Tasavvuf hakkında bilinmeyenleri ortaya çıkaran eser: Keşfu’l-Mahcûb
Hücvirî'nin kaleme almış olduğu Keşfu'l-Mahcûb tasavvufa dair yazılmış en eski Farsça eser olarak bilinir. Dört ana bölümden oluşan eserde, kitabı farklı ve mühim kılan nokta, tasavvufî fırkaların ve görüşlerinin incelendiği (üçüncü) kısımdır. Eserin en kritik noktası ise 'tabakat' meselesinin ele alındığı bölüm… Keşfu'l-Mahcûb "örtülü olanın açılması" manasına gelir ve Hücvirî eserine bu ismi vererek tasavvuf hakkında bilinmeyenleri açtığını, bilinir hale getirdiğini ifade eder.
Önceki Resimler için Tıklayınız
Eserin en kritik noktalarından biri, 'tabakat' meselesinin incelendiği bölümdür. Çünkü başka bilimlerin tabakat kitaplarında alışkın olduğumuz formun tasavvufta değişiklik gösterdiğini görüyoruz. Bilinen formdaki tabakatta bir bilimin öncüsünün doğumu, eğitim hayatı, eserleri vb. detaylar incelenirken; tasavvuf tabakatlarında bunların hemen hemen hiçbirinden söz edilmez. Bunun iki ana sebebi vardır: Birincisi fıkıh, kelam, hadis tabakatlarında olduğu gibi esas vurgunun doğum, eğitim ve yaşamın diğer alanlarına dair olmaması bu sebeple de bilinmemesi, ikincisi ise bir sûfinin yaşamından ziyade ahlakının aktarımının önemsenmesidir. Bu tabakatların esas gayesi ise tasavvufî doktirinin sûfinin hayatı üzerinden anlatımı ve ispatıdır. Böylece ''Tasavvuf nedir?'' sorusuna, bir mutasavvıfın hayatıdır değerlendirmesini yapabilmemizi mümkün kılar.
Hücvirî, tabakatı şöyle tasnif eder:
-Sûfilerin Sahabeden, Tabiûndan ve Etbau't-Tabiîn'den Olan İmamları
-SûfilerinEhl-i Beytten Olan İmamları
-Ehl-i Suffa
-SûfilerinTabiûndan ve Ensardan Olan İmamları
-Etbau't-Tâbiîndenİtibaren Günümüze Kadar Yaşamış Olan Sûfiİmamlar
-Sonraki Mutasavvıflar
-Sonraki Sûfiler
Hücvirî'nin el-Lüma, Taarruf gibi eserlerden etkilenerek eseri kaleme alması ve esere başlarken ilmin ispatını konu etmesi, dikkat çeken noktalardan biridir. İlmin ispatının başlık olarak kaleme alındığı eserler daha çok kelam eserleridir, fakat Hücvirî eserine girişte bu başlığa yer vererek kitabın temel önermesini okuyucuya verir. Hücvirî'nin bilginin ispatıyla eserine başlaması "tasavvufun bir din ilmi" olduğu önermesi sonucunda ortaya çıkmıştır.
Hücvirî tasavvuftaki muamelatın bilgiye dayandığını belirterek bilgi-amel ilişkisi üzerinde durur. Bu konuya önem veren Hücvirî'ye göre amelin sahih olmasını sağlayacak kadar her ilimden tahsil görmek farzdır, ancak bilgi amele dönüşmediği zaman değersizdir. Müellif ilmi üçe ayırarak şöyle açıklar:
"Birincisi Allah'ın var olan şeyleri de yok olan şeyleri de bilmesidir. İkincisi insanın Allah'la ve O'nu tanımayla ilgili bilgisidir. Üçüncüsü ise Allah ile (ilgili) olan ve Allah'ın verdiği ilimdir. Bu ilim şeriat ilmidir, Allah'ın bize olan emri ve teklifidir."
"Eşyanın hakikati sabittir, bilgi mümkündür."
Eserde ikinci önemli tartışma konusu, "eşyanın hakikati sabittir, bilgi mümkündür" cümlesidir. "İnsan kendi dışında hiçbir şeye ihtiyaç duymadan hakikate ulaşılabilir mi?" sorusu entelektüel çevrelerde farklı yaklaşımlar oluşturur. Bu yaklaşımları felsefi ve dini düşünce olarak isimlendirirsek, felsefi düşünceye sahip olanların her birinin bu soruya farklı cevap vermiş olduğunu ve kesin bir cevaba ulaşamamış olduklarını görebiliriz.
Sokrates gibi bu soruya evet cevabını verenler için "insan kendi dışında hiçbir şeye başvurmadan değişmez" önermelerine ulaşılabilir ve bilgi üretilebilir. Dini düşünceye göre ise vahiy ve peygamber üstündür, insan bir şeylere başvurmadan bilgiye ulaşamaz; bu (bilgiye ulaşma) ancak vahiy ile gerçekleşir. Bu ikili ayrım akıl-vahiy çatışması olarak isimlendirilebilir.
Dini düşünce açısından konuya bakan Hücvirî vahyin üstünlüğünü kabul eder. Hücvirî'ye göre insan hakikate ancak vahiy ve peygamber aracılığıyla ulaşabilir. Vahiy ve peygamber aracılığıyla ulaşılan bilgi ise kesindir ve amele dönüşmesiyle değer kazanır. Hücvirî'nin bu konuya bakış açısı, eserinde bilgiyi üçlü tasnife tutup, üçüncüsünü Allah'ın verdiği ilim olarak başlıklandırmasından anlaşılır.
Hucvirî, kendisinden sonra gelen mutasavvıflara doğrudan veya dolaylı olarak tesir eden büyük şahsiyetlerden biridir. Hucvirî'den sonra tasavvufa dair yazılan ve Keşfu'l-Mahcub'dan etkilenen üç eser şunlardır: Esraru't-Tevhid: Müellifi Muhammed bin Münevver bin Ebu Said'dir. Bu eser yaklaşık 574/1178 yıllarında yazılmıştır. Belli bir sufinin hayatı, dervişleri ile münasebetleri hakkında ilk defa yazılan en geniş eser budur. Tezkiratü'l-Evliya: Feridüddin Attar'ın meşhur eseridir. Attar bu eserini yazarken Keşfu'l-Mahcub VE Esraru't-Tevhid'den de yararlanmıştır. Nefehatü'l-Üns: Molla Cami'nin öeşhur eseridir. Molla Cami bu eserinde yer yer Keşfu'l-Mahcub'dan yararlanmış ve burada olduğu gibi atıflarda bulunmuştur: "Kitab-ı Keşfu'l-Mahcub'da böyledir ki, Hakk Sübhanehû ve Teâla nübüvvet burhanını kıyamete dek baki kılmıştır ve evliyayı ol burhan izharına sebep kılmıştır. Ta daimi olarak Hakk'ın ayetleri Muhammed (a.s)'ın sıdkının delilleri zahir ola ve onları âlemin velileri kılmıştır, asumandan yağmur onların ayakları bereketi için yağar."
Molla Cami, Cürcani, Şekkani, Hutli, Muzaffer Kirmani, Kuşeyri ve Ahmed Serahsî gibi mutasavvıfların biyografilerini verirken Keşfu'l-Mahcub'tan aynen aktarmalar yapar. Özetle, son dönemde doğulu ve batılı pek çok ilim adamının tasavvuflar ilgili çalışma ve araştırmalarında Keşfu'l-Mahcub'u kaynak olarak kullanmakta. Ülkemizde de akademik araştırmaların birçoğunun bibliyografyasında yer alır. Hucrivî'nin sadece mutasavvıfların sözlerini ve menkıbelerini nakil ve rivayet ettiği şeyleri tahlil ve münakaşa ederek bir neticeye varması, tasavvufun adab ve erkânını nakletmesi, sufilerin biyografilerini de ekleyerek kendine has bir usulle ele alması, başka eserlerde görülmeyen on iki tasavvufi fırkaya yer vermesi Keşfu'l-Mahcub'un başlıca özelliklerini teşkil etmektedir.
İran veya Hint asıllı bir ailenin çocuğu olarak Gazne'de 390/1000'dan sonra doğdu. Lakabı Gaznevi olarak anıldığı gibi aynı bölgede yer alan Cüllâb ve Hücvir'den dolayı Cüllâbî ve Hücviri diye de bilinir. Babası Şeyh Osman'ın elinden ilk dinî tahsilini yaptıktan sonra Suriye, Türkistan, Kazvin, Hindistan, Irak, Huzistan, Azerbaycan, Cürcân, Horasan ve Maveraünnehir gibi bölgeleri dolaşarak sûfîlerle ve âlimlerle görüştü. Bu süreçte İslam toplumundaki çeşitli fırka ve mezhepleri yakından tanıma fırsatı buldu.
Gazneli Mahmud'un huzurunda yapılan ilmî toplantılara katıldı. Tasavvufa Ebü'l-Fazl el-Huttelî'ye (Hutlî) bağlanarak intisap etti. Asıl mürşidi Ebü'l-Fazl el-Huttelî olmakla birlikte Hücvîrî Ebü'l-Abbas eş-Şekkânî, Ebü'l-Kāsım el-Cürcânî, Muzaffer b. Ahmed b. Hamdân gibi bazı sûfîlerden de istifade etti.
Eserinde bütün üstatlarının Cüneyd-i Bağdâdî'nin ekolüne mensup olduğunu belirtir. Mürşidinin vefatından sonra, muhtemelen 431'de dostları Ahmed b. Hammâd es-Serahsî ve Ebû Saîd Hücvîrî ile birlikte Hindistan'a gidip Lahor şehrinde yaptırdığı mescitte talebelere ders vermeye ve İslâmiyet'i yaymaya başladı.
Onun sayesinde başta Lahor naibi Ray Racu olmak üzere birçok Hintli müslüman oldu. 435/1043'te Lahor'un Hintlilerin tarafından kuşatılması sırasında esir düştü ve Sultan Mevdûd b. Mes'ûd'un karşı saldırısıyla bu esaretten kurtuldu. Lahor'daki faaliyetlerine devam eden Hucvîrî 465/1072'de vefat etti. Aynı zamanda Dâtâ Gencbahş olarak da anılan Hucvîrî'nin kabri bugün bile Lahor'un önemli ziyaretgâhlarından biridir.