Bölgesel ilişkiler de en az küresel ilişkiler kadar önemli
Mayıs 2016’da ABD kongresinden geçirilen JASTA Obama’nın Suudi Arabistan’a karşı şantajı idi. Kimi analistlere göre ABD, bu yasaya dayanarak 1 trilyon dolara yakın bir parayı Suudi Arabistan’dan talep ettirecekti. Gerek tebrik için ABD ziyareti sırasında ve gerekse Trump’ın Körfez ziyaretinde bu meblağın ana pazarlık konusu olduğunu tahmin etmek hiç de zor değil.
ABD'nin kışkırtması ve Haziran ayında Suudi Arabistan'ın başını çektiği dört ülkenin Katar'ı ablukaya almasıyla tırmanan Basra Körfezi sorunu o günden bugüne bir hayli şekil değiştirdi ise de çözülebilmiş değil ve sorunun hemen çözülmesi de beklenmemeli. Zira bu sorunun farklı talepleri olan farklı tarafları bulunduğu gibi sadece bölgesel değil küresel yansımaları da öne çıkmaktadır. Katar'dan talep edilenlerin listesi bile oluşmadan önce başlatılan ağır yaptırımlar ve uluslararası sistemin de meseleye başlangıçta ciddiyetle yaklaşmaması hatta dört devletin taleplerine yakın durması sorunu çözümsüz bir yumağa dönüştürdü.
Sorun bir hayli konuşuldu, tartışıldı ama sorundan tarafların ne kazandıkları, kazanamadıkları ve hatta kaybettikleri ya da bu sorundan nasıl dersler alınıp alınamayacağı fazla gündeme gelmedi. Elbette devam eden bir meselede bunların cevaplarını bulmak kolay değildir. Ama bir takım ipuçları bazı değerlendirmeler yapmamıza imkan vermektedir.
KRİZİN ANA AKTÖRLERİ: ABD VE SUUDİ ARABİSTAN
Seçimleri oldukça gergin geçiren Donald Trump ilk dış ziyaretini Suudi Arabistan'a yaparak ülkesine 400 milyar dolarlık bir kazançla dönerken krizin ateşlenmesini de sağlamıştı. Aslında her krizde kazanan tarafa bakarak müsebbibin kim olduğunu kısmen görmek mümkün olsa da zannedildiğinin aksine ABD uzun vadede kaybeden taraf oldu. Bölge halkı nazarında bugüne kadar ABD'nin çifte standardı bu kadar belirgin bir şekilde görülmemişti. Zaten bunun farkında olan ABD'nin kadîm siyaset yapıcıları da hemen harekete geçti ve Pentagon ve Dışişleri üzerinden Körfez'e mesajlar vererek imaj düzeltme çabasına düştüler. İşte tam bu sırada da akla Katar ile yapılan eski hava savunma sistemleri satış anlaşması devreye girdi: önce hem sözlü ve hem de fiili olarak düşman ilan edilen Katar'a 30 milyarlık savaş uçağı satışı onaylandı. Bu hızlı hareketlenme hatta rota değiştirme çabaları, genellikle II. Dünya savaşı sonrası yeni dünya düzenindeki manevraları anlamlandırmak için ABD'li bilim adamlarınca geliştirilen hiçbir dış politika konsepti ile de açıklanamadı. Ancak bu davranış biçiminin duygusal şark toplumlarında kabul göremeyeceği ve uzun vadede bumerang etkisi göstereceği söylenebilir.
Suudi Arabistan ise bu krizin öncüsü gibi görülmek ile birlikte kriz boyunca attığı adımların ne kadar bilinçli adımlar olduğunun sorgulanması gerekmektedir ki bu soru da kriz boyunca gündemde kalmıştır. Acaba Suudi Arabistan kendi coğrafyasının bir uzantısı olan ve yanı başında varlık göstererek kendisinden ve kurduğu bölgesel dengelerden bağımsız hareket etmeye çalışan Katar'a karşı bir psiko-tarih atağı mı göstermektedir? Bu sorular bugüne kadar kısmen tartışıldı ama ileride daha da tartışılacağı bir gerçektir. Ancak bunun yanında Suudi Arabistan'ın bu adımı atmasına neden olan bir başka gerçeğin pek dillendirilmediği görülmektedir.
Mayıs 2016'da ABD kongresinden geçirilen JASTA (Justice Against Sponsors of Terrorism Act) esasında 11 Eylül mağdurlarını, yakınlarını ve ABD kamuoyunu tatmin etmeyi amaçlayan ve giderayak bundan bir popülarite kazanmak isteyen Obama'nın Suudi Arabistan'a karşı şantajı idi. JASTA, ABD vatandaşlarına yönelik terör faaliyetlerinde desteği bulunan yabancı şahısların/ülkelerin cezalandırılmasını öngörüyordu. Dahası, 7. madde doğrudan 11 Eylül olaylarını kapsıyordu. O sıralarda uluslararası mahfillerde hazırlanan raporlarda hedefin Suudi Arabistan olduğu sızdırılmıştı. 11 Eylül olaylarının arkasında Suudi sponsorların olup olmadığı veya olayın nedenleri bir muamma olarak kalmış olsa da faillerinin Suudi vatandaşı olması bu kanunun doğrudan Suudi Arabistan için çıkarıldığını göstermektedir. Obama döneminde Suudi Arabistan ile ABD arasında yaşanan gerginliklerin sebepleri arasında kapalı kapılar ardında bu tartışmalar da yer almaktaydı. Bu yüzden Trump'ın başkan olmasını en çok Suudi Arabistan'ın istediğini varsaymak bir kehanet değildir. Zira yeni dönem ile birlikte bu sürecin lehte idare edilebileceği fikri oluşmuştu.
ABD seçimlerinde bir aday geçmişte hiç olmadığı kadar mevcut başkan ve çevresi tarafından bütün güçler kullanılarak tahkire uğratılıyordu. Dolaysıyla onun seçilmesi halinde selefi zamanında çıkan yasalara karşı daha dirençli olabileceği hesaplandı. Doğru bir hesap da yapıldı esasında. Nitekim Trump'ın seçilmesinin akabinde ABD vatandaşlarını ilgilendiren, Obama döneminde çıkarılan bazı yasalara karşı bir tavır geliştirdi ve bu da Suudi Arabistan'ı umutlandırdı. Hesaplanamayan husus ise JASTA gibi bir yasanın kolay kolay kenara itilemeyeceğiydi. Aslında bu yasa sanki Trump gibi bir pazarlıkçı için hazırlanmıştı. Zira bu yasa kimi analistlere göre 1 trilyon dolara yakın bir parayı Suudi Arabistan'dan talep ettirecekti. Gerek Kral Selman'ın oğlu Muhammed'in tebrik için ABD ziyareti sırasında ve gerekse Trump'ın Körfez ziyaretinde bu meblağın ana pazarlık konusu olduğunu tahmin etmek hiç de zor değil.
Suudi Arabistan 400 milyar dolarlık silah ve mühimmat alımı taahhüdüyle, JASTA sebebiyle yapılabilecek şantaj ve baskılar ile ödemek zorunda kalacağı tazminattan -şimdilik- kurtulmuş oldu; üstelik uluslararası toplumdan izole edilme tehlikesini de bertaraf etti. Fakat JASTA Demokles'in kılıcı gibi her an kullanılabilecek şekilde orada asılı duruyordu. İşte bunun için JASTA'nın küçültülmüş yerli bir modeli olan Radikal Fikirler ile Mücadele Merkezi dünyanın gözü önünde, büyük bir törenle açıldı ve hızlı bir şekilde bir günah keçisi de bulundu. 2012 yılından beri Suudi Arabistan ile sorunların ayyuka çıktığı, 2014'te sekiz aylık bir ihtar ile terbiye dilmeye çalışılan ve potansiyel olarak bazı bölge ülkeleri tarafından suçlu görülen Katar hedef seçildi.
İlginçtir ki Trump'ın, Körfez ziyaretinden dönerken bütün devletlerarası teamüllere aykırı bir tavırla -Suudi Arabistan'ı kastederek- "bana terörün destekçisi olarak Katar'ı işaret ettiler" söylemi krizi daha da tırmandırdı. Belki 2014 yılındaki gibi Körfez İşbirliği ülkeleri hem sorunu bir sürece yayarak çözüm arayacak ve hem de Suudi Arabistan üzerinde yoğunlaşan baskıları öteleyecek iken, bu açıklamalar ardından bundan vazgeçip, halen devam eden başarısız ablukayı başlattılar. Suudi Arabistan ve uydusu durumundaki Bahreyn, Arap baharından itibaren Katar'ın aktif olduğu bütün alanlarda karşı hamleleri destekleyen Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ile Körfez ülkelerinin müşterek desteğiyle ayakta durabilen Mısır yönetimi kısa sürede sonuç alabileceklerini düşünüyorlardı. Sadece uluslararası değil, kendi kamuoylarına da mesaj verecek kazanımlar peşinde idiler. Ama farklı talep ve beklentileri olan bu ülkelerin kriz karşısında kendi aralarında da birliği sağlayamadıkları ortaya çıktı.
KRİZİN YAN AKTÖRLERİ: TÜRKİYE VE İRAN
Körfez Krizi, Arap bölgesel düzeninin ana aktörleri olan ve hatta bölgesel güç olarak değerlendirilebilecek ve Arap olmayan ancak iki farklı geleneği temsil eden iki Müslüman ülke olmadan bölge sorunlarının çözümünün mümkün olmadığını da ortaya koymuştur: Türkiye ve İran. Türkiye krizin başından itibaren gösterdiği kararlılık, dengeli siyaset ve özellikle bölge barışına katkı verecek olan askeri anlaşmaların hızlı bir şekilde devreye sokulmasıyla sorunun soğumasına büyük katkı sunmuştur.
Bu da 2012 yılından itibaren aleyhteki çeşitli kampanyalar ile bölge halkı nazarında kaybedilen popülariteyi kısmen ve özellikle Körfez bağlamında geri getirmiştir. Sosyal medyada, kapalı kapılar ardında ve çeşitli lobiler aracılığı ile Körfez'de hala Türkiye düşmanlığı pompalanmasına rağmen, Türkiye'nin hakem rolü ve hakim tavrı halk nazarında büyük ölçüde kabul görmekte ve Türkiyesiz bir geleceğin olmayacağı kanaati güçlenmektedir.
Diğer taraftan hedefte olmasına rağmen İran'ın, benzeri kriz ortamlarında gösterdiği agresif ve sorunları tırmandırıcı siyasetini uygulamayıp daha realist çizgide kalmayı tercih ettiği görülmektedir. Elbette bu tavrı bölgede taraf ve sebep olduğu diğer sorunları ortadan kaldırmamakta fakat gelecekte krizlerde çözüm ortağı olabileceğinin de işaretlerini vermektedir. Bu tavır yeni nesil Körfez liderlerinin de dikkatlerinden kaçmayacak ve uzun yıllar birlikte paylaşacakları coğrafyada daha işbirlikçi siyaset geliştirmelerine imkan verecektir.
KRİZİN BOYUTU: KÜRESEL-BÖLGESEL İLİŞKİLER ÇELİŞKİSİ
Basra Körfezi/Katar Krizi bir kere daha ortaya koymuştur ki uluslararası ilişkilerde global güçlerin muharriki olduğu davranışlar her zaman beklenen sonucu vermemektedir. Bölgesel ilişkiler de en az küresel ilişkiler kadar önemlidir. Katar örneğinde olduğu gibi küçük bir devlet, kurduğu ilişkileriyle bölgesel denge ve düzeni şekillendirmede etkili olabilmektedir. Nitekim Katar'ın 1995 yılından itibaren bütün politikalarını bu eksende geliştirdiği bugünkü kriz ile daha iyi anlaşılmıştır. "Boyundan büyük işlere kalkıştığı" tezi büyük oranda çürümüştür.
Elbette bu kriz dolayısıyla Katar da büyük zarara uğratıldı. Ekonomik kayıplar ve gelecek ile ilgili planlamaların şaşması bir yana küçük bir devlet olmasına rağmen uzun zamanda uluslararası sistemde sağladığı eşitlik algısı ve hatta prestiji önemli ölçüde zaafa uğradı. Fakat ilk defa kendi ürettiği siyaseti test etme imkanını buldu. Üstelik içeride de hızlı bir konsolidasyon sağlayarak Şeyh Temim'in yönetiminin kalıcı olduğunu kanıtladı. Körfez idari geleneklerine göre oldukça genç olan ve Körfez İşbirliği Teşkilatı içinde kendisinden sadece itaat etmesi beklenen genç bir emiri sistemin içine daha da sokarak Körfez işlerinde vazgeçilmez kıldı. 2013 yılında Şeyh Temim'in işbaşına gelmesiyle Körfez İşbirliği Teşkilatı içinde yaşanan yaşlı-genç kral/emirler çelişkisi de böylece devre dışı kaldı.
Aslında bu durum geleceğin genç Körfez liderleri arasındaki rekabeti de gün yüzüne çıkarmıştır. Nitekim kriz Suudi Arabistan'da Muhammed b. Selmanı'ı birinci veliahtlığa hatta yarı krallığa taşırken, Birleşik Arap Emirlikleri emirini de büyük ölçüde perde gerisine itmiş ve oğlu Muhammed b. Zayed'i öne çıkarmıştır. Yakın gelecekte Körfez liderlerinin büyük bir kısmı bu genç kuşaktan oluşurken beraberinde de yaşlı jenerasyonun müdahale arzusunu getirecek ve bundan en geniş aileye sahip olan Muhammed b. Selman etkilenecektir. Aynı şekilde Birleşik Arap Emirlikleri'ni oluşturan emirliklerin tamamında bugün saygı ve kabul gören Abu Dabi emirliği ve ülkenin kurucu unsuru sayılan al Nehayan ailesinin nüfuzu da tartışma konusu olabilecektir. Genç liderler arasında Katar emiri önemli bir avantaj elde etmiştir. Ancak bu avantajını tek başına sürdürmesinin zor olduğu görülmektedir. Bunun bilincinde olduğu anlaşılan Emir Temim, Türkiye ile olan ilişkilerini eskisinden çok daha ileri seviyeye taşımakla birlikte, Avrupa ile olan ilişkilerini de rantiyeci devlet mantığından daha da ileriye götüreceğinin işaretlerini vermiştir.
Hülasa; bölge ülkelerine büyük bir ders veren Körfez krizi, dünyanın artık sadece ABD'den idare edilmediğini bir kere daha kanıtlamıştır. Bu yaşananlar görünüşte ve kısa vadede bölge ülkelerini birbirinden uzaklaştırmış olsa da kendilerinin ve soruna taraf olan ötekinin gerçeklerini de görmelerine imkan tanımıştır. Çatışma kültürünün bir çözüm olmadığı kendi tecrübeleriyle ortaya çıkmıştır. Bölge toplumlarının siyasetinde egemen olan duygusallığın yarattığı psikolojik nedenler ile krizin sonlandırılması için daha uzun zamana ihtiyaç duyulmaktadır; fakat alınması gereken dersler yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlamıştır.
Prof. Dr. Zekeriya Kurşun
[Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi Tarih Bölümü Başkanı olan Prof. Dr. Zekeriya Kurşun aynı zamanda Ortadoğu ve Afrika Araştırmacıları Derneği (ORDAF) Başkanıdır]
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu'na aittir. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz.
Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir. Ayrıntılar için lütfen tıklayın.