Geçmişin temaşası: Kaybolan Osmanlı meslekleri
İzlediğimiz eski bir filmde ya da aile hatıralarının günümüzdeki kalıntıları siyah beyaz fotoğraflarda birçoğumuzun dikkatini çekmiştir. İki omzuna astığı tepsilerde yoğurt satan seyyahlar, sünnetçi berberler, balkonlardan aşağıya sarkan sepetler… Biraz daha geçmişe gittiğimizde sultanın belki de zehirlenmesini engelleyen çeşnicibaşılar, ahaliye ferman okuyan tellallar… Köklü geçmişimizin tarihi zenginliğinin içerisinde birçok meslek de izlerini bıraktı. Kimisi nihayete eren bir sonu tatmışken, kimisi de ayakta kalma mücadelesi veriyor. İşte, Osmanlı'dan bu yana kaybolmaya yüz tutmuş meslekler…
Önceki Resimler için Tıklayınız
Kereste büyük bir emek, bilgi ve beceriyle işlenerek fırın küreği, ekmek tahtası, oklava, tuzluk, tepsi, havan gibi birçok ev aracına dönüştürülürdü. El emeği, sabır ve maharetle ahşap mutfak ürünleri yapan haratlar, ev hanımlarının metal ürünleri tercih etmeleri nedeniyle kepenk kapatmaya başladı ve bu meslek de hızlıca sona yaklaştı.
Hasır, kurumuş bitki sapları ve saz gövdelerinin birbirine geçirilmesiyle örülen, genellikle taban döşemesi bazen duvar ve tavan kaplaması olarak kullanılan bir cins yaygıdır. Hasırlar, yapıldığı sazın incelik, kalınlık ve türüne göre Trablus hasırı, Mısır hasırı, Kaba hasır vb. adlar alırdı. Boyanmış sazlarla hasırlara desenler yapılırdı. Osmanlılarda hasırcılık, 17'nci yüzyıldan başlayarak önemli zanaat kollarından biri durumuna geldi. İstanbul'da Hasırcılar Çarşısı adıyla çarşısı bile vardı. Günümüzde hasırcılık sadece kırsal kesimde belli oranda devam etmektedir.
Hasırdan ya da sazdan örülerek yapılmış kulplu torbaya zembil denir. Selçuklular'ın ve Osmanlılar'ın günlük hayatında zembil eşyalarının büyük önemi vardı. Sanayileşmenin gelişmesiyle birlikte zembil eşyaların günlük hayat içindeki önemi büyük ölçüde kaybolmuştur. Bugün zembil eşyaları, daha çok şehirlerin varoşlarında ve kırsal kesimde üretilmekte ve kullanılmaktadır.
Ok, Türklerin savaşta en büyük silâhları, okçuluk da barışta en büyük sporlarıydı. Türk boyları dünyanın dört bir yanına dağılırken ok ve yayı da beraberlerinde götürürdü. Osmanoğulları da fethettikleri her diyarda bir okmeydanı inşa ederlerdi. Fetihten sonra İstanbul'da da bir okmeydanı kuruldu. II. Bayezid döneminde buraya bir de okçular tekkesi yapıldı. Tekkede toplantı ve idman salonlarının yanı sıra hocalar için özel daireler, kemankeş denilen okçulara ücretsiz yemek dağıtan bir aşevi vardı. Ancak okmeydanında ok savurmak için okçu lisansı sayılan kabze alınması şarttı. Bunun için 900 gez (596 m) mesafeye ok düşürmek gerekiyordu.