Arama

Fatma Bayram
Ekim 8, 2020
Gayret

Bize anlattıklarına göre babamın ailesinde erkekler ya savaştan gelmemiş, ya da evden bir sal üzerinde hastaneye götürülmek üzere çıkıp bir daha dönmemişler. Kadınların öne çıktığı, çoluk çocuğu, evi ocağı tek başlarına sırtlandıkları bir aile hikâyemiz var. Erkek sesinin pek olmadığı bir hikâye bu. Biz çocukların nazarında dedeler, mübarek gecelerde evin bacasına gelip ruhuna helva kavrulup kavrulmadığına bakan hem uzak hem yakın ruhlardı.

Ailenin uzak yakın kadınları ise artık şartlardan mıdır genlerden midir her hikâyede cebbar mı cebbar, çekip çeviren, iş görürken etekleri savrulan kadınlardır. Babaannem de öyleymiş. Beş çocuğu yetim kalınca, görümcesi ve kayınvalidesi ile birlikte aynı evde kalmışlar, tek parti döneminin kıtlık yıllarına mısır kozalaklarını, ısırgan ve ıspıt yapraklarını öğüterek, hükümetin topladıklarından sonra ellerinde kalan azıcık buğday ya da mısır ununa karıştırıp ekmek yapmışlar, kendi yetiştirdikleri ketenleri döverek, eğirerek, dokuyarak çocuklarına göynek dikmişler, zor şartlarda sertleşerek varlıklarını koruyabilmişler.

Biz babaannemle birlikte yaşadık. Zihnimize kazınmış sözlerinin içinden bir tanesi var ki hayatımızın orta yerine kurulmuş ve sultasını ilan etmiştir. O da "Kızım, gayret gitmiş mızrak gitmiş, gayret gitmiş mızrak gitmiş, gayret mızrağı geçmiş" sözüdür. Bunu o kadar çok söylerdi ki hiçbir işi yarım bırakamaz, uykumuz gelse, kollarımız yorgunluktan düşse, canımız sıkılıp kaytarmak istesek de yapamaz hale geldik sonunda. Bir yandan nefes almaya çalışırken (ileri derecede astım hastasıydı) bir yandan da bizi gözleyen ve ne zaman biri gevşeyecek olsa hemen kulaklarımıza yapışan bu söz hayatım boyunca başka bir motivasyon gerecine ihtiyaç bırakmayacak kadar iliklerime işlemiştir. Hiçbir iş yarım bırakılmaz, hiçbir şeyden "yapamıyorum" diyerek vazgeçilmez. Herkesin yaptığını sen de yapabilirsin, sadece gayret etmen lazım. Sonunda öyle bir kıvama geldik ki yapamam demek bir nevi ayıp sayılmaya başladı zihnimizde. Zira bize öğretilen oydu ki beceremem diye bir şey yoktur; yetersiz gayret vardır.

Bir de çalışmak dediğin, adı üstünde, öyle cansız cansız yapılmaz. Yapmayacakmış da yapmak zorunda kalmış gibi elinin ucuyla iş tutulmaz; bütün gücünle, bütün benliğinle yapılır. Aşkını, heyecanını katmayınca çorba bile pişirilmez. Öyle gördük. Kömürlüğe dizilen odunlar bile sanki şehir surlarını inşa ediyormuşuz gibi özenle dizilir. Büyüklerin arasına inceler yerleştirilir ki hem arada boşluk kalmasın hem de odun alacağın zaman istediğin kadar ince ve kalın odun elinin altında hazır olsun. Evin badanası, baca temizliği, ufak tefek tamirat işleri hep büyükler tarafından yapılır, yaparken de ara sıra birkaç adım arkaya atılıp, içimize sinmeyen bir şey var mı diye biraz uzaktan bakılır. Yapılan her işte gayret ve şevk vardır.

Sonraları hayata feri kaçmış gözlerle bakan insanlar da tanıdım. Bunlara göre gayret kuşağını kuşanmak boşuna bir çabadır, çünkü başarı himmete değil, şansa bağlıdır. Daha en baştan hayat bedenlerine eksik yerleşmiş gibidir. Bu durumun biyolojik sebepleri olabilir, onlar bizim konumuz değil. Biz daha ziyade bir insanın şevkini kıran, cesaretini söndüren, gayretini öldüren nedir, ona bakıp bu ruh emicilere karşı nasıl önlemler alabiliriz diye bulmaya çalışalım. Gayretimizi kıran, ciğerimizi söndüren bu durumlar kişiden kişiye değişir ve sayılamayacak kadar çoktur. İçlerinden ilk akla geleni gayretin ödüllendirilmemesi ve çalışanın hakkının yenmesidir. Kanaatimce gayretli insanların çabasını görmezlikten gelmek toplum için uzun vadede, garibanlara, miskinlere haksızlık etmekten çok daha kötü sonuçlar verir. Çalışanın, ortaya bir çaba koyanın hakkını yediğimizde insanların ümitlerini, hayallerini ve geleceğe dair iyimserliklerini yıkmış, "Nasılsa çalışsam da bir şey değişmeyecek" diye düşünmelerine sebep olmuş oluyoruz. Bütün "iyi olma" çabaları böyle böyle zayıflayıp sönüyor. Kıymeti bilinmeyen hamaratlıklar, kurumuş yapraklar gibi dökülüp gidiyor parmak uçlarımızdan.

Ailede, okulda, sosyal hayatta, iş dünyasında yönetimlerin gayreti görmezden gelmesi ve hep sonuç odaklı olmaları içimizdeki azim ve coşkuyu yavaş yavaş kırarken bizim de bu sonucu hep dışımızda olup bitenlere bağlamak gibi bir hatamız olduğunu görmemiz gerekir. Takdir etmemek yanlış olduğu gibi, takdir beklemek de yanlıştır. Daha doğrusu takdiri insanlardan beklemek yanlıştır. Yaptığımız işte öncelikle, vicdanımızın rahatlığı (burada da hangi vicdan diye sormak gerekir ama o bir bahsi diğer) ikinci olarak da bizim gayretlerimizi gören, bilen, kaydeden ve zayi etmeyecek olan bir ilahi gözün olduğunu bilmek yetmesi gerekir gayretin boşlanmaması için. Hepsinden önemlisi bir motto gibi zihnimize yazmamız gereken şudur ki biz sonuçtan değil, süreçten sorumluyuz. Konuya böyle baktığımızda, özellikle profesyonel yaşamdaki sonuç odaklı başarı anlayışı giderek elinden gelenin en iyisini yapmanın yetmediği durumlarda hedefe ulaşmak için her yolun meşru sayılmasına kadar varmış, bu da iş hayatında ahlak ve vicdan konusunda büyük dönüşümlere sebep olmuştur.

Bu tefessüh sarmalına düşüp kendimizi, başlangıçta hiç de hayal etmediğimiz bir yerde bulmak istemiyorsak arada belimizi doğrultup kafamızı kaldırmalı ve sormalıyız: "Ben ne için çalışıyorum, böyle aralıksız çalışarak nereye varmak istiyorum?" Belki de merdiveni yanlış duvara dayamışızdır.

Eğer öyleyse tepeye vardığımızda hayat boyu süren koşturmaların, dökülen terlerin bir anlamı olmayacak. Nereye doğru koşturduğumuza arada sırada olsun bakmazsak nasıl emin olabiliriz ki yönümüzün şaşmadığına? İşte bu yüzden salt çalışkanlık da değerli değildir nazarımda. Çalışanın varmak istediği yeri anlamadan çalışkanlığa prim vermek gelmez içimden.

Eğer amacına bakmaksızın sırf çalışkan olmak bir değer olsa idi Adem'den bugüne durmaksızın çalışan şeytanın en kıymetli varlık olması gerekirdi. Demem o ki yanlış yolda çok çalışmaktansa doğru yolda az çalışmak daha sağlam bir gidişat değil midir? Madem öyledir, gayretli olmak kadar önemlidir ne için gayret ettiğimiz. Söz hedef meselesine gelmişken, Efendimizin ailesinin geçimini temin etmek için elleri nasırlaşmış olan Muaz b. Cebel'in avuçlarını öperek "Bu ellere ateş değmez," demesini hatırlayıp, çabaya değer kazandıran şeyin meşruiyet olduğunu hatırlamak gerekir. Amacın kutsiyeti yanlış bir yöntemi meşru kılmadığı gibi, yöntemin doğruluğu amaçtaki yanlışlığı telafi etmeyecektir. Bize daimi bir çaba içinde olma alışkanlığı kazandıran ailemize ve hedeflerimizin meşruiyeti konusunda ayaklarımızın yere sağlam basmasına öncülük eden ulemamıza duyduğumuz minnetin Allah katından hadsiz hesapsız rahmet olarak tecelli etmesini dilerim.

Fatma Bayram

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN