Arama

Prof. Dr. Teoman Duralı
Ekim 2, 2019
‘Uzun mızraklar’ ile ‘keskin kılınçlar’

Lev Nikolayeviç Gumiliyev'e (1912 - 1992) bakılırsa, Altıncı ile Yedinci yüzyıllar arasında Türklerin, Asyanın en güçlü ve büyük devletini kurmalarını olabilir kılan 'ülüş' yahut 'uluş' düzenidir. Adı anılan düzeni şöyle açıklayabiliriz: Türk devleti, 'uzun mızraklar' ile 'keskin kılınçlar'la kurulmuştur. Bu usulle de çok geniş sahaları Türkler, hâkimiyetleri altına alabilmişlerdir. Böylelikle 'uluş', öyleki bunun, Osmanlıda devâmı gibi görülebilecek 'istimâlet' düzenini, cihângîr devlet kurma tasarısını gerçekleştirirken Türkün ana yöntemi biçiminde algılayabiliriz.

Uluş düzeni, başlangıçta devlet kurumlarının teşkilinde âmildir. Zamanla kapsamı genişleyerek toplum hayatının bütün köşe bucaklarını kaplar duruma gelmiştir. Böylece aile ilişkilerini düzenlemiş, mülkün bölünmemesini sağlamıştır. Sonuçta geniş ailelerin belirmesine zemin hazırlamıştır.

550 ile 560 arasında kalan on yıllık süre zarfında Türkler, Sarı Denizden Volga ırmağına dek vahadan vahaya konar-göçer hâlde yaşayıp çobanlık-hayvancılıktan geçimini sağlayan boylara baş eğdirmişlerdir. Sonraki yirmi yıl boyunca da yayılmağı sürdürmüş, hâkimiyetleri altına aldıkları topluluklarla göçebe birlikleri, 'ogur'lar[1] kurmuşlardır.[2] Bahse konu geniş toprakları zapdetmeleriyle iş bitmiyor. Asıl mesele, fethedilenin elde tutulmasıdır. Böylesine büyük hızla yayılırlarken, yukarıda zikrolunan gerekcelerin ışığında, Müslümanlık öncesi devirlerin Türkleri, hükmettikleri tabaalarının sevgileri ile güvenlerini kazanamamışlardır. Hem kendi aralarındaki hizipleşmeleri önleyememeleri hem de hükmettikleri boyların ayaklanmalarını bastıramamaları, bahsi geçen durumu yaratmış başlıca iki etkendi.[3]

Az önce, Türklerin yüzlerce yıl yaşayıp içinden çıktıkları şartların özge toplumlara da benzer özelliklere zemin hazırlamış olduklarından bahsettik. Ne var ki başka pek çok toplumla paylaştıklarının yanında, Türklerin kendilerine mahsûs özellikleri de olmuştur. En eski devirlerden beri Türkler, bir kere, genellikle, kandaş bireylerden oluşmuş yahut böyle bir şeye inanmış bir toplum olmamışlardır. Asena yahut Açine adlı efsânevî dişi kurttan türemiş silâh arkadaşlığına dayalı bir topluluk oluşturdukları kanısındaydılar. İşte, silâh arkadaşlığına dayalı savaşcıların topluluğuna 'orda' yahut 'ordu' denilmiştir. Bahis konusu topluluk, demir işciliğinde ustadır. Silâhını kendi imâl eder. Yalnız, gerek demircilik gerekse silâh imâlâtı amac olmayıp araçtır. Etkinlikler, önünde sonunda, savaşma hedefine kilitlenmişlerdir. Demirciliğin yanısıra, kurutulmuş peynir ile yoğurt ve pastırma (bastırma) gibi, besinlerin hazırlanışı kadar, uzun bacaklı, uzak ve zorlu yollara yatkın yörük atlar,[4] hep bahsi geçen maksada yönelik araçlardır. Savaşanlar, yaşayan erkeklerden ibâret değildir. Ölmüş ataların ruhlarının dahî, vuruşma-lara katıldıklarına inanılmıştır. Sefere çıkılmadığı dönemlerde bile yurdu, yanî 'ev-çadırı'nı beklenmedik saldırılara karşı korumak maksadıyla ölmüş ataların ruhlarının nöbet tuttuklarına dair kanâat beslenmiştir. Onların bu hayatî kutsal görevlerini, eşikte ve dumanın çıkmasına yarar boşluk yahut açıklık gibi yerlerde ifâ ettikleri düşünülmüştür. İslâmöncesi kamlık dönemlerine değin gerisin geriye giden kültür arkaplanı kaybolunca bu kadîm itikâdın aslı esâsı, sebebi unutulmağa yüz tutmuş; donmuş, kalıplaşmış uygulanışı ancak, çağlar boyu sürüp gitmiştir. Nitekim göçer-konar gelenek ile göreneklere bağlı kalmış Türk boylarında, demekki bidâyette nöbet tutan ata ruhlarını rencîde etmemek gâyesine matûf inanışın etkisiyle çadırların eşiğine basılmadan zıplayarak içeri girilegelinmiştir.

Hayat, hem doğa, hem toplum-kültür şartları sebebiyle baştan aşağıya mücâdele demekti. Temel geçim kaynağı ganîmetti. Bunun içinse savaşmak gerekiyordu. İtikâdî sebeplerle oymak veya boy efrâdının kendi arasında evlenmesi yasak olduğundan, kız kaçırılırdı. Bu ise, savaşma zorunluluğunun en önde gelen sâiklerindendi. İslâmın benimsenmesiyle yerleşik düzene geçildikten çok sonraları bile 'kız kaçırma' âdeti terkedilmemiş olup töreleşmiştir.

Vuruşmalarda kılınç artığı, malûl olmayan, gücü kuvveti yerli yerinde erkekler, asker; tutsak kadınlar ise, zevce kılınmışlardır. Tam anlamıyla oluşmuş bir kölelik kurumuysa yoktu.

Hanlığın teşekkülüyle genellikle bozkır halkı, özellikle de Türkler zenginleşmişlerdir. Öncelikle, dörtbir yandan ganîmetler yağmıştır. Han, vergilerden, harac ile ganîmetlerden elinde toplanan servetin bir kısmını, 'ülüş' yahut 'uluş' düzeninin koyduğu kural gereği, başta yakınları olmak üzre, icâb eden çevreler ile kesimlere bağış ile rüşvet tarzlarında dağıtırdı. Hanlık iktidârını, savaşarak zapdetme, böylelikle de harac ile ganîmet devşirme ve nihâyet rüşvet dağıtma çarkı şeklinde anlayabiliriz. Çarkın başlangıcı ile bitişi, tabîî ki, aynı noktadadır: Savaşma irâdesi ile kudreti. O, çaptan düştümü, haraç kesmek ile ganîmet devşirmek işi sekteye uğrar. Sonunda, üleş düzeninin zorunluluklarından rüşveti çin gerekli servet de tükenmeğe yüz tutar. Önderden paylarına düşecek rızka ve yaşamalıklara gözlerini dikmiş iktidâra yakın ve uzak çevreler, beklediklerini bulamayınca, yeni ikbâl kapılarını çalmaktan gayrı çâreleri kalmazdı. Bu yüzden de uzun ömürlü devletler bir türlü vucuda getirilememiştir. Çoğu kere kurucusunun iktidâr ile ikbâl müddetiyle sınırlı 'günübirlik' 'seyyar devlet'ler, 'yıldırım orduları'nın sırtında yüzölçümleri yüzbinlerce, öyleki milyonlarca km2yi bulan bölgeleri iki üç yıl gibi kısacık sayılabilecek sürelerde kendi hükümrânlık sahaları kılabilmişlerdir. Devlet, hanın şahsında kâimdir. O, devletin kutsal, öyleki tanrısal ortası, merkezidir. İslâm devirlerinde birtakım değişikliklere uğramakla birlikte, bu devlet anlayışı, Göktürklerden Osmanlılara değin sürmüş bir gelenek çizgisidir.

Şu bildirdiklerimizi tekrarlarsak: Han ve onunla birlikte savaşanlar, devlet-olmanın, devletliliğin ta kendisidirler: 'Ordu', 'orda'^orta. Ayrıca 'otağ'ın, 'oda' ile ateş demek olan 'od'un dahî, 'orta'yla kökdeşlikleri güclü bir ihtimâldir.

Uzak Asyadaki savaşcılık ile hayvancılık-çobanlık dönemlerinde Türklerin toplum ile savaşma düzenleri, ongunları (Fr toteme) olan kurdun sürü yaşayışı ile avlanışını andırması dikkat ve ilgi çekici bir vakadır. Nesiller boyu kurtla yakın temâsta yaşamış Türk oymakları ile boylarından kimi bilge ermişler, bu hayvanın davranışlarını dikkatlice izlemiş olmalılar. Tesbitleri ile çıkardıkları sonuçları, aldıkları ibretleri kendi toplumlarının hayatına uyarlayıp uygulamışlardır. Öylesine zorlu tabîî ve coğrafî şartlar muvacehesinde kalkıp geyikler ile ceylanları kendilerine örnek alacak değillerdi ya; yahut gül ile bülbül muhabetleri üstüne şiir düzecek hâlleri de yoktu! Bütün mesele yaşayakalmaktı. Buysa, gücün kudretin yüceltilmesini zorunlu kılmıştır. Gücün kudretin yüceltildiği ortamda vurgulanan 'erkeklik'tir.

1900lerin ortalarına değin erkeklik deyimi Türkcede dayanıklılık, baş eğmezlik, sağlamlık, sâdıklık, ahdevefâ, sözünde durmak, güvenilirlik, inanmışlık, âdillik, hakbilirlik, arkadaşlık, sırtını dönmemek, hâl ile harekette kıvırmama, yürüyüşte kırıtmama, sözleri peltek ve yayarak telâffuz etmeme, ağırbaşlılık, ilişkilerde etkinlik (faillik) ile muktedirlik, zayıfa, yaşlıya, çocuk ile kadına silâh çekmeme, kadın karşısında hakbilir olmakla birlikte, çıt kırıldım kibârlıklara tevessül etmeme anlayışını temsîl edegelmiştir. Başka kimi milletin dilinde[5] de 'erkeklik' deyimi ve onun içerdiği tasavvurun benzeriyle karşılaşabilinir.

'Erkek', haddizâtında 'beşer' demek olan 'er'den gelir. Ondan 'güc', 'kudret' anlamındaki 'erk' türemiştir. Erk de, 'bel vermeyen', 'kendi başına karar verebilecek yetideki kişi', yanî 'hür' demek olan 'erkin'i tevlîd etmiştir. Çağdaş Doğu Türkcelerinde 'hür/lük' karşılığı olarak nitekim, 'erkin/lik' kullanılır.

Türk hanlığı çatısı altında 'budun'un[6] aslî efrâdının yanısıra, yenilmiş olanlardan ayakta kalanlar ile kendi ülkelerinde barınamayanlar yahut Çine tâbî olmağı reddedenler de yer almışlardır. İşte, bunların tümü Türk 'budun'unu oluşturmuşlardır. Burada budun, kandaşlığı esâs alan kavimlilikten (Y ethnos) ziyâde, 'halk' ve/ya 'millet' (Y demos) anlamındadır. Nasıl bir halk yahut millet? Eli silâh tutan savaşcı halk yahut millet anlamında ve Türkceye mahsûs bir deyimle 'orda' yahut 'ordu'dur. Tekrarlayalım: 'Orda', bir kavmî (Y ethnikos) öbek olmayıp teşkilâtlanmış savaşcılar topluluğu anlamındadır.

Altıncı yüzyılda Türk ordası, göçebe oymaklardan/kabîle oluşmuş 'boylar/ aşîret birliği', yanî 'uruk'tur. Göktürklerin oluşmasıyla uruk, siyâsî-hükmî bir kimlik kazanmış, devletleşmiştir. Göktürklerin halk-devlet birlik ile bütünlüğüyse 'budun'u teşkil etmiştir. Budunun devleti ile ülkesine 'il' yahut 'el' denilmiştir. İlin ileri gelen zevâtı karar mekanisması görevini görüp 'ihtiyârlar meclisi' biçiminde algılayabileceğimiz 'beğler[7] kurulu'na, yanî 'kurultay'a katılırlardı.[8]

Kavmî esâslı toplum türüyle Eski Türklerde karşılaşılabilinirmiydi? Karşılaşılır. Böylesi bir topluma 'kun' denmiştir. Ne var ki, kun tarzı toplum, hep geri planda kalmıştır. Türk tarihine damgasını basmamıştır. Hele Müslümanlığa intisâb edildikten sonra kıyıda köşede kalmış kimi göçer-konar boyların boyutunu artık aşamaz olmuştur. Genelde silinip kaybolmuştur.

(Ş. Teoman Duralı'nın, Dergah Yayınları'nca yayınlanan 'Sorun Nedir' isimli kitabından alıntılanmıştır.)

[1] Fr confederations nomadiques

[2] Bkz: Richard N. Frye: "Pre-Islamic and Early Islamic Cultures in Central Asia", 44.s.

[3] Bkz: A.L.Gumiliyev: A.g.e., 88.&89.syflr.

[4] Bunlar, tamamıyla Türklere mahûs olup Moğol, Arap, İngiliz gibi ırklardan farklı atlardır.

[5] Sözgelişi Yunancada (he) andreia yahut (he) arete; Arapcada reculiyyet, Farscada (Osm Türkcesinde de kullandığımız) cevânmerdî yahut merdângî (^mertlik), Ispanyolcada macho ile hombria ve Almancada Mannhaftigkeit sözleri, Türkcedeki 'erkekliğ'in tasavvur içeriğine şaşırtıcı derecede yakındırlar.

[6] '~d', '~y'eyle yer değiştirince, bud yahut bod, boy (aşîret) olmuştur. Bodun çoğuluysa, budundu. O da, 'büyük, kalabalık boy', 'boylar birliği' (uruk), öyleki 'halk', 'millet', 'tabaa' anlamlarını kazanmıştır. 'Kara budun'sa, 'avâm', 'kitle' demektir —Bkz: Sir Gerard Clauson: "An Etymological Dictionary of Pre-Thirteenth-Century Turkish", 306.s.

[7] 'Saklamak', 'muhâfaza etmek' anlamında beklemek ^ bek (ince k) ^ 'beğ': Kağana, hana yardım ve danışmanlık eden zevâtın genel adı —bkz: Sadrî Maksudî Arsal: "Türk Tarihi ve Hukuk", 273.s.

[8] Bkz: Wolfgang-Ekkehard Scharlipp: "Die Frühen Türken in Zentralasien", 8.s.

Ş. Teoman DURALI

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN