İbnü’l-Arabi Düşüncesi ve Metafizik: Temel Kavramlar ve Yaklaşımlar
Ekrem Demirli'nin "Fütûhât-ı Mekkiyye Okumaları" derslerinin ikinci bölümünde, İbnü'l-Arabî'nin metafizik anlayışı, "A'yan-ı Sâbite" kavramı merkeze alınarak işlendi. İbnü'l-Arabî'nin eserlerinin hangi bağlamda okunması gerektiği, düşüncesinin temel problemleri ve tasavvuf metafiziğinin gelişim seyri ayrıntılı biçimde incelendi. Klasik Düşünce Okulu'nda verilen seminerlerin ikinci bölümünden derlediğimiz notlarımızı sizlerle paylaşıyoruz.
Önceki Resimler için Tıklayınız
▪ Hücviri çok önemli bir tespitte bulunur: "Ashâb-ı ilham kadar birbirinden farklı düşünen başka bir grup yoktur. Hiçbiri diğerinin görüşünü kabul etmez." Yani ilham yoluyla elde edilen bilgiler öznel, parçalı ve uzlaşmasızdır. Bu yüzden Hücüviri, ilhamın bilgi kaynağı olarak tutarsız olduğuna dikkat çeker.
▪ Tasavvuf da bu yüzden kendisini ilhama değil, vahye ve sünnete dayandırmıştır. Cüneyd-i Bağdâdî bunu sistematize eder:
"Biz tabiiyiz. Kur'an ve sünnete tabiyiz." Rüya, keşif, sezgi gibi deneyimler olabilir ama bunlar vahye ve sünnete uyuyorsa dikkate alınır. Uymuyorsa, reddedilir.
▪ Bu konuyu daha somutlaştırmak için Peygamber Efendimiz ile İbn-i Sayyâd arasında geçen olaylara bakalım. İbn-i Sayyâd, gayb haberleri veren, ilham aldığını iddia eden genç bir Yahudi'dir. Ancak Kur'an, Peygamber'i tanımlarken ne olduğu kadar ne olmadığı üzerinden de tanımlar:
"O bir şair değildir."
"O bir kâhin değildir."
"O bir büyücü değildir."
▪ Bu vurgu tesadüfi değildir. Peygamberliğin diğer bilgi kaynaklarıyla karıştırılmaması gerekir. Çünkü mistik bilgi, gaybi haber, ilham gibi unsurlar dinin kurumsal ve güvenilir doğasını tehdit eder.
▪ İbn-i Sayyâd, nübüvvet kurumuna karşı paralel bir "keşif otoritesi" kurma çabasındaydı. Bu nedenle, Hz. Peygamber onunla ciddi şekilde ilgilenmiş, bazı konuşmaları Fütûhât-ı Mekkiyye'de İbnü'l-Arabî tarafından aktarılmıştır.
▪ Bugün de benzer bir sorunla karşı karşıyayız. Tasavvufî bilgi metafizik bir temele oturmazsa, bu bilgi kolayca şiirsel kurgulara (tahayyülât-ı şiiriyye) ya da kişisel arzulara (tamaâtü'l-endiyye) dönüşebilir. Nitekim Davud el-Kayserî bu konuda uyarır:"Eğer bu metafiziği sağlam temellere oturtmazsak, insanlar yaptığımız işi şiirsel hayaller ve sübjektif yorumlar sanır." Yani tasavvufun da ilham temelli değil, vahiy temelli düşünmesi gerektiğini vurgular.
▪ Tasavvuf vahiy merkezlidir. Merkezinde vahyin bilgisi yer alır. Bu nedenle tasavvuf metinleri tıpkı fıkıh gibi, tıpkı kelam gibi aslında birer tefsir metnidir. Yani vahyin yorumudur. Bu anlayışı İbn Arabi'nin Fütûhâtü'l-Mekkiyye'sinde de çok açık bir biçimde görebilirsiniz. Aynı şeyi Gazali'de, hatta Mevlânâ'da bile bulabilirsiniz.
▪ Burada dikkat edilmesi gereken şey şu: Tasavvuf, bir rüya gördük, bir keşif yaşadık, o halde bunu hakikat olarak kabul edelim gibi bir yol izlemez. Aklın karşısına rüyayı koymaz. Tasavvufun ilke ve ölçüsü bunun çok ötesindedir.
▪ Bazı yaklaşımlarda aklın karşısına kalp konur. Ama bu da tasavvufun kabul edebileceği bir karşıtlık değildir. Çünkü kalp burada bir organ ya da duyguların merkezi değil; terbiye edilmiş bir akıldır. Hakîm Tirmizî'nin ifadesiyle: "Akıl iman eder ve ahlakla terbiye edilirse, onun adı kalp olur."
▪ Dolayısıyla tasavvuf, akıl-kalp çatışmasını değil, hamlık ile olgunluk arasındaki ilişkiyi esas alır. İbn Arabi gibi mütefekkirlerin çizdiği dinî düşünce hattı da budur. Yani mesele şu: Kalp dediğimiz şey bir "alternatif akıl" değil, kemale ermiş, ahlaki ölçülere göre işleyen bir akıldır. Eğer biz aklı bir kenara bırakıp kalbi duygularla, ilhamla özdeşleştirirsek, bu kez nübüvvetin yerleşeceği hiçbir zemin kalmaz. Çünkü nübüvvet bu duygu ya da ilham alanından değil, vahiy alanından beslenir.
▪ Tasavvufun merkezinde vahiy olduğuna göre, bu yolda yürüyen kişinin temel niteliği tabi olmaktır. Bu yüzden tasavvufun doğru fiili ittibâdır. Yani Kur'an'a ve sünnete tâbi olmaktır. Tasavvufun kurucu isimlerinden Cüneyd-i Bağdâdî bu yaklaşımı sistemleştirmiştir. Sûfînin ismi "tabi"dir.
▪ Her ne kadar tasavvuf geleneğinde rüyalar, ilhamlar, sezgiler yer alsa da; bu bilgiler Kur'an ve sünnete uygunluk açısından değerlendirilir. Uygunsa dikkate alınır, değilse reddedilir. Bu çok açık bir ölçüdür. Burada kritik bir başka meseleye geçiyoruz. Diyelim ki tasavvuf sünnete dayalı bir gelenektir. Peki ama şu soru karşımıza çıkıyor: Bu kadar çok bilgi nereden çıktı? Asr-ı saadette yoktu da, 6. yüzyılda mı ortaya çıktı?
▪ Bu, İbn Arabi gibi bir düşünür için geçiştirilecek bir soru değildir. Çünkü eğer cevap vermezsek, "bu bilgiler gerçekten vahiyden mi geliyor, yoksa biz mi bu bilgileri vahye yüklüyoruz?" sorusu açık kalır. Yani sünnet burada aktif bir kaynak mı, yoksa bizim inşa ettiğimiz bir çerçeve mi? İşte bu nedenle tasavvuf, ortaya çıkan bilgileri bir zincirle peygambere bağlamaya çalışır. Bu zincirin halkaları "pirler"dir. Tasavvuf bu aktarımı silsile ve meşruiyet yoluyla izah eder. Örneğin Abdullah b. Abbas'a atfedilen bazı rivayetlerde şöyle denir: "Eğer Fatiha Suresi'ni tefsir edecek olsam, sayfalar dolusu olurdu."
▪ Bu anlatımlarla şunu demek istiyorlar: Bu bilgiler sonradan ortaya çıkmış değildir. Vahiyde mevcuttur, sadece zamanla açığa çıkmıştır. Burası da çok temel bir problem: Kur'an'dan bilgi çıkarabilir miyiz? Yani Kur'an'da "dünya yuvarlaktır", "Big Bang vardır" diyebilir miyiz?
▪ Bugün bilimsel keşiflere göre Kur'an tefsirleri yeniden yazılıyor. Yarın başka bir teori gelir, tefsir yine değişir. O zaman Kur'an sabit bir kaynak mı, yoksa her teoriye göre eğilip bükülen bir metin mi?
▪ İşte bu noktada şunu sormak gerekir: Gerçekten vahyin takip edilebilir bir aklı var mı? Nübüvvet sadece iman edilmesi gereken bir şey mi, yoksa bilgi üretebilen, sürekliliği olan bir alan mı? Bu sorular sadece tasavvufun değil, bütün dinî düşüncenin ortak meselesidir.