Arama

Fatmanur Altun
Temmuz 9, 2019
Yuvayı kadınlar mı yıkıyor?

Çocukluğumun dünyasında babalar iki kategoriye ayrılıyordu. İlk kategorideki babalar, gün ağırırken işine gitmek için evinden ayrılır, akşam olunca ellerinde bazen yiyecek fileleri, çoğunlukla ekmek somunları ile yorgun ama mutmain yüzleri ve saygıya çağıran azametli duruşları ile evlerine gelirlerdi. Bu babalardan biri mahalleye adımını attığında oyunlar durur, çocuklar adeta saygı duruşuna geçer, baba geçip gitmeden mahallenin çocukları oyunlarına dönmezlerdi. Çocuklar, oyundan çıkıp babalarının peşine düşer, evlerinin yolunu tutarlardı. Kardeşler, haydi babam eve geldi, diyerek babanın gelişinden habersiz kardeşlerini eve çağırırlardı. Bu babalar, evlerinin bahçesinden adımlarını attıklarında evlerinde misafir olan komşu kadınlar müsaade isteyip hemen evden ayrılır, ortam babanın eve gelişiyle adeta dalgalanıp yeniden şekil alırdı. Evine ekmek getiren, ailesini koruyan, kollayan, ailesinin her bir ferdine güven veren, dağ gibi arkasında duran emek yüklü babalardı bunlar.

Annelerine verilen "boşanırsan çocuklarınla ortada kalırsın, bak bu adam yeniden evlenir, olan sana ve şu sabilere olur" tavsiyesini dinleye dinleye ve annesinin çaresizliğini içine çeke çeke büyürdü çocuklar.

Diğer tarafta ise toplum tarafından "hayırsızlar" olarak adlandırılan babalar vardı. Onların ne zaman eve geldiği, ne zaman çıktığı bilinmezdi. Bunların bir kısmının içkici, bir kısmının dayakçı, bir kısmının kumarbaz, bir kısmının zampara olduğunu, bir kısmının da tembel olduğunu, çalışmadığını ve evine bakmadığını duyardı çocuk kulaklarımız. Anlam veremediğimiz kelimelerdi bunların bazıları. Bildiğimiz bir şey varsa bu babaların çocukları da eşleri de hep mutsuz insanlardı. Kadınları, komşu ziyaretlerinde bazen hüngür hüngür ağlarken, "başka kadın"lardan bahsederken duyardık, bazen yüzlerindeki, gözlerindeki morlukları, kırılmış dişlerini talihsiz kazalarla açıklamaya çalışırken görürdük. İçe işleyen bir çaresizliğin mekanı dolduruşuna tanıklık ederdik. Çocukların ise babalarını sevmediklerini görüp, şaşırırdık. Baba bu, nasıl sevilmez, diye içimizden geçirirdik ama zaman zaman yedikleri dayakları anlattıklarında onlara hak verirdik. Bizler babamız geldiği için koşa koşa evlerimize giderken, o arkadaşlarımızın babalarının gelişini nasıl bir hüzünle karşıladıklarını görür, bu duruma içten içe kederlenirdik. Onların yerinde olmayı hiç ama hiç istemezdik.

Bu babaların birilerinden korkmasını, çocuklarına ve eşlerine kötü muamele etmesini birilerinin önlemesini isterdik ama her nasılsa bu babalar da diğer babalar gibi toplumun içinde yaşayıp giderlerdi. Bayramda, seyranda, komşu oturmalarında herkes her şeyi bildiği halde bu konular hiç açılmaz, her şey normalmiş gibi yaşanırdı. Zaman zaman bu babaların çocuklarına ve eşlerine sabır tavsiye edildiğini duyardık. Babandır evlat, saygısızlık etme, kocandır hanım, onun elinin kiri, affet, şikayet etme hanım, kocandır, döver de sever de cümlelerini ezber ederdik. Düzelir, sabret, yuvanı yıkma denen kadınların çöken omuzlarındaki çaresizliği duyumsardık. Ne var ki bu babalar kesinlikle değişmez, kocasının bir gün durulup yola geleceğini düşünen kadınlar bu bekleyiş içinde dert/hastalık sahibi olur, çocuklar da ilk fırsatını bulduklarında ailelerinden kaçarak uzaklaşırlar, bir daha da arkalarına bakmazlardı.

Aslında yuva olma vasfını yitirmiş bu birliktelik dışarıdan bakıldığında aile gibi görünürdü. Annelerine verilen "boşanırsan çocuklarınla ortada kalırsın, bak bu adam yeniden evlenir, olan sana ve şu sabilere olur" tavsiyesini dinleye dinleye ve annesinin çaresizliğini içine çeke çeke büyürdü çocuklar. Ne var ki evliliğe de toplumun bütün değerlerine ve normlarına da düşmanlaşırlardı. İçinde yaşadıkları toplumu iki yüzlü buldukları için kendi toplumlarından soğur, evlenmemeyi kafalarına koyarlardı.

Annelerinin yaşadıklarına bakarak "annem gibi olmak istemiyorum" diyen bu kadınlar ve annesine davranışları yüzünden babasından nefret eden bu erkekler toplumsal bir inşanın parçası olmak istemezler çünkü topluma inançlarını hayatlarının ilk yıllarında tecrübe ettikleri ile yitirirler. Atomlar halinde hareket eder, inanacak bir üst değer bulamadıkları takdirde kendi çıkar ve zevklerini kutsama yolunu seçerler. Bencil, zevk peşinde, bireyci insanlar olarak toplumda yer alırlar. Bu insanların sayısı arttıkça toplumun bir arada durması giderek zorlaşır. Bütün toplumu sarsacak büyüklükte yozlaşma ve çözülmenin başlaması ise sadece zaman meselesi haline gelir.

Bugünün dünyasında aile...

İçinde yaşadığımız dünyanın tam olarak yukarıda bahsi geçen bir yozlaşma ile karşı karşıya olduğunu hemen hemen herkes idrak edebiliyor. Bunun nedenlerine dair sayısız analizler yapılsa da bugünlerde özellikle sosyal medyadan yükselen bir itiraz dikkat çekiyor: "Boşanmalar arttı, aile yok oluyor, bunun nedeni kadınlardır. Kadınlar iş yaşamına ve toplumsal yaşama katıldılar, çeşitli kurumlar ve devlet politikaları bunu teşvik etti, kadınların kendilerine güvenleri geldi, paraları da var, şimdi aileyi yıkıyorlar."

Hatırı sayılır oranda alıcısı olan bu cümlelerin en dikkat çekici yönü kadınların güçlendikçe boşanma kararı aldıklarını söyleyerek, aslında kadınların evlilik içinde kalmasının nedeninin güçsüzlük olduğunu itiraf etmesi. Oysa güçlü, ayakları yere basan fakat evliliğini koruyan, gözeten kadın sayısı, boşanma kararı alanlardan kat kat fazla. Hal böyleyken bir kadını boşanmaya sevkeden şartlarla evliliğini sürdürmeye teşvik eden şartlar nasıl ayrıştırılacak? Bunu anlamak için öncelikle şu tespiti yapmak zorundayız: Şekil şartlarını sağlasa bile yalnızca bir tarafın çıkarlarını koruyan, ailenin geri kalan fertlerini korumaktan aciz bir yapı "aile" olarak adlandırılamaz. Devamla şu soruyu soralım: Kadınlar iş yaşamına ve sosyal yaşama katılır ve içinde yaşadıkları toplumda söz sahibi olurlarsa ne olur? Evlilik kadınlar için de çocuklar için de her durumda ve şartta sürdürülmesi gereken bir şey olur mu mesela? Yüzü gözü yara bere içinde olsa dahi kapıya çarptım, merdivenden düştüm yalanlarını söylemeyi ve insanların istihza ve acıma dolu bakışları altında iyice ezilmeyi seçer mi bir kadın? Kumar borçları yüzünden gece yarısı kapısını yumruklayan eşkıyaların korkusu ile kapı arkasında ağlamaya, icra için gelen memurlara yalvarmaya razı olur mu? İçki içip gelen kocasının konu komşuya rezil edecek davranışlarını dizginlemeye çalışır, aldatan/iffetsiz kocasını mütemadiyen, affetmediği halde affetmeye ve kabul etmeye zorlar mı kendisini? Çalışmayan kocasının yerine işe gidip aldığı üç kuruş maaşla hem evine ve çocuklarına bakıp hem de kocasının sigara parasını karşılamaya razı olur mu?

Bugünün gençleri aile kavramını sorguluyorsa bunda önceki nesillerin ve kötü uygulamaların katkısı olduğunu gözden uzak tutamayız.

Eğer bir kadın iş yaşamına ve toplumsal yaşama katılıp, belli bir güce ulaşırsa her olay kendi keyfiyeti içinde bir sonuca bağlanır muhtemelen ama ortada isteyerek, gönüllü olarak yapılmış bir seçim olur. Yuva olma vasfını yitirmiş "sözde aile"sini ardında bıraktığı için açlığa ve sefalete mahkum olmayacağını bilen bir kadın, evliliğini sürdürmek istiyorsa, inandığı, sahip çıktığı bir hikayesi olur. Tercihini yapar ve tercihinin sonucunu yaşadığını bilir. Çocuklar, annelerinin seçeneğinin olduğunu ve bir tercih yaptığını bilirler, boşanamayan/çilekeş anne travması ile hayata atılmazlar. Babalarından nefret etmez, toplumu iki yüzlü bulmaz, kendi toplumlarına düşman olmazlar. Yaşanan olayları münferit algılar, topluma mal etmez, evliliğe şans verir, mutlu olmak için çabalarlar.

Toplumun genç fertleri mutluluğu inandıklarında ve bunun için çabaladıklarında toplum bundan olumlu etkilenir, sosyal bütünlük sağlamlaşır. Seçeneksizlik üzerine kurgulanmış, dışarıdan sağlam göründüğü halde içten çürümüş bir aileyi değil, bütün bireylerinin birbirini sevdiği, koruduğu, birbirleri için fedakarlık yaptığı bir aileyi kendilerinin de kurabileceğine genç fertler yürekten inanırlar.

Cevabımız var mı?

Bugünün gençleri aile kavramını sorguluyorsa bunda önceki nesillerin ve kötü uygulamaların katkısı olduğunu gözden uzak tutamayız. Şunu bilmeliyiz ki; aile bütün fertlerine bir şeyler vermekle ve tutarlılıkla aile vasfını kazanır. Bunu yapmayan, sadece zulüm üreten ve gücünü çaresizlikten alan bir topluluğa aile diyemeyeceğimiz gibi, ferdin gücüne göre nizam dayatan bir yapıya da aile diyemeyiz. Örneğin kadının çalışmasını sorunsallaştıran bir erkeğin, boşanma halinde, sırf nafaka yükümlülüğünden kurtulmak için, yıllarca ev şartlarında yaşayan ve çalışan kadının hemen dışarıda iş bulup çalışmasını beklemesi hakkaniyetli değildir. Avantajlarımızla sıkı sıkıya ilişkili tutarsızlıklarımızı belli paketlerle süsleyip toplumun bir kısmına pazarlayabiliriz belki ama emin olun yeni neslin bizim laf kalabalıklarımıza karnı tok. Onu bunu bırakın, bize ne vaat ediyorsunuz, diye soruyorlar. Onlara samimiyetsizlik, sadakatsizlik, dayak, sömürü, aşağılanma ve adaletsizlik mi vaat ediyoruz, muhabbet, mutluluk, dayanışma, sevgi ve adalet mi vaat ediyoruz? Evliliğin imtihan safahatından bahis açmayalım burada. Münferit olarak her hayat, her evlilik imtihana gebedir muhakkak. Ancak toplumsal kurumlar varlıklarını toplum için çalışıp çalışmadıklarına borçludurlar. Toplumun genç bir üyesini "çile" vaat ederek toplumsal bir kurumun parçası olmaya ikna edemezsiniz. Evliliği çile vaadi ile anlamlı kılmaya çalışmak evlilik/aile kurumuna yapılabilecek en büyük kötülüktür ve bu vaadin alıcısı uzun vadede kalmayacaktır. Aileyi ve bilvesile toplumu tehdit eden bizatihi bu konulardaki yanlı bakışımız ve uzlaşmak bilmez ezberlerimizdir. Biz neye inanırsak inanalım, topluma neyi dayatmaya çalışırsak çalışalım hayat kendi gerçekliğini inşa etmekte mahirdir ve gerçeklikten uzaklaşan algıların geleceğin dünyasını inşa etmeyi bırakın, orada anılmaları bile mümkün olmayacaktır. Dost acı söyler, vesselam...

Fatmanur Altun

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN