Arama

Prof. Uğur Derman
Nisan 20, 2018
Gelenekli san'atların renkli ismi: Hezârfen Necmeddin Okyay
Sesli dinlemek için tıklayınız.

Hat san'atı'nın büyük isimleri - 33

Türk kitâb san'atlarının birçoğunda XX. yüzyılın namlı üstâdı sıfatiyle mevkî sâhibi olan Mehmed Necmeddin Okyay Üsküdar'ın Toygartepesi semtinde 28 Ocak 1883 günü doğdu. Üsküdar Mahkeme-i Şer'iyesi'nin başkâtibi ve Yeni Vâlide Câmii imâm-hatîbi Mehmed Abdünnebi Efendi'nin oğludur. Dört yaşına geldiğinde ibtidâî tahsîli için evlerinin yakınındaki mahalle mektebine başladı ve mezûn oldukdan sonra Kur'ân-ı Kerîm hıfzını ilerletdi. Müteâkıben Ravza-i Terakkî isimli husûsi mektebin, önce ibtidâî kısmını üçüncü sınıfdan başlayarak o yıl bitirdi; aynı yerde orta tahsîlini sürdürdü. Bu esnâda rık'a, dîvânî ve celî dîvânî yazılarını rüşdiye (orta mekteb) seviyesine göre meşk edip icâzetini aldı; yine o sıralarda hâfızlık eğitimini de tamamladı. Ravza'nın hat muallimi Hasan Tal'at Bey, genç Necmeddin'deki istîdâdı görünce, kendisini Nuruosmaniye Medresesi'ndeki yazı odasına 1902 yılında götürerek, oranın hocası olan Filibeli (Bakkal) Hacı Ârif Efendi'ye (1836-1909) devâmını sağladı.

Rüşdiye tahsîlini bitirdikden sonra lise eğitimi için Üsküdar Îdâdîsi'ne giren Necmeddin, buraya bir yıl devâm etdi. Ancak salı günleri hat meşkı almak üzere Nuruosmaniye'ye gitmesine müsâade edilmeyince tahsîlini bırakmağa karar verdi; zâten devlet memûru olmak gibi bir niyeti de yokdu. Bu arada eline geçen bir ebrû (ebrî) kâğıdı, öğrenmek iştiyâkında olan bu gencin fevkalâde ilgisini çekdi. Bu san'atı yegâne bilenin Üsküdar Özbekler Dergâhı Şeyhi Hezârfen Edhem Efendi (1826-1904) olduğunu da duyunca, kendisinden ebrûculuğu tahsîl etmek üzere Sultantepesi'ndeki Dergâh'a çıkmayı iş edindi. Ebrûnun yanısıra, âhar denilen kâğıd cilâlama usûllerini ve biraz da ince marangozluğu öğrenmişken, Edhem Efendi sekiz ay sonra vefât etdi. Ancak hocasından kazandığı birikimleri genç Necmeddin istîdâdıyla gelişdirdi. Bilhâssa, ebrû kâğıdındaki renklerin imtizâcı konusunda, o vakitler Toygartepesi'nde kendisine komşu oturan Üsküdarlı ressam Hoca Ali Rızâ Bey'den (1858-1930) çok faydalandı.

Hâfızlığın ileri derecesi olan 'aşere' ve 'takrîb', ayrıca câmi derslerine devâmla 'ilmiyye' icâzetnâmelerini alan Necmeddin, bu arada Konyalı müderrislerden Vehbi Efendi'den is mürekkebi îmâlini öğrendi. Sultan Abdülazîz'in Sultantepesi'nde oturan okçubaşısı Seyfeddin Bey'le tanışarak onunla kemankeşlik çalışmalarına katıldı. Bâzan Okmeydanı'nda, bâzan da Çamlıca'da gerçekleşdirdikleri hedef okçuluğu denemelerinde ancak 680 gez (1 gez = 66 sm.) uzaklığa atabildi. Hâlbuki kabza (okçuluk icâzeti) alabilmek için en az 800 gez atmak gerekiyordu. Bununla berâber, Necmeddin Efendi biri 1920'de, diğeri 1940'da olmak üzere Okmeydanı'nın Vakıflar idâresince satışını iki kere önlemek, Cumhuriyet devrinde yeniden Okspor isimli kulübü kurmak ve 1934'de çıkarılan soyadı kānûnu uyarınca kendisine Okyay'ı seçmekle bu târihî spordan hiçbir zamân kopmadığını gösterdi. Ancak Okmeydanı'nın 1950'den sonra yok edilişine şâhid olmanın elemiyle ömrünü sürdürdü. O yaşlı hâlinde bile, meraklılara "Yâ Hakkk!" nidâsiyle ok atışını gösterirken, sanki yirmisindeki delikanlılığına avdet ederdi.

Bizim yine eski yıllara dönmemiz gerekiyor; çünkü Necmeddin Efendi'nin öğrenecekleri henüz bitmedi! Bakkal Ârif Efendi'ye devâmı sırasında eline bir ta'lîk yazı geçen genç Necmeddin, bu hat nev'ini hemen öğrenmek arzûsuna kapıldı; ta'lîk hattının o yıllardaki en büyük ismi Sâmi Efendi'ye devâma başladı. 1905'de ta'lîk hattından, 1906'da sülüs-nesih yazılarından, eski üstâdlara taklîden yazdığı kıt'alarla, hocalarının icâzetine hak kazanan genç Necmeddin, öğrenmek husûsunda boş durur mu? Hocaları hayâtda kaldığı müddetçe onlardan nasîb almağa gayret etdi. Kendisinin diğer yazı nevîlerinden de behresi bulunmakla berâber, Sâmi Efendi'nin yönlendirmesiyle ta'lîk ve celî ta'lîk hatlarına daha çok eğildi; bunlarla kıt'a ve levhalar yazmayı tercîh etdi (Resim 1, 2). Mermer üstüne hâkkolunmuş haylı mezar kitâbesi ve Çenberlitaş'daki Piyer Loti evinin kitâbesi (1920) de Necmeddin Efendi'nin kaleminin eseridir.

Resim 1: Necmeddin Okyay'ın mâil ta'lîk bir kıt'ası.


Resim 2: Necmeddin Okyay'ın zer-endûd celî ta'lîk bir levhası.

1908 yılına gelindiğinde, 25 yaşındaki Necmeddin -bir sene önce kaybetdiği babasından devren- Üsküdar Yeni Vâlide Câmii'nin ikinci imâmı, muhtelif yazı çeşitlerinden icâzet sâhibi genç bir hattat, ebrû san'atkârı, kâğıd terbiyesinde ve mürekkeb îmâlinde usta, okçulukda mâhir, ayrıca eski hattatların eserlerini toplamağa ve onları inceleyerek hattın inceliklerini kavramağa çalışan zekî ve dikkatli şahsıyetiyle karşımıza çıkıyor.

Kendisi, 1915 yılında Cağaloğlu semtinde açılan "Medresetü'l-Hattâtîn" isimli öğretim müessesesinde Kâmil Efendi'den (1861-1941) ders alarak sülüs hattını ileriye götürdü, Tuğrakeş Hakkı Bey'den (1873-1946) de celî sülüs ve tuğra öğrendi. Lâkin buradan diplomasını 1918'de almazdan iki yıl evvel, ebrû ve âhâr muallimi olarak Medresetü'l-Hattâtîn'e tâyîn edilip öğrenci yetişdirmeğe başladı. İşte o sıralarda, sonradan Necmeddin Ebrûsu adı verilen çiçekli ebrû tarzını ve yazılı ebrû (Resim 3) tekniğini de gelişdirdi.
Resim 3: Necmeddin Okyay'ın bir yazılı ebrûsu.

Necmeddin Hoca, Tuğrakeş Hakkı Bey'le yakınlaşınca ve gülcü Şükrü Baba'yı (ö.1956) da tanıyınca, onlardaki gülcülük merakına kendini de kapdırdı. Üsküdar'daki ahşab evinin ulu ağaçlarla dolu dört dönümlük bahçesinin bir bölümünde, 1926'dan îtibâren 400 çeşide kadar gül yetişdirdi, yarışmalara katılıp madalyalar aldı. İşin asıl hoş tarafı, her gülün botanik künyelerini Latince olarak bilmesi ve gördüğü cinsi bu isimle tanımlamasıydı. Hazretdeki şu gül aşkına bakınız ki, benim kendilerine mülâkî olduğum 1955 yılında bile, artık eskisi gibi meşgūl olamadığı için, yine de kırk çeşid gülü mevcûddu. 1961'de Toygartepesi'ndeki evinden Koşuyolu'nda bir apartman katına taşınınca gülden de, bahçesinden de kopmak mecbûriyetinde kaldı.

Hat koleksiyonu da sür'atle büyüyen Necmeddin Hoca'nın eline 1925 yılında Köşklü Mehmed isimli bir mücellidin terekesinden klasik cild yapımında kullanılan şemse kalıbları geçince, birdenbire eski tarzdaki mücellidliğe karşı içinde heves uyandı. Kendi gayreti ve biraz da mücellid Bahaddin Efendi'nin (1866-1939) yol göstermesiyle kısa zamanda bu işi de halletdi. Sâdece eline geçen cild kalıblarıyla yetinmedi, dostlarından öğrendiği "galvanoplasti" usûlüyle eski kalıblardan yenilerini elde etmeyi başardı ve ortanca oğlu Sâmi (1911-1933) ile berâber mükemmel eserler vücûde getirdiler. Cild kalıblarından yazı çerçevesi yapmak da bu devrinin mahsulüdür (Resim 4). Üç oğlu içinde müstesnâ san'atkârlığıyla dikkati çeken oğlu Sâmi'nin henüz 22 yaşındayken peritonitden vefâtı, Necmeddin Hoca'yı haylı sarsdı, lâkin "Bâkî kalanın ancak Allah olduğu" inancıyla tesellî buldu.


Resim 4: Necmeddin Okyay'ın kendi eseri olan deri çerçeveli bir yazısı.

1916'da Medresetü'l-Hattâtîn kadrosunda başlayan hocalığını, buranın kapatılmasıyla, 1925'de Hattat Mektebi, 1929'da Şark Tezyînî San'atlar Mektebi adını alarak sürdüren yeni müesseselerde; nihâyet 1936'dan îtibâren Güzel San'atlar Akademisi'nin Türk Tezyînî San'atları şûbesinde sürdüren Necmeddin Okyay, 1948'de yaş haddinden emekliye ayrılmakla berâber, evi meraklı talebeye her zamân açıkdı.

Bu çok cebheli zâtın bir başka husûsiyeti de, Osmanlı topraklarında yaşayan muhtelif kavimlerin Türkçeyi konuşmalarındaki lehçe farklılıklarını bir tiyatro artisti kadar başarıyla taklîd edebilmesiydi. Sâdece bununla da kalmaz, başda Sâmi ve Edhem efendilerle İbnülemin Mahmud Kemâl Bey ve Gülcü Şükrü Baba olmak üzere, tanıdığı bâzı zevâtın konuşmalarını da mimiklerine varana kadar aksetdirirdi. Dinlerken gülmekden katılırdınız; bulunduğu toplantılara sohbetiyle neş'e katardı. Osmanlı topluluğunda mûtad olan şifâhî kültürü bütün nükteleriyle aktarmanın çok başarılı bir temsilcisiydi.

Necmeddin Hoca'nın imzâsız Osmanlı hat eserlerinin çoğunun kime âid olduğunu, hattâ yazılış senesini, müşâhede ve müktesebâtiyle tesbît edebilmesi büyük bir hayranlık uyandırırdı ve bu vechesiyle âdetâ bir "san'at velîsi" hüviyeti taşırdı. Hayâtı boyunca "bilen bir hattat şuûruyla" kendi topladığı emsâlsiz hat eserlerinin pek çoğu 1960 yılında Topkapı Sarayı Müzesi'ne intikāl etmişdir. Bu koleksiyonda hüsn-i hattın yanısıra, tezhîb san'atının da fevkalâde örnekleri mevcûddu. Necmeddin Hoca, bu san'atla fiilen uğraşmamakla berâber, Güzel San'atlar Akademisi'nin hocaları Rikkat Kunt (1903 – 1986) ve Muhsin Demironat'ın (1907-1983) klasik tezhîb yolunu bulmalarına rehberlik etmiş; ayrıca, kitâb san'atlarına dâir tâbîr ve ıstılahları da dikkatle toplayarak zamânımıza erişdirmişdir. Zîrâ, yaşlılığında bile, meraklılara faydalı olmak gâyesini bir ân olsun kaybetmemişdi. Üstâdın kendi yazdığı hat eserleri de en ziyâde Mimar Sinan Güzel San'atlar Üniversitesi'nde olmak üzere, Topkapı Sarayı ve Türk-İslâm Eserleri müzelerinde, bâzı husûsi koleksiyonlarda bulunmakdadır.

Müstesnâ yaradılışıyla, Necmeddin Okyay birçok hüneri nefsinde topladığı için "hezârfen" lakabıyle anılmışdır. Onun ebrû hocası Edhem Efendi de aynı lakabla yâdedilir. Necmeddin Efendi, ebced hesâbıyla târih düşürmekde de pek mâhirdi. Arûz öğrenmediği hâlde, yazdıklarının vezni yerinde olur, bu da çevresindeki arûz bilenleri şaşırtırdı.

Böylesine dolu dolu yetişmiş olan Okyay üstâdımızın sâmimiyet ve tevâzu içinde ara sıra tekrarladığı şu sözünü de hiç unutamam: "Evlâdım, zamânın en iyi hocalarından ders gördüm ammâ, kendim bir şey olamadım!" Oysa kendileri, yukarda isimleri sıralanan üstâdların dürülüp bükülüp bir bedende toplanmış hâli gibiydi.

Üzerindeki 14 çeşid rahatsızlığı da "hastalık koleksiyonu" olarak görüp, bunu bütün nüktedanlığıyla yazı koleksiyonculuğu alışkanlığına bağlayan Necmeddin Hoca, son yıllarında glokom ve katarakt illetleri dolayısıyle görme hâssasını neredeyse kaybetmişdi ve ömrünce bağlandığı san'atlar, ona artık yüzlerini göstermez olmuşlardı. Fakat "çalışmak", hayâtı boyunca kendisinin bütün hücreleriyle gerçekleşdirdiği bir fiildi. Doksan üç yıllık aziz ömrünün bir ânını boşa harcamadan, önce öğrenmek, sonra da öğretmek şevkıyle yanıp tutuşan ve bir ibâdet hazzıyla çalışan merhum üstâdın bu hâli, rûhuna o derecede işlemişdi ki, vefâtından üç gün önce, hastahânedeki son ziyâretimde hâtırını sorduğum vakit, hasta yatağından kısık sesiyle: "Ölmeğe çalışıyorum" cevâbını vermişdi!

Nihâyet 5 Ocak 1976 pazartesi sabahı fâni ömrü tükenen ve -isminin mânâsına göre- dînin olduğu kadar, faaliyetleriyle san'atın da yıldızı olan hocamızı, ertesi gün, yıllarca hizmet etdiği Üsküdar Yeni Vâlide Câmii'nden kaldırıp Karacaahmed kabristanına sırladık. Lâkin, o, eserleriyle yaşamağa devâm ediyor, edecek... Bu satırların yazarı da, ancak onun feyziyle bu konularda kalemi ele alabildiğini hiçbir zaman unutmuyor, unutmayacak.

Prof. Uğur Derman

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN