuşuz. Gittiğimiz yerlere huzur ve güven ihtiva eden bir kültürü ve medeniyeti götürmüş, olabildiğince adaletle hükmetmiş, "hakim devlet" despotizmini değil "hadim devlet" düzenini kurmuşuz.

Farklı dilleri konuşan, farklı dinlere ve kavimlere mensup olan insanlar bir vatanın çadırı ve bir devletin direği etrafında birleşip bütünleşmişler; bugün dünyanın yeniden keşfetmeye çalıştığı "çoklu yaşama modeli" gelişmiş. Aynı kader çizgisi üzerinde, asırlar boyu birlikte yaşayıp iyice kaynaşmışız; aramızda güçlü akrabalık bağları oluşmuş.

Zamanla tarihin seyri değişmiş; 19.087.422 kilometre karelik vatan toprağı ile milyonlarca kardeşimizi, akrabamızı, vatandaşımızı terk etmek zorunda kalmışız. Büyük okyanuslarda ihtişamla yüzen Osmanlı Gemisi, fırtınaya yakalanıp batma tehlikesi geçirmiş; 814.578 kilometre karelik küçük bir adada karaya oturtarak, kalanlarla yeni bir düzen kurmaya razı olacak hale gelmişiz.

Denize dökülenlerin kimi kaybolmuş, kimi farklı sahillere çıkmış. Gittiği yahut kaldığı yerlerde dara düşen her kardeşimiz, ümit ve güven içinde bizden yana bakmış.

Doğudan, batıdan, güneyden, kuzeyden gelmişler, gelmişler, gelmişler. Muhacir-Ensar kardeşliği içinde, birlikte Türkiye olmuşlar.

Son misafir ya da muhacir kitlesi; I. Dünya Savaşı sırasında kaybettiğimiz eski vatanımız Suriye'den geldi. Dün, üzerinde 51 devlet kurulan Osmanlı mülkünün asli unsurlarından sayılan bu insanlar; bugün, bizim üstüne bina yapıp oturduğumuz parselin "sığınmacı"ları oldu.

Şimdi birileri, onları hor ve hakir görüyorlar. Hemen her fırsatı bir tehdit ve tecrit vesilesi yapıp; "Bizim sırtımıza yük, başımıza dert oldular; geldikleri yere geri gitsinler" diyorlar.

İslami ya da insani değerler, akil ve makul olmayı gerektirir. Konunun doğru anlaşılabilmesi ve sağlıklı bir bakış açısına sahip olunabilmesi için, doğru soruların sorulması ve doğru cevapların verilmesi gerekir.

Birincisi; Suriye'li sığınmacılar Türkiye'de "misafir" midir, yoksa bizim gibi "ev sahibi" midir? Onlar da Osmanlı mülkünden artakalan bu parselin hissedarlarından değil midir?

İkincisi; Suriye'de yabancı orduların saldırısı yahut işgali ile oluşmuş bir "savaş" değil, aynı ülkenin ve toplumun insanları arasında çıkmış ya da çıkarılmış bir "iç savaş" var. O zaman, bu ateş çemberinin dışına çıkıp, kardeş ülke Türkiye'ye sığınmış olanlar nasıl oluyor da birileri tarafından "cepheden kaçmış vatan haini" gibi görülüyorlar?

Kaldı ki, yakınlarından bazılarının Özgür Suriye Ordusu'nun saflarında savaştıklarını biliyoruz. Ayrıca, Türkiye'nin sınır bölgelerinde yaptığı operasyonlar (mesela Zeytindalı Harekatı) sırasında, 18-40 yaş arası Suriyeliler'in, askerlik şubelerinin önlerinde toplanarak Türk Silahlı Kuvvetleri'nin saflarında savaşmak için yazılı müracaatta bulunduklarına şahit oluyoruz.

Üçüncüsü; İrlanda'lı gazeteci Patric Seale, "Suriye Ortadoğu'nun (Arap-İslam coğrafyasının) en stratejik ülkesidir, orayı kontrol eden Ortadoğu'yu kontrol eder" diyor. O zaman Türkiye, sadece Suriye ve Suriyeliler için mi; yoksa, aynı zamanda bölgede oynanan çok yönlü savaş oyununun aktif unsurlarından biri haline gelerek kendi sınır güvenliğini sağlamak için mi mücadele ediyor?

Dördüncüsü; her dönemde muhatap olduğumuz sosyal, kültürel, siyasal, ekonomik sorunların tek sebebi yahut sorumlusu Suriye'den gelenler midir? Onların olmadıkları, gelmedikleri dönemlerde; Türkiye bu tür sorunların hiç yaşanmadığı bir ülke midir?

Ekmeğimizi paylaşmadan önce karnımız şimdikinden daha tok muydu? Suriye'de iç savaş çıkmadan önce Türkiye'de hırsızlar ve hırsızlıklar, ahlaksızlar ve ahlaksızlıklar, işsizler ve işsizlikler, dilenciler ve dilencilikler yok muydu?

Beşincisi; yakın geçmişte eski vatan topraklarından gelip önce "sığınmacı", sonra "vatandaş" olan ve bugünkü Türkiye mozaiğinin rengini, desenini oluşturan diğer kardeşlerimize de "geldiğiniz yere geri gidin" diyebilir miyiz? Önce gelenleri "öz evlat" sonra gelenleri "üvey kardeş" sayabilir miyiz?

Altıncısı; biz, devlet ve millet olarak, sınırlarımız dışındaki mazlumlara ve mağdurlara da el atıp, dünyanın dört bir yanına iyilik ve yardım götürüyoruz. O zaman "hiçbir yere gitmeyelim, hiç kimsenin elinden tutmayalım" mı diyoruz?

Büyük devlet olmak, büyük sorumluluklar üstlenmek demektir. Emeğimizi ve yüreğimizi Türkiye Cumhuriyeti sınırları içine hapsetmek, gönül coğrafyamızı gündem dışı bırakıp, tarihi ve kültürel haklarımızdan vazgeçmek anlamına gelir.

Evlenip ayrı eve çıkan oğlumuza, kızımıza, kardeşimize kapılarımızı tamamen kapatıyor muyuz? Başlarına bir hal gelip, şefkatimize ve merhametimize sığınsalar; "sırtımıza yük, başımıza dert" gözüyle bakıyor muyuz?

Unutmayalım ki, veren el alan elden daha hayırlıdır. Dünyada "ev sahibi" olmanın "misafir" olmaktan daha büyük bir bahtiyarlık olduğu bilinip; malımızın ve canımızın zekatını ödeyerek mülkün ve saltanatın gerçek sahibi olan Allah'a şükretmek için, kapımıza gelen her "muhacir", bize yeni fırsatlar sunan "hızır" sayılmalıdır.

Zekeriya Erdim

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN