Naaşı ile bir imparatorluğun da toprağa gömüldüğü gün: Abdülhamid'in vefatı
O, koskoca bir imparatorluğun en zor dönemlerinin mirasını omuzlarına alan bir hükümdardı. Üç kıtaya hükmetmiş Osmanlı Devleti, tarihinin en zor dönemlerini yaşıyordu. Sultan Abdülhamid, tüm bu zorluklara göğüs germiş, milletinin başında dimdik ayakta duruyor, elinde tuttuğu İslâm sancağından bir an olsun ayrılmıyordu. Yaşadıklarına karşın tek sitemini, “Bütün hizmetime bir kara çarşaf çektiler. Benim kimseden talep edecek hakkım yok” sözleriyle dile getirmiş; son nefesini “Allah” diyerek vermişti. “Ulu hakan” olarak hafızalara kazınan Sultan II. Abdülhamid'i vefatının yüz birinci yılı sebebiyle sevgi, saygı ve rahmetle anıyoruz…
Sen değil naaşın hükümdar olsa elyaktır bize!
Dönsün etsin taht-ı Osmânî'ye tâbûtun cülûs!..
Osmanlı Devleti'nin 34'üncü padişahı ve İslâm'ın 113'üncü halifesi olarak, dünyanın en buhranlı döneminde tahta çıkmıştı Sultan II. Abdülhamid. Tebaasında bulunanlar ona "Ulu hakan" diye sesleniyorlardı. Gerçekten de o, izlediği politikalar, yürüdüğü İslâm yolu ile milletinin başında dimdik ayakta duruyor ve bu sıfatı fazlasıyla hak ediyordu.
Osmanlı ailesinin bütün özelliklerini taşıyordu Abdülhamid. İri burunlu, parlak ve iri gözlü idi. Soğukkanlı fakat vehimli bir mizaca sahipti. Yürürken ve otururken biraz öne doğru meylederdi.
Titrek fakat kalın bir sesi vardı; çok dinler, az konuşurdu. Kendisiyle konuşanlara saygı telkin eder, herkese karşı nazik davranırdı. Hoşlanmadığı kimselere bile güler yüz gösterir ve sevmediğini belli etmezdi. Karşısındakinin duygu ve düşüncelerini sezmekte mâhirdi. Herkesin gönlünü almasını iyi bilirdi.
"Sultan Abdülhamid nasıl tahta geçti?" adlı videoyu izlemek için tıklayın.
Fevkalâde bir zekâya ve hâfızaya sahipti. Bir kere gördüğü veya sesini işittiği kimseyi asla unutmazdı. İradesi kuvvetli, fikir ve kararlarında istiklâl sahibi, tehlike karşısında metanetli idi. Anne ve babasının veremden ölmüş olmaları, onu genç yaşından itibaren temkinli yaşamaya sevk etmişti. Her türlü sefahatten uzak durur, sade bir hayat yaşardı.
Sultan Abdülhamid'in, Osmanlı Devleti'nin 34'üncü padişahı olarak tahta geçtiğinde çektirdiği bir fotoğrafı.
Ölünceye kadar her sabah ılık su ile duş yapmayı alışkanlık haline getirmişti. Jimnastiğe meraklı olup kılıç kullanma ve tabanca atmakta mâhir idi. Batı müziğinden, opera ve tiyatrodan hoşlanırdı.
Çalışmayı sever ve düzenli bir program uygulardı. Devlet işlerini her şeyin üstünde tutar ve önemli haberler alındığında uykusundan dahi uyandırılmasını isterdi. Devlet işlerinde değişik karakterdeki kimselerden faydalanmayı iyi bilir ve onlara mizaçlarına uygun hizmetler verirdi.
Sultan Abdülhamid halifelik makamına yakışır iffet, haysiyet, vakar ve namus timsali bir kimse idi. Dindardı, hayır yapmasını severdi. Kan dökülmesinden asla hoşlanmazdı. Otuz üç yıllık saltanatı süresince imzaladığı ölüm fermanlarının sayısı birkaç taneyi geçmez. Kimsenin rızkına mâni olmak istemez, yurt dışına kaçan veya sürgüne gönderilen siyasî muhaliflerine dahi maaş bağlatırdı.
Bundan tam yüz yıl önce, 1918 yılı 10 Şubat'ında hayata gözlerini yummuştu Sultan Abdülhamid. Çok kıymet verdiği biricik eşi Müşfika Kadınefendi'nin koluna yaslanmış; çevresindekiler baygınlık geçirdiğini sanmışlardı.
Sultan Abdülhamid'in Yıldız Şale'de kullandığı çalışma odası.
Sultan Abdülhamid'in yaşamı ile ilgili, özel hayatı, Selanik ve Beylerbeyi Sarayı'ndaki dışarıya kapalı yılları hakkında çok kıymetli bilgileri, kızı Ayşe Sultan'dan öğrendik. 1956 yılında, hatıratını tefrika ile yayımlamaya başlayan Ayşe Sultan, Abdülhamid'in ölümü ile ilgili de tarihe şerh düşmüş; "Ulu hakan"ın ölümünü şu satırlarla dile getirmişti:
BABAMIN HASTALIĞI VE ÖLÜMÜ*
Ben o sırada İsviçre'de bulunuyordum, ikinci oğlum Osman'ı dünyaya getirmiştim. Bu müjdeyi babama telgrafla bildirmiş, Rasim Bey imzasıyla babamın memnuniyetini bildiren bir cevap almıştım. Bu telgraf bende mahfuzdur. İsviçre gazeteleri İkinci Abdülhamid'in bir torunu doğduğunu yazmışlar, her taraftan tebrikler almıştım.
Sultan Abdülhamid'in kızı Ayşe Osmanoğlu'nun vefatından kısa bir zaman önce çekilmiş bir fotoğrafı.
Bu sırada babam artık eskisi gibi değilmiş. Sıhhati bozulmuş. Gençler gibi hareketli bir vücuda malik olan babam şimdi yorgunluktan şikâyet ediyormuş. Ekseriya hazım cihazından şikâyet edermiş. Doktor Atıf Bey'in ilaçlarına itimat gösteriyor, şikâyetlerini ona dindirtiyormuş.
Ölümünden üç gün önce yorgunluktan bahsettiği hâlde mutadı veçhile giyinmiş, istirahat etmeyerek dolaşmış. 9 Şubat 1918 Cumartesi günü akşamı âdeti üzere kadınları ile birlikte sofraya oturmuş, iştahsızlıktan bahsederek bir tane köfte, bir iki kaşık kabak, bir tane de pirinç unu tatlısı yemiş. Yemekten kalkınca anneme göğsünü göstererek, "Sol tarafımdan sağa doğru bir sancı hissediyorum" demiş. Annem derhal doktoru getirtmek istemişse de aksi gibi doktor o sabah babamdan izin alıp evine gitmiş bulunduğundan çağırmak kabil olmamış. Rasim Bey bir başka doktor getirtmeyi düşünmüş. O civarda oturan ve babamın küçük kardeşi Mehmed Vahdeddin Efendi'nin doktoru olan Alekyadis Efendi'ye haber göndermiş. Alekyadis Efendi, babamı muayene ettikten sonra Rasim Bey'e hastalığın ehemmiyetli bir zatürre başlangıcı olduğunu söyleyerek, "Hakanın hastalığı kendisi kadar büyüktür" tabirini de kullanmış. Bunun üzerine Rasim Bey derhal Sultan Reşad'a ve Enver Paşa'ya vaziyeti bildirmiş. Bu sırada bulunan Atıf Bey de babamı muayene edip aynı kanaate vardığından hemen meşhur doktorlardan Neşet Ömer Bey'i getirtip ona da muayene ettirmiş. Babamın durumu gayet ciddi olduğundan ve şimdiki tesirli ilaçlar o zaman henüz malum bulunmadığından sarayda sabaha kadar kimse uyumamış.
Doktor Atıf Bey babamın yanına girip çıktıkça Abid Efendi de onu takip ediyormuş. Şafak sökerken babam, "Oh! Ne çabuk sabah oldu" demiş ve kendisinin her sabahki mutad banyosunun hazırlanmasını söylemiş. Hastalığı dolayısıyla bundan vazgeçirmeye çalışmışlarsa da ısrar etmiş ve "Beni banyodan mahrum ederseniz hakkımı helâl etmem" demiş. Bunun üzerine zavallı Gülşen ağlayarak banyoyu hazırlamış. Doktorun rızası hilâfına banyoya kadar annemin koluna dayanarak gitmiş. Fakat banyodan sonra fevkalâde terlemeye başlamış. Annemle Saliha Naciye Hanım, birbirlerinin yüzüne bakarak hayra alâmet olmayan bu hâlden dolayı gözlerine gelen yaşları saklamaya çalışmışlar. Babam oturduğu yerde, kolunun altına yastık koydurarak iki rekât sabah namazını kılmış. Sonra sütünü istemiş ve âdeti üzere yarım bardak maden suyuna karıştırılmış sütünü içerek, "Hamdolsun Yarabbi! Daha iyiyim" demiş. Yine annemin koluna dayanarak yatak odasına girmiş.
O sırada Hünkâr tarafından selâm-ı şahane ile doktorların geldiği kendisine haber verilmiş. Babam, "Hayır, ben doktor istemem, iyiyim" demiş ve doktorların kimler olduğunu sormuş. Tekrar, "Hayır, hayır istemem" demiş. Fakat annem, "Aman efendiciğim! Biraderleriniz gücenir. Müsaade edin de bir kere gelsinler" deyince, "Doğru! Belki biraderin gücüne gider. Gelsinler" demiş.
Doktor Akif Muhtar Bey, Selânikli Rıfat Bey, Atıf Bey ve Alekyadis Efendi içeri girdiler. Abid Efendi de nemli gözlerle gelip babamın karşısında durmuş. Onun yaşlı gözlerini gören babam, "Ağlama oğlum. İyiyim. Üzülme" demiş. Doktorlara her nedense, dün akşam çok yemek yediği için bu hale geldiğini söylemişti. Biraz rahat nefes alabilmek için doktorlardan kan almalarını istemiş. Bunun üzerine kan almışlar. Babam da, "Evet, kendimi iyi hissediyorum" demiş. Doktorların, rahat etmesi için morfin yapmak tekliflerini reddetmiş.
Doktorlar odadan çıkarken Rasim Bey arkada kalmış. Babamın yanına gelerek elini öpmüş ve gözleri dolarak, "Hakanım! Hakkını helâl et" demiş. Babam hayretle yüzüne bakmış, bir cevap vermemiş. Doktorlar çekildikten sonra odaya giren annemle Saliha Naciye Hanım'a gülümseyerek, "Rasim Bey bizden ümidini kesmiş olacak ki elimi öptü, bana hakkını helâl et dedi" demiş ve bir ah çekerek, "Bütün hizmetime bir kara çarşaf çektiler. Benim kimseden talep edecek hakkım yok" diye ilâve etmiş, gözleri dolmuş. Annem o zaman, "Efendiciğim! Bundan büyük hastalıklar geçirdiniz. İnşaallah yine iyi olursunuz. Hakkınızı da elbet Allah alır" cevabını vermiş.
Babamın hayatından ümit kalmadığını doktorlardan öğrenen Sultan Reşad, büyük biraderimiz Mehmed Selim Efendi'ye haber yollayarak, "Babaları ağır hastadır. Hepsi hemen gidip kendisini görsünler" demiş.
Dilberyâl Kalfa içeriye girerek Mehmed Selim ve Ahmed efendilerin geldiğini bildirince babam, "Biraz beklesinler" diyerek sulu bir kahve istemiş. Şöhreddin Ağa kahveyi getirerek içeri girince babam, annemin koluna dayanarak oturmuş, "Ver kahveyi içeyim" demiş. Babam bu sırada odada bulananlarla âdeta vedalaşmış. Önce annemin avucunu öperek, "Allah senden razı olsun" demiş. Sonra Saliha Naciye Hanım'ın elini tutarak, "Hakkını helâl et" diye vedalaşmış. Ayakucunda duran Gülşen'e de, "Kızım, Allah senden de razı olsun" diyerek kahveden bir yudum içmiş. Fakat ikinci yudumu içmeden kahve annemin avucuna dökülmüş ve babam, yüksek sesle "Allah" dedikten sonra başı annemin koluna düşmüş. O zaman annem, "Efendimiz bayıldı. Doktor yetişsin" diye bağırmış. Doktor Atıf Bey koşarak gelince acı hakikati anlamışsa da henüz gafil olan odadakilere söylememiş. Abid Efendi de yine doktorla beraber içeri girmiş.
Sultan Abdülhamid'in yaptığı, üzerinde "Yâ Vedûd" yazılı tablo.
Atıf Bey, hâlâ babamı kollarında tutan ve kendisine bırakmak istemeyen anneme, "Bana bırakınız. Baygındır. Lâzım gelen tedaviyi yapacağım. Siz hemen çıkınız" deyip sert bir tavırla annemi ve Abid Efendi'yi odadan çıkartmış. Odada bulunan Dilberyâl Kalfa'ya, "Ne duruyorsunuz? Bir tülbent getiriniz de çenesini bağlayalım" deyince kapıda hâlâ bir şey anlamadan duran sadık Şöhreddin Ağa, "Ah Efendim gitti!" diye bir feryat kopararak bayılmış. İşte o anda sarayın içinde âh u eninler, feryatlar yükselmiş. Abid Efendi de, "İnanmam, şimdi yatağında oturuyordu!" diye ağlamaya başlamış. Muhafız zabitler içeri girerek babama son tazim vazifelerini yapmışlar. Bu suretle babam ebediyete intikal etmiş oluyordu (10 Şubat 1918 Pazar).
Yine annemin anlattığına göre başkadınla diğer kadınefendiler ve sultanlar gözyaşları içinde Beylerbeyi Sarayı'na gelmişler. Zabitler babamın odasında toplanan, ağlaşan bütün kadınları, "Aman efendim, taciz etmeyiniz" diye çıkarmışlar ve kendileri ikişer ikişer nöbet beklemişler. Zabitlerden Zekeriya Efendi, başucunda Kur'ân okuyarak sabaha kadar beklemiş. Zat-ı şahaneden gelen kâtibe kalfalar, şehzadeler sarayda kalmışlar. Herkes yerlerde oturarak ve ağlayarak sabahı etmiş.
Sultan Abdülhamid, Yıldız Sarayı'nda bayramlaşırken.
Cenaze merasiminin nasıl yapıldığını, ahalinin, "Babamız! Bizi bırakıp nereye gidiyorsun?" diye nasıl bağırdığını o zaman birçok yazanlar olmuştur. Bunun hakkında fazla bir şey yazmayacağım. Yalnız o zaman tarihnüvis Abdurrahman Şeref Efendi'nin yazdığını okumak kâfidir, zannederim.
Ertesi sabah, annem başta olmak üzere herkes tekrar odasına girip son hürmeti ve vedayı yapmışlar. Cenazeyi zabitler taşımışlar, asker de sarayın bahçesinde selâma durmuş.
Babam çıkar çıkmaz Rasim Bey, odasını derhal mühürlemiş. Sarayda o dakikadan itibaren yasak kalktığından dışardan birçok tanıdıklar ve eski bendegân gelmeye başlamışlar.
İki gün sonra, yani 12 Şubat 1918 Salı günü Beylerbeyi Sarayı'na bir heyetle Enver Paşa gelmiş. Rasim Bey, babamın odasının mührünü açmış. Odaya giren heyet babamın yatağının başucundaki dolabı açmışlar. Yıldız'dan giderken götürdüğü çantayı çıkarmışlar (bu çanta annemin Küçük Mabeyin'deki masanın üzerinden aldığı çantadır).
Çantayı açmışlar. İçinden bir tomar kâğıtla babamın hatıralarını kaydettiği bir defter, bir de Mushaf şeklinde, vidalı, kendi mührü ile mühürlenmiş bir kutu çıkmış. Kutuyu açınca içinin mücevherle dolu olduğunu görmüşler. Kâğıtları ve defteri Enver Paşa burup paltosunun cebine yerleştirmiş. Sözde bu kâğıtlar Selânik'te iken Alman Bankası'ndan ve Beylerbeyi Sarayı'nda iken Kredi Liyone'den aldığı kâğıtlar imiş. Bütün dolapları açtırıp elbiselerin ceplerine kadar bakmışlar. Başka bir şey bulamamışlar. Giderlerken Enver Paşa, babamın mühürlerini de istemeyi unutmamış.
Sultan Abdülhamid'in tabutu, vefat ettiği Beylerbeyi Sarayı'ndan çıkarılırken (10 Şubat 1918).
Babam, ölümünden biraz önce mühürlerini anneme verip saklamasını söylemiş. Enver Paşa mühürleri sorunca mecburen annemde olduğunu söylemişler. Fakat annem mühürleri heyete vermemiş. Bunun üzerine kendisinin Beylerbeyi Sarayı'nda hapsolunacağı söylenerek tehdit olunmuş. O zaman annem, "Mühürleri ancak büyük oğluna veririm" deyip Mehmed Selim Efendi'ye teslim etmiş. Fakat bu defa da Mehmed Selim Efendi'yi tehdide başlamışlar. Nihayet bir hâl çaresi bulunmuş: Mühürleri bir zarfa koyup açılmaması şartı ile Mehmed Selim Efendi'ye bırakmışlar. Fakat mühürlerin bir kopyasını kendileri alıkoymuşlar. Mühürlerin asıllarını, Mehmed Selim Efendi ölünceye kadar kendisinde kalmıştır. Öldükten sonra ne olduğu, kimin elinde kaldığı belli değildir. Bunların da müzede olması arzu edilirdi.
Enver Paşa, babamın başucundaki dolaptan çıkan çantayı Sultan Reşad'a götürmüş. O da, "Bu çanta bana değil, biraderime aittir. Evlatlarına taksim edilsin" demiş, bunun üzerine çanta Mehmed Selim Efendi'ye verildiği sırada, çantanın, altından kesik olduğu görülmüştür. Buna rağmen evlatlarına onar bin, kadınlarına beşer bin liralık mücevher bölüştürülmüştür. Ben o sırada İsviçre'de olduğum için, benim hakkımı, dönüşümde almak üzere, kasama yatırmışlar. Bu sahne de böylece kapanmıştır.
*Ayşe Osmanoğlu, Babam Sultan Abdülhamid, Timaş Yayınları, 2013.
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu'na aittir. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz.
Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir. Ayrıntılar için lütfen tıklayın.